4 Hatve Notları-3 ( Bediüzzaman’ın Manevi Tariki)

Üçüncü Hatvede:  

dersini verdiği gibi: Nefsin muktezası, daima iyiliği kendinden bilip fahr ve ucbe girer.

Bu hatvede: Nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemâlâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş ni’metler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir. Şu mertebede tezkiyesi:

sırrıyla şudur ki: Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmektir.

* 3. Hatve: Âyet bir ders veriyor, yani bir külli ve sabit hakikati tafsilatıyla bildiriyor, olayın özünü açıyor. Hadise şu: Kulun başına 2 tarz iş gelir: Ya hoşlanılan veyahut nefret edilen… İlkine hasene, ikincisine seyyie denilir. Bu noktada hasenenin sahibi kim, seyyienin sahibi kim… Ayet burada tayin yapıyor: Hasene mutlak manada ve hakikatiyle kimde ise, hasene ondan gelir. Mutlak manada hasene sahibine başkasından hasene gelmez; gelse bu onun mutlak ve hakiki hüsün sahibi olmadığını gösterir. Nefsin, haseneyi sahiplenmesinin anlamı yok. Çünkü eğer mutlak manada hüsünlüysen, senin ona ihtiyacın yok. Hatta o senden dışarı aksediyordur. Çünkü menba-ı hüsün sensin. Bir nefis hüsnü sahipleniyor ve bununla seviniyorsa, o halde o hüsünlü değildir, kabihtir, kabahatlidir, nakıstır. İşte âyet açıyor ve diyor: Mutlak Hasen olanın bir şeye ihtiyacı yok. Bütün sınırlı hüsünler Onun hüsnünün cilveleridir. Sınırlı hüsünler, sınırsız kabahate yakın oldukları için çirkindirler. Onlardaki o hüsün parıltısından dolayı sevilirler. İşte Mutlak Hüsün, Mutlak Vücud sahibi olanda olur. Mutlak Kabahat, Mutlak Adem’de olur. Bir kişi Allah’a yüzünü ve özünü dönmesi ve Ona yaklaşması nisbetinde güzellik kazanır, güzelliği artar.

* İnsan gibi misli olan nesnelerin hüsnü, nisbîdir, görecelidir. Hakiki Mevcud’un misli olmaz, Onun hüsnünün de misli olmaz. O hakiki hüsün sahibidir. Cevşen 72. Bâbı’nda der ki: “ Ya Mevcûden bilâ misl. ” ( Ey misli ve ikincisi olmayan Mevcûd )

* Hasen ( hüsün sahibi ), hüsnüne ayna olsun diye kullar var eder. Sonra onları hüsünlendirir. Bu noktada, ihsan ( hüsünlendirme ) yapar. O vakit, Muhsin ( hüsünlendiren ) ismi tecelli eder. Her güzel şey, Onun hüsnüne aynadır. Her seyyie ise, Onun hüsnünün cilvesini bozan yapıdadır. Bir fakîr, zenginleşse; sonra bu zenginliği gayr-ı meşru şeylerde israf etse ve iflas etse bu âyete tam mazhar olur. Çünkü onu zengin kılacak kaynakları, piyasayı, imkanları ve fırsatları, bunların değerlendirecek bir zeka ve aklı veren Allah; bunları hayra ve zenginleşmeye kullanmasını ilham eden Allah; bu doğru yoldaki çalışmasında Ona zevk, lezzet ve şevk ile destek çıkan Allah’tır. Fakat bütün bu zenginliği israf eden, haram yolda yaşattıran akıl-kalb-ruh-vicdan değildir. Sadece ve sadece, “ nefs-i emmâre ” dir. İşte hasene olan zenginliğin menbaı, Allah’tır, Allah’tan gelen vasıflardır; oysa seyyienin kaynağı insanın nefs-i emmâresi ve nefs-i emmâresine tabi olan nefs-i zâtîsidir.

* Fahr: İyiliği kendinin bilip kendinden bilip sahiplenmek ve kendisiyle övünmektir.

* Ucub: Yaptığı veya vesile olduğu iyilikleri beğenmek; sonra iyiliklerin kaynağı gördüğü kendini beğenmek…

* Ucub sahibi birisi, Allah’a hamd edemez. Dilde etse de, ruhunda edemez. Çünkü kendini iyiliklerin kaynağı görüyor; kendini kudret ve ilim sahibi görüyor. Bu cihetten ucub sahibi biri kendisiyle övünür. Ucub, “ fahr ” ı doğurur. Kendisiyle övünen, Allah’a şükredemez. Çünkü Ona minnet hissedemez.

* Ucub vasfının zıddı “ hamd ” dir. Fahr vasfının zıddı, “ şükür ” dür.

* Buradan kurtulmanın tek çaresi şu: “ Ben, bu güzellikleri ilimle yaptım; kudretimle yaptım. Ben de, ilmi elde ettiğim zihin de, kudreti elde ettiğim cisim de tamamıyla Allah’tandır, Allah’ındır. Bunların hepsi, güzel ve mükemmel şeylerdir. Bunlar bu muhteşem fıtrat ile beni açan ve yapan Zât-ı Akdes’e aittir, Onun ihsanıdır ” diye bilmek, görmek, hissetmektir. Bunun haricinde bir yol yok. Eğer bu hissediş olursa, kuldaki kula ait cephe ile Allah’a ait cephe ayrışır. Kul kendinin aslî malının acz, fakr, kusur, naks, zillet, hakaret vs. olduğunu görür ve anlar. Veyse’l-Karanî Hz.lerinin münâcâtı aynen böyledir. O vakit, iftihar değil hacâlet ( utanma ), nedâmet gibi hisler uyanır. Allah’ı görür, Onu bilir, Onu medheder, Ona minnet duyar, Onunla iftihar eder.

* İlah, kusursuzdur. Kulda her şeyi bilememe, görememe, işitememe, hayat verememe, yorulma gibi menfi ve sınırsız vasıflar var; bir de bilme, görme, işitme, sevme gibi cüz’î vasıflar var. Hangisi kula ait? Bir vasıf bir kişide hakikaten varsa o vasıf onda sınırsız ve sonsuzdur; mutlaktır. İnsanın bildikleri ile bilmedikleri kıyaslanınca bilmediklerinin mutlak olduğu anlaşılır ve görülüyor. O halde insanın aslî malı, cehaletidir. Bunun gibi aczidir, fakrıdır, naksıdır, kusurudur. İnsandaki cüz’îler ilim, irade, kudret, cemal, hüsün ve kemal nereden? Onlar da bütün vasıfları mutlak, hakiki ve zâtî olandan birer cilvedir. Yani ya hep ya hiç… Ya mutlak var, ya mutlak yok… O halde Kemal-i Mutlak, Hüsn-ü Mutlak sahibinden birer cilve ve parıltı insanda görünüyor. Bu Onun ihsanıdır. İsterse alabiliyor, binler şahidi var ki alıyor. İşte hamd şu: “ Beni ve her şeyi böyle güzel ve mükemmel yapan Allah’a hamd olsun. O böyle yapmasaydı ben ve her şey nasıl var olurduk, nasıl güzel olurduk. Allah’ım, bütün bunlar Sen’dendir ve Senindir. Benim vazifem, bu nimetlerin Senin malın olduğunu ilan etmekten ibârettir. Yani Sana, Senin cemal ve kemaline ayna olmaktır ” demek…

* Binlerce tecrübe var. Herhangi bir konuda “ Ben oldum ” diyen o konuda bir adım bile ilerleyememiştir. Fakat “ Ben bu konunun câhiliyim ” diyen bir kişi ömür boyu o konuda ilerlemiştir. Diğer kişi profesör olsa; bu kişi köylü bir câhil olsa; zaman içinde o profesörü geçmeyi Allah ona nasip ediyor. Çünkü kendini ve haddini bildiği; kulluğunun gereğini yaptığı için Allah ona ilim hazinesini açıyor. Bu ticarette de böyle, sanatta da böyle, edebiyatta, hatta dini hayatta da böyle… Demek fakrını hisseden, kendini müstağni görmeyen; noksanlığını ve kusurunu bilip hissedene kapılar açılıyor. Fakat “ Ben oldum ” diyene milyar sene geçse bir şey gelmiyor. “ Boş olanı doldururlar; boş olana su akıtırlar. Dolu olan veyahut kendini dolu zannedene su gönderilmez. ”  Bu noktada ayet var: “ Bir millet kendini kökten değiştirmedikçe biz onları kökten değiştirmeyiz. ”[1] Yani kul fakrını hissederek kapılarını açacak; sonra Allah onu değiştirir. Kapısını kapayana kapı kapanır. Kapısını kapamak, Allah’ı unutmak demek… Allah’ı unutana da, Allah kendi yapılarını unutturuyor.

* Su dolu bardak da su birikintisi, havuz da, deniz de, okyanus da… Fark nedir? Fakrını hissetme… “ Ben sınırsız bir boşluğum; rahmetinle, kudretinle, ilminle doldur, beni! ” demek… Cehlini bilmek ve Allah’a aşkla yönelmek, zihninin sonsuz bir boşluk olduğunu kabullenmektir. Bu şekilde ilimde ilerleyen Sokrat şöyle demiş: “ Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir. ” Böyle birisi Allah’ın ilim pınarlarından ebediyen halis ilim sütü içer… Allah’a aşkını yeterli görmeyen, Allah’ın aşk selsebilinden ebediyen mest edici şarab içer…

* Kişi acz ve fakrını; naks ve kusurunu görmekle ilerler… Kudret ve rahmete; cemal ve kemale ayna olur… Kudret ve rahmet, maddi vücudu ve bunun devamını sağlar… Cemal ve kemal ise manevi vücudu ve bunun devamını sağlar… Manevi hayat, cemal-i mutlak ve kemal-i mutlak dairelerinde ebediyen devam eder. Kulun yolculuğu maddi, hüsünlü cüz’î hayattan ( Ahsen-i Takvim kısmı ) manevi, cemalli ve kemalli küllî hayata doğru bir yükseliştir. ( Âlâ-yı İlliyyîn Kısmı ). İlki çekirdek, ikincisi ağaç…

* Bu mertebede nefis tezkiye edilir. Çünkü ortalığı bulandıran odur. Suçu da, kendindeki müsbet, vücudî, hüsünlü ve hayırlı şeyleri ve bunların neticesinde elde edilen müsbet, vücudî, hüsünlü ve hayırlı şeyleri kendisine atfetmesi ve ait görmesidir. Bu da, bir kirdir. Bundan kurtulmanın yolu, kendini temizlemektir. Bunun da yolu, manevi terakkisinin kendisinin aslî yönünü kabullenmesi ile olacağını bilmesidir. Yoklukta ne kadar ilerlerse Varlık’a o kadar mazhar olacaktır. Ne kadar boş ve hiç olursa ve kendisinin böyle olduğunu görürse o kadar doluluğa ve hepliğe ayna olacak… Yani ubudiyetini takınmasıdır. Kendi konumunu görmesi ve kabullenmesidir. Bu seviye nefsin imana gelmesi ve itminana ermesidir. Nefs-i Mutmainne… Bu seviyedeki bir kişi kendi acz ve fakrını; cehl ve gafletini, zaaf ve ihtiyacını, naks ve kusurunu gördüğü, hissettiği ve kabullendiği için başkalarının bu cephelerini de görür. Bu seviyede kişide “ şefkat hissi ” uyanır. Yani ruh, hayatlanır. Bir hiç olmayan, hiçliğini hissedemeyen, ruh âlemine giremez. Ruh âlemine giremeyen, mes’ud olamaz; böyle birinin Âhirete imanı taklidî kalır. Böyle imanlı, âciz ve fakir bir nefse, şefkat edilir.

* Hem âyet diyor ki: Bu şekilde, kendini nefsin kirinden arındıran ve duru hale gelen kişi felaha ermeye çok yakındır veyahut erecektir. Felah, maddi ve manevi ateşlerden kurtulmak demek… Hem Âhirete tahkikî iman ile ancak felah olur. Demek nefs arınınca, Âhiret görünüyor; kişi felaha eriyor. Yani ruhun korkuları ve kalbin hüzünleri son buluyor.

[1] Ra’d suresi, 11.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: