27 Mayıs İhtilalinin Manevî Sebepleri

Bediüzzaman’ın DP’lilerden yüz çevirip artık hiç alakadar olmamağa başladığı günler olan 19 Mart 1960 günü, İsmet İnönü’yü bazı yüksek rütbeli subaylar İstanbul’daki evinde ziyaret ederek bir nevi ihtilâl hazırlığı plânları çevrilmişti. 16 Nisan 1960 günü, Üstâd’ın vefatından yirmidört gün sonra, yine emekli general ve amirallardan müteşekkil on dört kişi İnönü’yü yine İstanbul’daki evinde ziyaret etti. Bu da yine ihtilâl provası gibi bir şey idi. Neticede İnönü’nün proğramları çerçevesinde CHP altı okçu zihniyetleri, güya sözde milliyetçi, ırkçı kimseleri kandırarak; Üstâd Bediüzzaman’ın altı sene önce haber verdiği gibi, elde ettiler. Bunu başarınca da artık hem kuvvetlendiler, hem de ihtilâl için meydan bomboştu.

27 Mayıs 1960 günü sabah saat 7.36’da Kurmay Albay Alparslan Türkeş’in sesiyle Ankara Radyosundan ihtilâl darbesi ilân edildi

Halbuki, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri 1952’den itibaren 1959’un son günlerine kadar defalarca Demokratları ve iktidarı ikaz etmek istemişti. Gâh işaretli, gâh sarih şekilde onlara; perde altında oynanan oyunları ve düşmanlarının onlara karşı çok merhametsizce, hırslı ve sinsî plan ve proğramlar düzenlediklerini ve DP’liler için o durumda selâmetle çıkış yollarını, kurtuluş proğramlarını elinden geldiğince onlara bildirmeye ve anlatmaya çalışmış, çırpınmış ve ikazlarda bulunmuştu.

Lâkin çok maaalesef ki, DP iktidarı, özellikle son dönem iktidarı, CHP’lilerin kurnazca oyunlarına gelerek, Hazret-i Üstâd’ın bütün o şefkatkârane, vefadarane teveccühlerine karşı bir evham, beceriksizlik, korkaklık ve za’afiyet içine girdiler. Hem Bediüzzaman Hazretlerine de ihanetler etmeye başladılar. Bilhassa 1957’den sonraki dönemin İzmir Milletvekili ve İçişleri Bakanı Namık Gedik’in titrek ve evhamkâr tutumuyla, Üstâd Hazretleri emniyet kuvvetleri tarafından gittiği her yerde, hatta kendi evinde bile takib edilmiş, rahatsız edilmişti. Belki Başbakan Adnan Menderes ve bir iki samimi arkadaşı hükûmetinin bu şekildeki tutumuna razı değildi. Lâkin esefle söyliyelim ki, hiç bir müdahalesi de olmadı. Belki de ihtimaldir ki, artık Adnan Menderes de kendi bakan ve hükûmet adamlarına müdahale etmekte aciz kalmış olabilirdi.

Hazret-i Üstâd, son seyahatlerinin son günlerinde Menderes’e bazı meb’uslar vasıtasıyla haber göndererek: “O bizim manevi himayemizdedir. Eğer ben onu ve hükûmetini manen himaye etmesem (İki elini birbiri etrafında çevirerek) böyle böyle olurlar.” demişti. Yine başka bir zaman: “Başka yerlerden bizi istiyorlar. Eğer ben buradan gitsem, böyle böyle olur” demiş ve DP’nin üst kademesindeki adamlarına haber göndermişti.

Lâkin müşfik ve vefadar olan Hazret-i Üstâd’ın bu çırpınırcasına olan telâşlı ikazları ile maalesef DP’liler gafletten uyanamamış, korku ve evhamları vesvese derecesine gelmiş, uyanmaları mümkin olmıyan bir girdaba girmişlerdi. ınönü ise, Demokratların kapıldıkları evham ve korkulu durumlarını çok iyi anlıyor ve kendi maksadı lehinde değerlendirmesini çok iyi biliyordu.

Nihayet, Hazret-i Üstâd’ın kesin olarak haber verdiği gibi, kendisinin onlara karşı manevi muhafazası ve teveccühü kesilince, DP’liler tepe takla yuvarlanmaya başladılar. Evham ile, korku ile, ta’vizlerle çekindikleri ve korktukları şey, başlarına nihayet geldi. Düşmanları ise, hiç bir merhamet hissi duymadan onları ezdiler. Lâkin olan şey ve en büyük darbe yine Menderes’e ve bir iki samimi dindar arkadaşına oldu.

Fakat inşaallah Hazret-i Üstâd’ın bunlara karşı ilk başlardaki teveccüh ve duaları.. ve bunların bazılarının kalblerinin selimliği ve çektikleri çok acı ve merhametsizce zulüm ve işkenceleri neticesinde, onları şehadet mertebesine ulaştırdı.[1]

DP ile Üstâd Bediüzzaman Hazretleri arasında olan manevi irtibat ve Bediüzzaman’ın onlara karşı manevî muhafazaları ve saire mevzuunu Münevver Ayaşlı Hanım Efendi[2] şöyle dile getiriyor:

Said Nursi ve Adnan Menderes – Münevver Ayaşlı

Adnan Menderes nizamını yıkanların başında gelenler, barajlar yıkılıp da, memleketin su altında boğulma tehlikesini görünce, küçük ve liyakatsiz elleriyle yıkılan koca barajın gediğini çamurla kapatmaya uğraşır görünmeye çalıştılar. Hakikaten bunlar komünizm aleyhinde idiler ise mevcut nizamı korumaları ve bu nizamın yanında yer almaları icap ederdi.

Büyük barajı yık, memleketi sular altında bırak, Millet tarafından affa uğrarım, belki de sevilebilirim düşüncesiyle son çare olarak ellerinde komünizm aleyhtarlığı kozu kalıyordu ve bu son kozu da oynamaya çalışıyorlardı.

Eğer, siz hakikaten komünizm düşmanı idiyseniz, bütün kusurlarına ve zaaflarına rağmen, kurulu nizamın yanında bulunacak ve mevcut barajı yıkmayacaktınız.

Mademki yıkıcılar arasında, hatta arasında değil başında bulundunuz, her zaman için samimiyetinizden ve ihlâsınızdan şüphe etmekte millet haklıdır.

Evet, ama biz bunun böyle olacağını bilmiyorduk, diyecekler. Bilemiyordunuz, göremiyordunuz, zira ihtirasınız ve dar görüşünüz, vatanın selâmetinin yolunu görmeye size mâni olacaktır.

Evet bu arada büyük bir hâdise oldu. Demokrat Parti’nin güvendiği bilhassa Adnan Menderes’in dayandığı anadirek kırılıverdi ve çadır yıkıldı.

Büyük bir insan ve mânevî bir lider olan, Bediüzzaman lakabıyla anılan Said Nursî 1960 tarihinde bu dünyadan âhirete intikal etti, rahmetullahi aleyh.

Said Nursî Hazretleri, Demokrat Parti’nin 10 senelik iktidarı sırasında bir gün dahi rahat etmiş bir kimse değildi.

Demokrat Parti iktidarı, bu büyük zâtı, her gün tâciz etmiş, rahatsız etmiştir.

Türkiye dahilinde, her istediği yere gidip oturmak ve oradan kalkıp başka bir yere göç etmek gibi, bütün Türk vatandaşlarının vatandaşlık hakkı olan bu hakkı bile elinden alınmıştır.

Said Nursî Hazretleri, hükümetin istediği bir yerde oturmaya ve oradan kıpırdamamaya mahkûm edilmişti.

Adnan Menderes-Said Nursî münasebetlerini yakînen bilmiyoruz. Belki her zaman görüşüyorlar veya nadiren birbirini görüyorlar, belki de kuvvetli bir ihtimal ile birbirlerini hiç görmemişlerdi.

Lâkin bildiğimiz bir şey varsa, Büyük Üstâd, büyük bir feragatla ve kendi gördüğü çirkin muameleleri zerre kadar kâle almayarak, tam bir veliyyullah gibi hiçbir zaman Adnan Menderes üzerinden mânevî müzaharetini ve himmetini esirgememiş olmasıdır.

Buna mukabil Menderes ne yaptı? Açıkça bir dostluk göstermekten korktuğu gibi, âdeta Bediüzzaman’ın mânevî müzaharetinden kompleks duydu ve âdeta hicap duydu.

Menderes’in bu hislerini bilmiyor muydu Said Nursî Hazretleri? Elbette biliyordu. Bu hâllere gücenmiyor muydu?

Hayır. Zira gönül gözü açık olan velilerin, küçük ve bücür ihtilâlciler gibi indî, hissî ve dar görüşleri yoktur onların.[3]

* * *

Büyük veliler, hakikati ve geleceği apaçık görürler, Menderes ve onunla beraber yıkılacak olan nizamdan sonra, memleketin ne hâle geleceğini görüyorlar, biliyorlardı ve bunun için vatan düşüncesi ve vatan sevgisi ile dört elle Menderes’e sarılıyor ve onu mânen yalnız bırakmıyordu.

Fakat, nihayet Said Nursî Hazretleri de bir kuldu, durmadan birbiri arkasına gelen şer kuvvetlere dayanamadı. Kurtarmak istediği adam Menderes de, kurtulmak istemiyor, intihara doğru gidiyordu. Bütün bunlara; zayıf, nahif ve mübarek vücudu uzun zaman mukavemet edemedi ve göçtü gitti.

İşte, Said Nursî’nin göçtüğü gün Adnan Menderes ve bütün nizamı ve rejimi de beraber yıkıldı.

Bunu, kalp gözü açık olmayan göremez, duyamaz, bilemezler… Ama, ne çare ki hakikat budur…

Nitekim Said Nursî’nin vefatından sonra yapayalnız kalmış olan Adnan Menderes de dayanamadı, O da yıkıldı gitti…

Ekseri kimseler, bu ölümle, bu iktidarın yıkılışı arasında bir münasebet göremeyecekler, bulamayacaklardır.

Fakat, ma’nevî ve gizli kuvvet ve münasebetlerin, sûrî ve batınî iktidarların beraber yürüdüğünü görmek, her ne kadar kuvvetli olursa olsun sûrî bir sultanın, mânevî bir sultanın himmetine muhtaç olduğuna inanmamak veya inkâr etmek olmaz.

Bir devlet adamı ile bir velinin hiçbir dünyevî münasebeti olmasa, hatta yüzyüze gelmemiş olsalar, hatta hatta başka asırlarda dahi yaşamış olsalar bile aralarında bir râbıta kurmak mümkün olabilir.

Fakat, bir iktidar, bir devlet adamı, hatta hatta kuvvetli, kudretli şevketli bir padişah bile, bir lokma, bir hırkaya kanaat getiren bir veli himmetine muhtaçtır.

Eğer, bir devlet başkanı, bir velinin himayesi altında ise, hayır işler, yok değil ise şer işler.

Adnan Menderes’in de velisi Said Nursî idi, onun himayesi altında idi. Fakat Menderes zavallısı, bu himayeden kaçıyor, utanıyordu.

İktidarda kalabilmek için Türk-İslâm olaylarını tenezzülen kabul ettiği gibi, Menderes, Yassıada da bunların gözyaşlarını ve dualarını lütfen kabul ediyordu.

Fakat, artık Adnan Menderes için talih dönmüşe benziyordu. Adnan Menderes’in çirkin ve çirkin olduğu kadar da lâyık olma-dığı korkunç âkibetinden, artık onu hiçbir şey kurtaramıyacaktı.

Kendisine yazık olduğu gibi, memlekete de çok çok yazık oldu.

Zira, yıkıldıktan sonra, küçük devlet adamı zannettiğimiz Menderes’in, büyük devlet adamı olduğunu anlamıştık. Onunla beraber yıkılan nizamın, bir türlü yerine gelmediğini, memleketin durmadan çalkantılar içinde olduğunu ve anarşi içinde kaldığını ondan sonra gelenlerin bir nizam kuramadıklarını gördük.

1960 senesi baharı gelmişti. Fakat havada bir sıkıntı vardı. Günlerce çamur yağmıştı Türkiye’ye… Hayret!…

Güzel bir Mayıs sabahı, ezan-ı Muhammedi’nin karanlıkları, yırttığı ve insanları aydınlığa, felâha ve salaha davet ettiği bir zamanda, Türkiye radyolarında bir Baykuş ötüyor, bir felâket haberi veriyordu.

Mevcut nizam yıkılmıştı![4]

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org