28 Şubat’ın en büyük dersi: Ve insan aldandı

Hz. Bediüzzaman, eserlerinin pek çok yerinde çok derin insan teşrihlerinde bulunur.

Meselâ, der ki: Aklın pek garip bir hali vardır. Her şeye uzanan öyle bir kabiliyete sahiptir ki, bazen bütün kâinatı kuşatır ve kucağına alır. Bazen imkân (yani şu sebepler) dairesinden çıkar, en yüksek dairelere müdahaleye çalışır. Bazen de bir damla suda boğulur, bir zerre içinde yok olur, bir kılda kaybolur. Hangi şeyde kaybolursa, bütün varlığı o şeyle sınırlı bilir. Ve hangi bir noktaya girse, bütün âlemi yanında götürmek ister. Yine, şöyle der o: “Hem senin mahiyetine Allah öyle manevî cihazlar ve latîfeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz. Bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş, bir batman taşı kaldırdığı halde, göz, bir saçı kaldıramadığı gibi, o latîfe, bir saç kadar bir ağırlığa, yani gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamaz; hattâ bazen söner ve ölür. Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük latîfelerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip garkoluyor; amel defterinin büyük kısmı ve ömür sayfalarının çoğu hardal tanesi hacmindeki hafızana kaydoluyor, bunun gibi, çok cüz’î küçük şeyler var ki, büyük eşyayı bir cihette yutar, içine alır.

İşte insan, böyle kompleks ve çözülmesi zor bir yapıya sahiptir. Hz. Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, küçücük göz bütün ufku tarar; ama bütün ufku tarayan bu gözün görmesine bir toz zerresi, bir kıl mani olur. Bütün kâinatı kurcalayıp, zamanın ve mekânın dışına taşan akıl, gider bir damla, bir zerre, bir kıl mahiyetindeki bir heveste, bir makamda, bir anda, bir bakışta, bir menfaatte, bir korkuda, küçük bir hedefte, basit bir tamahta, temelsiz ve geçici bir sevgide boğulur gider; boğulur gider de, dünyasını da, âhiretini de mahveder. Dünyayı sonsuz, hayatı ölümsüz gibi görüp, öyle bu dünyaya, bu hayata sarılan insan, sonsuz gibi gördüğü hayatı günübirlik, hattâ anlık yaşamaktan kurtulamaz; oysa peşini ne dünün dertleri, ne de geleceğin ızdırapları bırakır.

Evet, 28 Şubat’ta, çürümeye mahkûm etten, kemikten, kandan müteşekkil; bir kılda, bir damlada, bir zerrede mahvolup gitme isti’dadında; ne dünü, ne bugünü, ne de yarını bilen, buna rağmen düne de, bugüne de, yarına da hükmetmeye kalkan, hükmedebileceklerini zanneden birtakım güç, sermaye ve kalem sahipleri, işbirliği içinde ve Türkiye’nin dinamiklerini bilmeleri mümkün olmayan birtakım dış mihrakların yönlendiriciliği veya sürükleyiciliğinde Türkiye’de bin yıllık iktidar kurabileceklerini zannettiler. Bizzat kendileri de ne Türkiye’nin dinamiklerini biliyorlardı, ne tarihi, ne de hadiseleri okuyabiliyorlardı. Bunların da ötesinde, gözlerinin önünde cereyan eden “tabiat” hadiselerini de göremiyorlardı. Halkın keşfettiği bir gerçek olarak, kara gün kararıp kalmadığı gibi, geceleri gündüzlerin, kışları baharların takip ettiğini, düzlüklerin daimî olmayıp, inişlerle yokuşların birbiri peşisıra veya hemen düzlüklerin ardından veya önünden geldiğini de görmüyorlardı. Bunların da ötesinde, Türkiye’nin 1950’den itibaren tarihinin nasıl ortalama 10’ar yıllık dönemlerle ilerlediğinin de farkında değillerdi. Her 10 yılda bir ülkeye yapılan müdahalenin, Türkiye adına, müdahaleyi yapanların hiç de arzu etmediği daha ileri bir merhaleye kapı araladığını da anlamıyorlardı. Ayrıca, gerçeklerin, özellikle menfaat çatışmalarının zirvede olduğu günümüzde gizli kalamayacağını ve menfaatler üzerine oturan bir dünyada kalıcı ittifak ve dostlukların olamayacağını hiç bilmek istemiyorlardı.

Evet, 1950’den bu yana kirli iktidarlar veya dönemler 10 yılı aşamadığı gibi, kış içinde yalancı bahar, fecr-i sâdıktan önce fecr-i kâzip mahiyetindeki iktidarlar veya iktidar sahipleri de 10 yılı aşamadı. Bu da, son 60 yılımızın bir diğer önemli dersidir.

Ali Ünal / Zaman Gazetesi