4 Hatve Notları-5 (Bediüzzaman’ın Manevi Tariki)

HATİME

Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahatı, hakikatın ilmine, şeriatın hakikatına, Kur’anın hikmetine dair olan yirmialtı adet Sözler’de geçmiştir. Yalnız, şurada bir iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

 Evet şu tarîk daha kısadır. Çünki: dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâl’e verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefisten elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbub-u Hakikî’ye gider. Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünki: nefsin şatahat ve bâlâ-pervazane dâvaları bulunmaz. Çünki: acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin. Hem, bu tarîk daha umumî ve cadde-i kübrâdır. Çünki: kâinatı ehl-i vahdet-ül vücûd gibi, huzur-u daimî kazanmak için idama mahkûm zannedip “Lâ mevcûde illâ Hû” hükmetmeye veyahut ehl-i vahdet-üş şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip, “Lâ meşhude illâ Hû” demeye mecbur olmuyor. Belki idamdan ve hapisten gayet zâhir olarak Kur’an afvettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcûdâtı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelâl hesabına istihdam edip Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve âyinedârlık vazifesinde istimal ederek mânâyı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenâb-ı Hakk’a bir yol bulmaktır.

Elhasıl: Mevcûdâtı mevcûdât hesabına hizmetten azlederek, mânâyı ismiyle bakmamaktır…

* Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tariki: Bu 4 esas, bir manevi yol meydana getiriyor. Buna 4 Hatve deniliyor. Yani 4 adım… Adımlar ard arda yapılır ve mesafe aldırır. Demek ilk adım, aczdir; ikinci adım fakrdır; üçüncü adım, şefkattir; dördüncü adım, tefekkürdür. Acz hissedilmeyince, insanda var olan fakr da hayali kalır. Fakat acz ve hiçlik hissedilince, fakr da hakikileşir. Fakr en şiddetli haliyle, aşktır. Aşk ise, sarılmak demektir. Yani Allah’ın Varlığına sarılmak ve tutunmak… Fakat bu gerçek manada acz ve hiçliğini hissetmekle olur. Çünkü bu durumda, Allah’a karşı fakr, aşk hali sergiler. Allah’ın gazabı, böyle bir kişi için hiç olmak, varlık cennetinden yokluk cehennemine düşmek manasına gelir ve böyle bir his verir. Bu şekilde acz ve fakr ile, kendisi var olur. Şefkat ile, başkasının varlığına çalışır. Tefekkür ile de, bu manevi ve maddi varlığın külli tarzda sâbitleşmesine çalışır ve sâbitliğini sağlar. Tefekkür, bu sâbitliğin rıza ile elde edilebileceğini bildirir.

* Hakikatin ilmine, şeriatin hakikatine, Kur’ân’ın hikmetine: Burada birçok bahis var. Mesela, hakikat-şeriat bahsi… Bu yön tasavvuf ehline bakıyor; tarikat ile ilgili… Tasavvufta 4 mertebe anlatılmış: Şeriat-Tarikat-Hakikat-Mârifet… Burada şeriatı, kabuk ve zâhir kabul ediyorlar. Fakat sistemi çözen hakiki ehl-i tarikat şöyle sıralama yapmışlar: Zâhir-Tarikat-Hakikat-Hakk (Sır)… Bu noktada, hakikati ihata etmek, “ ilim ”; hakkı ihata etmek, “ mârifet ” diye adlandırılmış. Bu sistemde, şeriat, hakk ve mârifet boyutunun adıdır. Üstad, şeriatın hakikati bilinmeyince böyle hatalar yapıldığını bildirmiş. Şeriat, insanın cismi ile ruhunu; hem insan ile diğer insanları ve kâinatı barıştıran sistemdir. Bu sistem, hakikatten ötesi ile olur. İkinci bahis, ilim-hikmet bahsi… Bu yön, kelam âlimlerine bakıyor. İlim, hakikate; hikmet ise, hakka ve sırra dairdir. Bu noktada hikmet, vahyin Kur’anî cephesini; ilim ise, Furkanî cephesini ifade eder. “ Kur’andadır hakk hikmet ispat ederim muhalif felsefeyi beş para saymam/ Furkandadır elmas hakikat dercân ederim sen gibi satmam[1] ifadesinde Üstad Bediüzzaman bu farkı açarç Hikmet, kasd, şuur, irade, ihtiyar ve ilimden meydana gelir.[2] Hikmet, ilimden daha ötesidir. Hikmet, bir şeyi bağlantılı olduğu şeylerle beraber bilmektir. Bu cihetten hikmet, zihinde bir harita oluşturur. Böyle harita-vari şekilde ispata yönelik manzara sunan delile ilm-i mantıkta “ hüccet ” denilir.[3] Hüccet, o nesneyi Kâbe gibi merkeze koyar; âlemdeki nesneleri onun etrafında saf tutan hacılara benzetir. İşte vahyin Kur’anî cephesi, şehadet âlemlerinin haritasını sunan “ Hüccetullahi’l-bâliğa ” dır.[4] Bir meseleyi hakikatiyle bilmeye, tahkik; hikmet ve sırrı ile bilmeye, tedkik denilir. Bu şekilde ilim ve hikmetiyle bilerek iman ve âmelde bulunmaya, “ tahkikî iman ” deniliyor. Bu, kelam âlimlerinin sözüdür.

* Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir: Nefs-i emmâre, kendini güçlü zanneder ve hisseder. Âcizliğini bir musibet veyahut herhangi bir his ile hissettiğinde karşısında Kadîr olarak Allah’ı bulur. Neden Zü’l-Celâl? Çünkü kudretin celalli tecellisi, aczi hissettirir; kudretin cemalli cilvesi, var eder ve varlığı hissettirir, lezzet verir. Bu yüzden nimette, gaflet; musibette, huzur vardır. Musibet, gaflet perdelerini yırtar. İnsana kulluğunu hatırlatır ve cidden hissettirir. Çünkü çaresizliğini gösterir. Bir kişi, çâresiz, âciz, musibetin esiri ve mahkûmu olduğunu gördüğü ve hissettiği anda kudretli birini arayışa geçer. Bu bir manevi seyr u süluku başlatır. Fakat bu yol çok kısadır. Maddi ve manevi hiçbir perde olmadan doğrudan doğruya Kadîr-i Zü’l-Celâl bulunur. Neden? Her nefis, kendisinin suçlu olduğunu bilir. Her musibet, o suçluluk hissini uyandırır. Bu cihetten nefis, hemen kendisini kınamaya başlar. Aslında her nefis, başına bir şeyler gelmesini bekler. Gelince de Allah’tan geldiğini bilir fakat dışarıya bunu göstermek istemez. Yalnız kaldığında Rabbine yalvarır. Dışarıya güçlü ve aziz gözükmek ister. Bunun için kendini müdafaa eder, aklar, abartmaya kaçar, yalana tevessül eder. İşte çok kısa ve en kısa bir yol! Neden kısa, çünkü acz hissedilince sen Allah’a gitmiyor, onu aramıyorsun. Çünkü O, yaşadığımız acı, musibet ve sıkıntı ile bize yakınlığını hakka’l-yakin hissettiriyor. O yüzden yol çok kısadır. Hz. Yunus (AS) bu kısa yolu, balık karnında iken görüyor. “ Zâlim, benim; Âdil, Sen… Hak ettim bu acıyı ” diyor.

* En keskin tarik olan aşk: Aşk, doğrudan doğruya Zât’a yöneliktir. Bu cihetten en keskin tariktir. Acz, Kadîr ismine bakar. Kadîr ismi de, Zât’a nurlu bir perdedir.[5] Acz, doğrudan doğruya Allah’a yol açsa da, nurlu perdede kalır. Fakat aşk, Zât’a bakar. Fakat aşk, kişinin kendisine karşı aşktan kafasını kaldırsa doğrudan doğruya Allah’a aşka dönüşmez, başka bir perdeye takılır. Buna, “ mâşuk-u mecâzi ” denilir.

* Onun zevâlini bulduktan sonra: Aşkta sevilenin cemalli olması ve cemalinin bâki ve daimi olması zaruridir. O yüzden zâil bir cemal, kalb için sevilecek yapıda değildir. Çünkü kalb, çirkini ve çirkinleşeni sevemez. Oysa Allah, kalb için ilk anda Mahbûb’dur. Yani              “ hüsün ” sahibi… Marifet arttıkça, Allah, kalb için Vedûd olur. Yani “ cemal ” sahibi… Mârifet daha da arttıkça, Allah, kalb için, Mâşuk olur. Yani “ kemal ” sahibi… Mârifet daha da artsa Allah, kalb için artık, Meşhud olur. Yani görünen… Mârifet kalb gözündeki perdeleri açar, Onu görür hale getirir. Mârifet ebedî şekilde artmakla, Allah’ın cemal ve kemali mutlakıyete doğru kulun dünyasında inkişaf eder. Kalbin aradığı gerçek sevgili böyledir.

* Şu tarik daha eslemdir: Tarihen de sâbit, birçok kişi bu yolda kaybetmişler. Fakr kanadına dayanan aşk, manevi sarhoşlukla birçok hataya sebep olmuştur. Oysa Hakikat-i Ahmediye (AS) olan hakiki velâyet ve ubudiyet, acz ve fakr kanatlarıyla olur. Hakikat-i Muhammediye (AS) olan risalet ve hilafet, şefkat ve tefekkür kanatlarıyla olur.

* Nefsin şatahat ve bâlâpervâzâne dâvâları: Şatahat, enâniyetten kurtulamayanlarda olur.[6] Gördüğünü hakikat zannetmekle, tecelliyi hakiki hayal etmekle ortaya çıkan bir haldir. Nefis, Allah’ın ona verdiği “ kâinatta tasarruf ” gibi hadiseleri kendine atfeder. Bu, bir imtihandır. Halk da bunu yanlış anlayınca o kişiyi, kendi başına o tasarrufu yapabilecek zanneder. Oysa velinin yapacağı sadece kavlî veya fiilî bir duadan ibarettir. Veren, Allah’tır. Kutub, Kayyum ismine; Mehdi, Hâdi ismine; Gavs, Muğîs ismine ayna olur. Aynaya cilve gelmezse, ayna parıldamaz. Burada acz, olmazsa olmaz bir hususiyettir.

* Çünkü, acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor: Sahabe yolu, insanın aslî malı olanı insana gösterir. Ancak o malı sahiplenebileceğini bildirir. İnsanın aslî malı, kudret değil acz-i mutlak; gına değil fakr-ı mutlak; kemal değil kusur-u mutlak; cemal değil naks-ı mutlak; ilim değil cehl-i mutlak; şuur değil gaflet-i mutlaka; izzet değil zillet-i mutlaka; ulviyet ve azamet değil süfliyet ve hakaret-i mutlakadır…[7]

* Bu tarik daha umumî ve cadde-i kübrâdır: Yani herkes rahatça gidebilir. Herkes bu yolda yol alabilir. Şâkire de yer var, zâkire de; ârife de yer var, âşıka da… Ârif, “ Her şey Onu anlatıyor, tanıtıyor ” der. Zâkir, “ Bana her şey Seni hatırlatıyor ” der. Âşık “ Her şeyde cemalini görüyorum, ey Sevgili ” der. Şâkir, “ Her şey bu muhtaç biçareye Senin ikram ve ihsanındır ” der. Fakat hepsi de her şeyi Allah’tan görür.

* Huzur-u daimî kazanmak için: Gaye, daimî huzur kazanmak… Yani hiçbir şekilde Allah’ı unutmamak… Bunun da yolu unutmaya sebep olacak şeylerden uzak durmaktır. Vahdet-i Vücud ehli, mânâ-yı harfî ile musibet ve nimetlere, özellikle musibetlere bakamadıkları için en kısa çözüm olarak kâinatı yok saymışlar. “ Maddi dünya yok ” demişler. Vahdet-i Şuhud ehli ise, nesnelerin melekûtunu görmüş, mülk cihetini görmemiş… Bu, nesneleri var saysa da onları cemali gösterir olarak görüyor. Fakat nesneler arasındaki bağları göremediği için “ rü’yet ” e eremiyor. Yani kemal-i İlâhiyi göremiyor. Şuhudda akıl gözü devre dışı… Yani kâinat yine okunmuyor.

* İdamdan ve hapisten gayet zâhir olarak Kur’ân affettiğinden: Allah, “ Var ve görünüyor ” diyor. O cihetten “ Yok ve görünmüyor ” demek Kur’an açısından yanlıştır. Kâinat ve insan, var; kâinat, insana musahhar… Kur’an böyle anlatıyor. Kâinat, vâhidiyet ve sıfata; insan, ehadiyet ve zâta aynadır. Nasıl kâinat, insana boyun eğiyor; aynı şekilde İlâhî sıfatlar da Zât-ı Akdes’e musahhardır. Bu hakikat kâinatta insan-kâinat ilişkisi ile ilan ediliyor.

* Sarf-ı nazar edip: Bütün problem nazarı yanlış kullanmak… Nazar, akıl gözüdür. Akıl, sebeplere ve tabiatlara takıldığı için; sebepler eliyle gelen musibetleri Allah’a veremediği için kâinatı okumaya çalışmak kalb ve ruhu kesrette boğar. Üstad burada formül veriyor: “ Aynı hadisede 2 sebep var: Zâhiri ve Hakiki… Zâhirî sebep, zulmeder; fakat Hakiki Sebep, aynı o hadisede adalet eder. Adalet-i İlâhîyi görebilmenin yolu itham tokmağını nefsin kafasına indirmektir. Nefis ezildikçe hakikat zâhir olur. Yani ‘ Yine nerede yanlış yaptım ki başıma bu geldi ’ deyip kusurunu araştırmakla enfüsteki karanlık perdeler aydınlanır. Musibet, enfüsteki karanlık perdeleri açtırmak içindir. Buna, tezkiye-i nefs denilir. ” Ehl-i Vahdet, Üstad’ın bu yolunu bulamamışlar. Allah’ın, dış sebepler eliyle nefsi tezkiye ve terbiye ettiğini görememişler. Görseler, Ehl-i Tevhid olurlardı. “ Ma esâbeke min hasenetin fe minallah ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsik[8] ( Sana ne hasene isabet ederse o Allah’tandır; her ne kötülük isabet ederse o kendi yüzündendir ) âyetini anlarlardı. Bu ayetin ilk kısmı Elhamdülillah’ı; ikinci kısmı ise Sübhanallah’ı ders verir. “ Nimet Ondan, Ona şükret; kusur senden, kendini kına ve Onu tesbih et. ”

* Mevcudatı kendileri hesabına hizmet: Bir şey ya kendisi için vardır veyahut başkası ve başkaları için vardır. Kendisi için var olana İlah denilir. Başkası veyahut başkaları için var olana kul denilir. Eğer akıl, mana-yı harfî ile bakmazsa, her bir şeyi başka şeylerle bağlı ve Allah ile bağımlı görmezse farkına varmadan o nesneye İlahlık atfeder. Onu kendi kendine var, kendi kendisi için var kabul eder… Buna, gaflet denilir.

* Fâtır-ı Zülcelâl hesabına istihdam: Her nesne bir fıtrat sahibidir; o fıtrata göre hareket eder. Bu zaruri ve kanuni hareketle, fıtratı veren adına çalışır. Bu cihetten kendisine değil, fıtratı veren için ve Onun kurduğu nizam için çalışır. Kur’an zaten buna, “ insana her şeyin musahhar kılınması ” ile işaret ediyor. İnsan ise, kendisi için değil, Allah için olmakla mükelleftir. Diğer nesneler, şuursuzdur; O ise, şuurluca bunu yapmakla vazifelidir.

* Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve aynadarlık vazifesinde: Kâinattaki nesneler, Esma-yı Hüsnâ’ya ayna ve mazhar olacak; insan ise, ehadiyet ile Zât’a ayna olacak. Zât’a ve Şahsiyet-i İlahiyeye ayna kim ise, halife Odur. Her şey, halifeye musahhar edilir. Mazhariyetin zıddı, “ masdariyet ” tir. Yani işin çıktığı yer, başnokta… Mesela güneş, ışık için masdar gibidir; o ışık bir aynaya gelse, ayna üstünden bize aksetse o vakit ayna mazhar olur. Yani güneşin göründüğü yer… Mazhariyet, içindeki Zâhir ismi ile, vücud hakikatine bakar. Önceki bölümdeki Vâcid-Mevcûd meselesi… Yani Allah’ın varlığını ve varlığının birliğini bildirmek… Ayna, Arapça’da mir’attır. Yani bir şeyi, kemaliyle gösteren nesne… Bu noktada ayna, cemal ve kemali gösterici demektir. Önceki bölümdeki Şâhid-Meşhûd meselesi… Allah’ın zât ve hakikatini, zâtının ve hakikatinin birlik ve tekliğini bildirmek ve göstermek… Aslında aynaya Arapça’da “ mişhed ” denilmeli… Çünkü aynanın kendisi cemali gösterir. Fakat Araplar, aynanın manevi derinliği içine koca kâinat girdiğini ve her şeyi bağlantılı olduğu şeylerle beraber gösterdiğini gördükleri için, bu hal de mükemmel bir yansıtmayı ifade ettiği için “ mir’at ” demişler.

* Mânâ-yı harfî nazarı: Yani, Tevhid nazarı… Buza ve buhara bakınca, suyu görmek… Onları suyun tecellileri olarak görmek… Bunun zıddı Şirk nazarı, yani mânâ-yı ismî… Akıl, Allah’a satılırsa Tevhid’e yükselir; satılmazsa sahibini hüzün ve korku dolu şirk cehennemine yuvarlatır.

* Mutlak gafletten kurtulup: Gaflet, çevresindekilerden habersizlik, çevresindekilerin hakikat ve sırlarıyla kendisine ne anlattıklarını fark edememek demektir. Allah’ın nesneler ve hadiseler diliyle kendisiyle konuştuğunu görememek, bilememek, fark edememek demektir. Gaflet-i Mutlakanın zıddı huzur-u daimîdir; bunun bir ilerisi şuur-u daimîdir… Allah’ın, kendisini ihata ettiğini; çevresindeki nesneleri ihata ettiğini, hatta o nesnelerle geniş bir daire yapıp insanı bir daha ihata ettiğini bilmek… İnsan, Kâbe; nesneler, o Kâbe’ye yüzü dönük saflar… Bu saflar halka halka bütün kâinatı içine alıyor. İşte huzur-u daimiyi, “ Nerede olursam olayım, ne zamanda olursam olayım Allah beni biliyor, görüyor ” hakikatini kâinat ve bütün var edilmişler çapında bilmektir. Yani Allah’ın ilminin haricinde olmak mümkün değildir. Ya perdeli ilmi içindesindir. Buna “ şehadet âlemi ” denilir. Veya perdesiz ilmi içindesindir. Buna “ gayb âlemi ” denilir. İnsan, ilm-i İlâhî olmadan var olamaz. Çünkü insanın cismi, kudretle burada yapıldığı ve bu ilimle olduğu gibi; insanın ruhu da ilim ve emir ile yapılır. İnsan, ilm-i İlâhî tezgâhında dokunmuş bir hakikat perdesi ve şuur tülü ve dantelasından ibarettir. İlâhî irade ve ilim cilvesiyle vardır. İşte dünyada bunu fark etmek, her hadisede İlâhî ilim kamerini ve nurunu; İlâhî irade güneşini ve ziyasını görmek mutlak huzur ve daimî huzur verir. Neden daimi huzur? Çünkü bir an bunu taşımak değil, devamlı taşımak lazım. Musibet denilen karanlık gece ve perde arkasındaki Hikmet Güneşini gör; nimet denilen gündüz ve tül arkasındaki Rahmet Güneşini gör…

* Herşeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır: Her şey bir tarik olur, Onun nuruna bizi götürür. O şey bir hakikati bildirir. O hakikat bizi Hakka eriştirir. Çünkü bütün hakikatler Hakk isminin cilvesidir. O şeyin, hakikati, ilimden; zâtı, hikmeti ve sırrı, irâdeden; vücudu ise, kudretten bir cilve ve nurdur. Hakk’tan kopuk düşünülemez. Mutlak Tevhid ve Külli Teslim gereği…

[1] Sözler, 17. Söz, 2. Makam, Karadut’un Bir Meyvesi.

[2] Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 55. Lisan Bahsi.

[3] Bediüzzaman Said Nursi, Kızıl Îcaz, Hüccet Bahsi.

[4] En’am suresi, 149.

[5] Sözler, 27. Söz, Zeyl.

[6] Mektubat, 29. Mektub, 9. Kısım, 4. Telvih.

[7] Hizbü’l-Envâri’l-Hakaikı’n-Nûriye, Münâcât-ı Veyse’l-Karanî.

[8] Nisa suresi, 79.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: