Abdullah Yeğin Ağabey Vefat Etti

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin talebesi Abdullah Yeğin ağabey Hakkın rahmetine kavuştu. Cenaze namazı Bugün ikindi namazına müteakip Fatih camiinde Diyanet İşleri Başkanımız Mehmet Görmez tarafından kıldırılacak ve Eyüp Sultan kabristanına defnedilecektir.

Ağabeyimize Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun.

Abdullah Yeğin ağabey Kimdir?

abdullah yeğin ağabeyAb­dul­lah Ye­ğin Ağa­bey, 1924 yılında Kas­ta­mo­nu’nun Araç il­çe­sin­in Kıyan köyünde doğ­du. Kas­ta­mo­nu’da or­ta mek­tep­te okur­ken daha çocuk sa­yı­la­cak yaş­ta, Bediüzzaman Said Nursi’yi ta­nı­dı ve hemen ziyaretine gitti. Meyve Risalesi’nin Al­tın­cı Me­se­le’sinde ge­çen “Mu­allim­le­ri­miz Al­lah’tan bah­set­mi­yor­lar. Bi­ze Ha­lı­kı­mı­zı ta­nıt­tır” sualinin sa­hi­bi­dir.

Abdullah Ağabey daha sonra Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesine (DTCF) kaydolur. Fakültede tercüme edebilecek kadar Arapça ve Farsça öğrenir, Almanca imtanını da başarıyla verir. DTCF sinin son sınıfında iken, 1951 senesinde gemileri yakar ve bir daha geri dönmemek üzere yollara düşer sevgili Üstadına vasıl olur. Niyeti bellidir, ûlvidir; Üstad’ınının yanında kalıp insanların imanına, Allah’ın birliğine, O’nun Kur’anına ve Peygamberinin hakkaniyetine Risale-i Nur yoluyla hizmet etmektir. Yeğin ağabey bu çileli ve meşakkatli yolu; yokluğu, açlığı, karanlık hapishane zindanlarını bilerek, iradesiyle talip olmuştur. Hz. Üstad bu arzusunu kabul eder. Fakat Urfa’da bir dersane-i nûriye açılmış ve oraya bir nur talebesinin gitmesi lazımdır. Urfa çok önemli bir hizmet merkezidir.

Bediüzzaman Hazretleri Abdullah Yeğin’i gönderir oraya. Askerliğini Urfa’dan gider Abdullah ağabey. Sonra tekra Urfa’ya dönder ve böylece Üs­tad’ın em­riy­le se­kiz-dokuz se­ne Ur­fa ders­ha­ne-i Nu­ri­ye­sin­de kal­mış olur. Abdullah Ağabey Üs­tad Haz­ret­le­ri­ni son yol­cu­lu­ğun­da, 1960’ın Mart ayında Ur­fa’da kar­şı­la­dı. He­pi­mi­zin is­ti­fa­de et­ti­ği “Ye­ni Lü­gat” isim­li kıy­met­li ese­ri­ni Üs­tad’ın şi­fa­hî em­riy­le ha­zır­la­dı­ğı, ha­tı­ra­la­rın­dan an­la­şı­lı­yor.

Ab­dul­lah Ağa­bey, Nur da­va­sın­dan de­fa­lar­ca mah­ke­me­ye ve­ril­di ve ha­pis yat­tı. Üs­tad’ın iki va­si­ye­tin­de adı “Ab­dul­lah” ola­rak geç­mek­te olup, bir­çok lâ­hi­ka mek­tu­bun­da da yi­ne “Abdul­lah” ve­ya “Araç­lı Ab­dul­lah” ola­rak adı­nı oku­mak­ta­yız. Abdullah Yeğin Ağabeyden çok miktarda ses ve görüntülü kayıtlarım var. Bazılarını bu kitaba alıyorum.

Ri­sa­le-i Nur’da Ab­dul­lah Ye­ğin

“… Bu va­si­yet­na­me ben­den son­ra ba­ki ka­lan ta­yı­nat için­de de ko­nul­sun; tâ ki ba­zı insaf­sız in­san­lar, ‘Bu Said gün­de beş-on ku­ruş­la ya­şa­dı­ğı ve kim­se­den pa­ra al­ma­dı­ğı hal­de şimdi­ki mi­ra­sı yü­zer li­ra gö­rü­nü­yor, ne­re­den bul­du?’ de­me­mek için bu ha­ki­ka­ti iz­har et­mek müna­sip olur.

“Şim­di ma­ne­vî ev­lât­la­rım, fe­da­kâr hiz­met­kâr­la­rım olan Zü­be­yir, Cey­lan, Sun­gur, Bayram, Hüsnü, Ab­dul­lah, Mus­ta­fa gi­bi has ve ha­lis Nur’un kah­ra­man­la­rı olan Hüs­rev ve Na­zif, Ta­hi­ri, Mus­ta­fa Gül gi­bi zat­la­rın ne­za­re­tin­de o düs­tu­ru­mun mu­ha­fa­za edil­me­si­ni va­si­yet ediyo­rum. Said Nur­sî” (Emir­dağ Lâ­hi­ka­sı-II, 217)

“An­ka­ra Dâ­rül­fü­nu­nun­da Nur’a ehem­mi­yet­li hiz­met eden ve Kas­ta­mo­nu’da mek­tep genç­le­rin­den en ev­vel Nur­la­ra gi­ren ve An­ka­ra’da­ki Ab­dur­rah­man’ın oğ­lu Vah­det’i hi­ma­ye ve mu­ha­fa­za­ya ça­lı­şan Araç­lı Ab­dul­lah’ın mek­tu­bun­da tam iman­lı ve din­da­ra­ne ve müj­de­kâ­ra­ne yaz­ma­sı…” (Emir­dağ Lâ­hi­ka­sı, 271)

Su­re­ti­nin ve si­re­ti­nin gü­zel­li­ği­ne hay­ran kal­mış­tım

Se­ne 1972… An­ka­ra’da üni­ver­si­te ta­le­be­siy­iz, Emek Ma­hal­le­si’nde bir ders­ha­ne­de ka­lıyo­ruz. Bir gün Ab­dul­lah Ye­ğin, Mus­ta­fa Türk­me­noğ­lu, Meh­met Ar­mut­çu­oğ­lu Ağa­bey­ler bera­ber­ce ders­ha­ne­mi­ze gel­di­ler. Ab­dul­lah Ye­ğin Ağa­be­yi ilk de­fa gö­rü­yor­dum.

Al­tın­cı Me­se­le’de ge­çen, “Kas­ta­mo­nu’da li­se ta­le­be­le­rin­den bir kıs­mı ya­nı­ma gel­di­ler. ‘Bi­ze Ha­lı­kı­mı­zı ta­nıt­tır, mu­al­lim­le­ri­miz Al­lah’tan bah­set­mi­yor­lar’ de­di­ler. Ben de­dim: ‘Si­zin oku­du­ğu­nuz fen­ler­den her fen, ken­di li­san-ı mah­su­suy­la mü­te­ma­di­yen Al­lah’tan bah­se­dip Ha­lı­kı ta­nıt­tı­rı­yor­lar; mu­al­lim­le­ri de­ğil, on­la­rı din­le­yi­niz’” ri­ca­sı­nı Ab­dul­lah Ağa­be­yin yap­tığı­nı du­y­muş­tum ve ken­di­si­ni hep me­rak edi­yor­dum. Su­re­ti­nin ve si­re­ti­nin gü­zel­li­ği­ne hay­ran kal­mış­tım; içim ısın­mış, hu­zur bul­muş­tum yan­la­rın­da… Bir ders okun­duk­tan son­ra Ab­dul­lah Ağa­bey, me­rak et­ti­ği­miz ha­tı­ra­la­rın­dan şöyle bah­set­ti:

“Bu­ra­ya bir ho­ca gel­miş, zi­ya­re­ti­ne gi­de­lim”

“1940’ta Kas­ta­mo­nu Li­se­si’nde ta­le­be iken be­nim gi­bi ‘Ri­fat’ adın­da din­dar bir ar­ka­daşım var­dı. Bir gün ba­na, ‘Bu­ra­ya bir ho­ca gel­miş, zi­ya­re­ti­ne gi­de­lim’ de­di. Ben de, ‘Pe­ki gi­delim’ de­dim. Var­dı­ğı­mız­da Üs­tad ya­ta­ğa ya­rı uzan­mış, ya­ni bir ye­re da­yan­mış, be­lin­den yu­karı­sı dik. Saç­la­rı ku­lak­la­rı­na ka­dar uzun, gö­zün­de­ki göz­lük ha­fif öne düş­müş hal­de elin­de bir ki­tap var­dı.

“Biz se­lâm ve­rip eli­ni öp­tük. Bi­ze göz­lü­ğün üze­rin­den ha­fif ba­ka­rak ‘Ma­şa­al­lah, ma­şa­al­lah!’ di­ye­rek bir-iki il­ti­fat et­ti ve iman-ahi­ret ders­le­ri ver­di…

“Ben es­ki Ab­dul­lah’ımı kay­bet­mi­şim!”

“Baş­ka bir gün, ‘Mu­al­lim­le­ri­miz Al­lah’tan bah­set­mi­yor­lar, bi­ze Ha­lı­kı­mı­zı ta­nıt­tır’ demiş­tim. Üs­tad uzun izah­lar­da bu­lu­na­rak ce­vap­lar ver­di. Daha son­ra ‘Al­tın­cı Me­se­le’ ola­rak ya­zıl­dı.

“Biz git­ti­ği­miz­de ek­se­ri­yet­le Meh­met Fey­zi Efen­di bi­ze ri­sa­le­ler­den okur, biz de ye­ni yazıy­la ken­di def­te­ri­mi­ze ya­zar­dık.

“Ben o za­man­lar­da Üs­tad’ı tam ta­nı­ya­ma­mış­tım. Bir za­man son­ra Üs­tad’ı İs­tan­bul’da zi­ya­ret et­ti­ğim­de, daha sa­y­gı­lı ve daha hür­met­kâr idim. Üs­tad o za­man ba­na, ‘Ben es­ki Ab­dullah’ımı kay­bet­mi­şim!’ de­miş­ti.

“Halk Par­ti­li­le­rin dük­kan­la­rı­nın önün­den ge­çer­di”

“Üs­tad’ımız hem çok te­va­zu sa­hi­biy­di, hem de kim­se­yi gü­cen­dir­mez­di. Kim olur­sa olsun Üs­tad’ımı­zı bir de­fa zi­ya­ret eden, bir de­fa gö­rü­şen he­men dost olur­du. Emir­dağ’da bulun­du­ğu­muz ye­rin ya­nı ba­şın­da Halk Par­ti­si’ne men­sup kim­se­le­rin dük­kan­la­rı var­dı.

Üs­tad’ımı­zın yo­lu ora­ya düş­mez­ken hu­su­sî ara­ba­yı o ta­ra­fa çe­virt­ti­rir, on­la­ra se­lâm ve­rir­di; on­lar da ‘Üs­tad bi­zi se­vi­yor’ der­ler, se­vi­nir­ler­di.

“Sen par­tin­de kal, bi­zi mü­da­faa et”

“Emir­dağ’da ‘Sü­ley­man’ is­min­de bi­ri­si Mil­let Par­ti­si’ne il­ti­hak et­miş idi. Bu şa­hıs Üs­tad’ımı­zın De­mo­krat Par­ti’ye rey ver­di­ği­ni bil­di­ği için, ‘Üs­tad’ım! Ben de DP’ye ge­çe­ce­ğim’ de­di. Üs­tad’ımız, ‘Yok, ol­maz! Sen Mil­let Par­ti­si için­de kal, bi­zim aley­hi­miz­de ko­nu­şan olur­sa bi­zi mü­da­faa eder­sin’ de­di, mü­sa­a­de et­me­di.”

Üs­tad’ın Ab­dul­lah Ağa­be­ye il­ti­fa­tı

Sun­gur Ağa­bey an­lat­mış­tı:

“Üs­tad’ımız, Ab­dul­lah Ağa­be­ye de­di ki: ‘Ab­dul­lah! Bu ye­ni hu­ruf­la tab’ı se­nin ha­tı­rın için mü­sa­a­de et­tim, bü­tün Kül­li­yat se­nin ha­tı­rın için ye­ni harfle ta­be­dil­di…’ İş­te Üs­tad, Abdul­lah Ağa­be­ye böy­le il­ti­fat et­miş­ti…

***

30 Ha­zi­ran 2001’de Ab­dul­lah Ağa­bey ve Üs­tad’ımız­la gö­rüş­müş ağa­bey­ler­den Kâ­mil Acar’la be­ra­ber, İz­mir Ke­mal­pa­şa Da­ğın­da çam or­ma­nı için­de­ki ders­ha­ne­ye be­ra­ber git­tik. Bir gün son­ra ya­pı­la­cak “Çam­lık der­si”ne gel­miş­ler­di. Bin­ler­ce ağus­tos bö­ce­ği­nin ceh­rî zi­kirle­ri al­tın­da ya­pı­lan gü­zel ders­ler­den son­ra Ab­dul­lah Ağa­bey bu­ra­da da ha­tı­ra­la­rı­nı bi­zim­le pay­laş­tı:

“Sı­la-i ra­him, mek­tup­la da olur”

“Ur­fa’da ders­ha­ne­de ka­lı­yor­dum; dört se­ne ka­dar ol­muş, ay­rı­la­ma­mış­tım. Üs­tad’a bir mek­tup gel­miş; ya be­nim ağa­be­yim yaz­mış o mek­tu­bu ve­ya an­nem bi­ri­ne yaz­dır­mış… An­nem mek­tup­ta de­miş ki: ‘Ben has­ta­yım, eğer bir-iki ay izin alıp gel­mez­se ben hak­kı­mı he­lâl et­miyo­rum!’

“Üs­tad’a böy­le bir mek­tup gel­miş. Be­nim ha­be­rim yok… Mek­tu­bu Üs­tad’a oku­muş­lar. Gü­ya Üs­tad de­miş: ‘Bir-iki ay izin yok, bir-iki gün var.’ Bu­nu da söy­le­yen Ze­ke­ri­ya Ki­tap­çı, şim­di Kon­ya’da pro­fe­sör… O ba­na iki sa­tır mek­tup yaz­mış: ‘Üs­tad’ımı­za böy­le bir mek­tup gel­di, an­nen has­tay­mış, Üs­tad bir-iki gün izin ver­di’ di­ye…

“Ben Ze­ke­ri­ya’nın mek­tu­bu­nu alın­ca, ‘Epey­dir Üs­tad’a gi­de­me­miş­tim, bir-iki gün izin­le Üs­tad’a da uğ­ra­rım’ di­ye doğ­ru Is­par­ta’ya git­tim. Üs­tad Emir­dağ’a git­miş, ben de Emir­dağ’a geç­tim. Tren­le gi­der­ken Nu­ri is­min­de Hay­ma­na­lı bi­ri­ne rast­la­dım. O da Üs­tad’a gi­di­yor­muş. Ta­nış­tık, Üs­tad’a be­ra­ber git­tik. İki­miz oda­ya ay­nı an­da be­ra­ber gir­dik. Üs­tad be­nim­le hiç ko­nuş­mu­yor, Nu­ri’yle ko­nu­şu­yor­du hep.

“Ney­se onu gön­der­di, ba­na, ‘Sen ni­ye gel­din?’ de­di. Ben de de­dim: ‘An­nem­den böy­le bir mek­tup gel­miş, siz de­miş­si­niz ki: Bir-iki ay izin yok, bir-iki gün var.’ Üs­tad, ‘Be­nim ha­be­rim yok!’ de­di. Ora­da Cey­lan Ağa­bey var­dı. ‘Efen­dim! Bu, Ze­ke­ri­ya’nın dol­mu­şu­na bin­miş…’ de­di. (Ab­dul­lah Ye­ğin Ağa­bey bun­la­rı an­la­tırk­en bir ta­raf­tan ken­di­si gü­lü­yor, bi­zi de gül­dü­rü­yordu.) ‘Pe­ki, bu­gün bu­ra­da kal’ de­di.

“Üs­tad er­te­si gün, ‘Ora­sı yal­nız ol­maz, ge­ri­ye dön. Sen mek­tup yaz­mı­yor­sun, sı­la-i rahim mek­tup­la da olur, sı­la-i ra­him yap­mı­yor­sun. Se­nin ora­yı terk et­men ol­maz, eğer se­ni gör­mek is­te­yen var­sa on­lar gel­sin’ de­di. Mü­sa­a­de et­me­di, ya­ni be­ni tek­rar Ur­fa’ya gön­der­di. O za­man ders­ha­ne­de Ab­dül­ka­dir Ba­dıl­lı yal­nız kal­mış­tı.

“Hu­ku­kul­lah, hu­kuk-u Re­su­lul­lah, hu­kuk-u Üs­tad…”

“Az ev­vel an­lat­tı­ğım ha­di­se­den baş­ka bir za­man da Üs­tad’la şöy­le bir ha­tı­ra­mız geç­ti, ta­ri­hi­ni tam ha­tır­la­ya­mı­yo­rum. (Ab­dul­lah Ağa­bey bu ha­tı­ra­yı Üs­tad’ımız­dan ay­nen gör­dü­ğü gi­bi eli­ni aça­rak, tek tek par­mak­la­rı­nı ka­pa­ta­rak an­lat­tı):

“Üs­tad eli­ni aç­tı. Baş­par­ma­ğı gös­te­re­rek, ‘Şu hu­ku­kul­la­hı gös­te­rir (baş­par­ma­ğı ka­pa­dı); şu hu­kuk-u Re­su­lul­lah (işa­ret par­ma­ğı­nı ka­pa­dı), şu hu­kuk-u Üs­tad (or­ta par­ma­ğı ka­pa­dı), şu hu­kuk-u va­li­de (yü­zük par­ma­ğı­nı ka­pa­dı), şu hu­kuk-u pe­der (ser­çe par­ma­ğı­nı ka­pa­dı)…’ Son­ra eli­ni tam ka­pa­ta­rak, ya­ni yum­ruk ya­pa­rak, ‘Bak bu baş­par­mak hep­si­ni kar­şı­lı­yor mu? İş­te bun­lar hu­ku­kul­laha ay­kı­rı hiç­bir şey em­re­de­mez­ler, (kü­çük par­mak­lar) em­ret­se­ler de din­len­mez’ de­di, Üs­ta­dı­mız.

“Me­mu­ri­ye­tin şart­la­rı ne­ler­dir?”

“Bir gün Üs­tad de­di: ‘Me­mu­ri­ye­te mü­sa­a­dem yok, sa­de­ce üç şart­la mü­sa­a­dem var:

1. Me­mu­ri­ye­ti Ri­sa­le-i Nur’a, di­ne, ima­na hiz­me­te ve­si­le ya­pacak.

2. Me­mu­ri­ye­ti dü­rüst ya­pacak, al­dığı ma­a­şı he­lâl et­ti­re­cek, doğ­­­ru­­luk­tan ay­rıl­ma­ya­cak.

3. Al­dığı ma­a­şı ik­ti­sat­la sarf ede­cek, za­ru­rî mas­raf­la­rı­na sarf ede­cek.

“Bu üç şar­tı ye­ri­ne ge­ti­ren­le­re me­mu­ri­ye­ti mü­sa­a­de edi­yo­rum.’

“Daha çok öğ­ret­men­li­ğe teş­vik eder­di.

“Üs­tad’ı Ur­fa’ya da­vet et­miş­tim”

“Cey­lan ba­na tel­graf çek­miş­ti, ‘Üs­tad yal­nız’ di­ye… Ur­fa’dan Is­par­ta’ya git­tim, ya­nın­da ‘Vah­şi Şa­ban, Kü­çük Ali Efen­di’ var­dı. Ba­na, ‘Ben yal­nı­zım di­ye se­ni ça­ğır­mış­lar, ben yal­nız de­ği­lim, sen ora­yı yal­nız bı­rak­ma, tek­rar Ur­fa’ya git’ de­di.

“Git­miş­ken Üs­tad’ı Ur­fa’ya da­vet et­tim. Ba­na de­di: ‘Ora­da Ri­sa­le-i Nur yok mu? Ri­sa­le-i Nur var­sa ba­na ih­ti­yaç yo­ktur, Ri­sa­le-i Nur olan yer­de Ri­sa­le-i Nur be­nim va­zi­fe­mi ya­par.’ Tek­rar sor­dum: ‘Üs­tad’ım, gel­me­ye­cek mi­si­niz?’ Hiç ses çı­kar­ma­dı, ne ‘ge­le­ce­ğim’ de­di, ne de ‘gel­me­ye­ce­ğim’ de­di; sû­kut et­ti. Üs­tad ‘ge­le­ce­ğim’ de­di mi ge­lir, çün­kü Üs­tad ya­lan söy­le­mez. Ay­rıl­dık, bir ay son­ra has­ta ola­rak gel­di Ur­fa’ya…

“Üs­tad ni­çin hün­gür hün­gür ağ­la­dı?”

“Üs­tad’ımız­la be­ra­ber Sa­rıy­er’e git­miş­tik. Oto­mo­bil­de Üs­tad, ben ve şo­för var­dı. De­ni­ze ba­ka ba­ka ge­li­yor­duk. Üs­tad’ımız bir ka­dın­la er­ke­ğin bir­bi­ri­ne sa­rıl­mış va­zi­yet­le­ri­ni gö­rün­ce bir­den hız­la ba­şı­nı öte­ki ta­ra­fa çe­vir­di ve baş­la­dı hün­gür hün­gür ağ­la­ma­ya… Kim bi­lir bu­günle­ri mi gör­müş­tü?

“Sa­de­ce çar­şı­da pa­zar­da bir­kaç ders­ha­ney­le ol­maz. Her ev ders­ha­ne-i Nu­ri­ye ol­ma­lı. Siz he­men ya­rım sa­at ders ya­pa­yım di­ye baş­la­ma­yın evi­niz­de. İl­kin iki da­ki­ka, üç da­ki­ka der­ken ya­rım sa­ate va­ra­cak­sı­nız.. Alış­tı­ra alış­tı­ra ol­ma­lı. Emir­dağ Lâ­hi­ka­sı-II’de Üs­tad’ımı­zın ev ders­le­ri­ne tav­si­ye­si var. Çocuk­la­rı sa­de­ce Kur’an kur­su­na gön­der­mek­le ol­maz, tah­ki­kî iman ders­le­ri için Ri­sa­le-i Nur­la­rı oku­ma­lı­lar.

“Evet Üs­tad’ımız, ‘On­lar ara­ma­lı, on­lar yal­var­ma­lı’ di­yor, ama ben kaç ke­re gö­züm­le gör­düm, Üs­tad ve­si­le ol­mak için ça­lı­şı­yor­du. Gö­zü­ne kes­tir­di­ği­ni he­men ya­nı­na ça­ğı­rır­dı. Türk­me­noğ­lu bu şe­kil­de ta­le­be ol­muş­tur…

“Üs­tad’a ge­len ih­tar ve Sun­gur Ağa­be­yin ba­ba­sı…”

“Üs­tad’ımız Emir­dağ’da iken ben de ora­da idim. Ra­ma­zan bay­ra­mı na­ma­zı­na git­tik. Na­maz­dan çı­kar­ken Üs­tad’ımız bu­yur­du ki: ‘Bir Meh­met hak­kın­da ih­tar var.’

“Bi­ze en ya­kın, Meh­met Ça­lış­kan’dı o za­man. Üs­tad’ın dış iş­le­ri­ni gö­rü­yor­du, mek­tup ad­res­le­ri fa­lan Ça­lış­kan Ağa­be­ye ait­ti. ‘Onu ça­ğır, hak­kın­da ih­tar var, ma­son­lar al­da­tı­yor­lar!’ de­di. Ben de git­tim ça­ğır­dım. Bay­ram sa­ba­hı, er­ken­den dük­ka­nı aç­mış, dük­kan­da bek­li­yormuş. Üs­tad’ımız ona ya­rım sa­at na­si­hat et­ti. ‘Bi­ze en ya­kın Meh­met sen­sin, ol­sa ol­sa bu Meh­met sen ol­ma­lı­sın; dik­kat et kim­se­ye ka­pıl­ma, kim­se­ye al­dan­ma!’ di­ye. Son­ra Ça­lış­kan Ağa­bey çok mü­te­es­sir ol­du, ‘Ben ne yap­tım aca­ba? Ben kö­tü bir şey yap­ma­dım’ di­ye…

“Bir-iki sa­at son­ra Üs­tad ba­na, ‘Git ba­ka­lım şöy­le bir do­laş, ba­ka­lım ne var ne yok’ de­di. Ben Ça­lış­kan Ağa­be­yin dük­ka­nı­na git­tim. Bi­ri­si gel­se za­ten onun dük­ka­nı­na ge­lir­di ön­ce, mek­tup gel­se onun ad­re­si­ne ge­lir­di; onun ad­re­si, Üs­tad’ın ad­re­siy­di. O gün bir­kaç ta­ne mektup gel­miş, mek­tup­la­rı Üs­tad’a ge­tir­dim. Üs­tad hep­si­ni bi­rer bi­rer oku­du.

“Bir Meh­met’ten mek­tup ge­li­yor. Mek­tup res­mî, sa­rı bir zar­fa ya­zıl­mış. Ya­zan, Sun­gur Ağa­be­yin ba­ba­sı, De­niz­li ta­ra­fın­da ho­cay­mış. Oğ­lu­nu şi­kâ­yet edi­yor. ‘Se­nin ta­le­ben böy­le mi olur? Ço­lu­ğu­na ço­cu­ğu­na bak­mı­yor, ge­li­yor se­nin ya­nı­na; işi gü­cü sa­na hiz­met et­mek’ vs. di­ye uzun bir şi­kâ­yet mek­tu­bu. He­men Üs­tad de­di, ‘Ta­mam, ih­tar bel­li ol­du; Meh­met Ça­lış­kan’ı ça­ğır, onu te­sel­li ede­lim’ de­di. Ça­lış­kan Ağa­be­yi ça­ğır­dım. Üs­tad, ‘Bak bu mek­tup­ta ne ya­zıyor. Her şe­yi­ni fe­da et­miş, ge­ce gün­düz Ri­sa­le-i Nur’la hiz­met ede­ce­ğim, di­yen oğ­lu­nu şi­kâ­yet edi­yor. Ma­son­lar böy­le in­san­la­rı al­da­tı­yor!’ de­di.

“On­dan son­ra Sun­gur Ağa­be­yin ba­ba­sı­na mek­tup ya­zı­lı­yor. Ben yoktum, Üs­tad’ı zi­ya­rete ge­li­yor; ar­tık Üs­tad’ımız ona ne­ler söy­le­di­y­se tam ir­şat ve ik­na ol­muş. On­dan son­ra ben bir ke­re gör­düm; ‘Ben Sun­gur’a ye­ti­şe­mi­yo­rum, Sun­gur hiz­met­te be­ni geç­ti’ di­yor­du. Son­ra Sungur Ağa­be­yi Üs­tad’ın em­ri­ne vak­fet­miş. ‘Üs­tad’ım! Be­nim bun­da hiç hak­kım yo­ktur! Se­nin em­rin­de­dir!’ de­miş.

“De­mek ih­tar na­sıl ge­li­yor? De­mek ki is­miy­le bi­le ih­tar bel­li. Kim­den ne­re­den bir teh­like var­sa onu Ce­nab-ı Hak bel­li edi­yor. İs­ter rü­ya şek­lin­de olur, is­ter il­ham şek­lin­de olur; onu ar­tık ih­ta­rı alan bi­lir, biz o ka­dar bi­le­me­yiz.”

Ders­ha­ne ada­bıy­la ala­ka­lı tav­si­ye­ler

Ab­dul­lah Ye­ğin Ağa­be­yin ders­ha­ne ada­bıy­la il­gi­li tav­si­ye­le­ri­nin yer al­dığı bir mek­tu­bu bu­ra­ya al­mak­ta fay­da mü­la­ha­za edi­yo­ruz:

“Had­dim ol­ma­ya­rak kar­deş­le­rim din­ler­ler­se on­lar­dan ri­ca­la­rım var. Ders­ha­ne­ler­de duran kar­deş­le­ri­me ri­ca ve is­tir­ha­mı­mı, dik­kat edi­le­cek hu­sus­la­rı bil­di­ğim ka­dar ya­za­ca­ğım:

1. Ri­sa­le-i Nur’a ta­le­be olan, on­da­ki ha­ki­kat­le­ri öğ­re­nir ve elin­den gel­se tat­bi­ke ça­lı­şır. Bi­rin­ci de­re­ce­de onun ala­ka­dar ol­du­ğu, ima­na kuv­vet ve­ren ha­ki­kat­ler­dir.

2. Ken­di­ni be­ğen­dir­me­ye, in­san­lar için­de nü­fuz sa­hi­bi ol­ma­ya ça­lış­maz.

3. Nur ta­le­be­le­ri­nin hep­si­ni ken­di­sin­den üs­tün ve te­miz bi­lir, ri­ya­kâr­lık eden­le­ri bil­se bi­le on­la­rın ha­ta­la­rı­nı teş­hir et­mez.

4. Ri­sa­le-i Nur’da bah­si geç­me­yen şey­ler­le uğ­raş­maz, baş­ka mev­zu­lar­la ala­ka pey­da edip on­la­ra vak­ti­ni sarf et­mez. İlk ta­nı­dık­la­rı­na ima­nî ba­his­ler oku­ya­bi­lir.

5. Kim­se­ye ta­hak­küm­va­ri ha­re­ket ede­rek ken­di­si­ni mer­ci yap­ma­ya ça­lış­maz.

6. Zah­met­li iş­le­re gö­ğüs ge­rer, ken­di­si yap­mak is­ter; yar­dım eden olur­sa ken­di men­faati­ne de­ğil, umu­mun men­fa­ati­ne ait ise ka­bul ede­bi­lir.

7. Hod­fu­ruş­luk, ken­di­ni be­ğen­miş­lik, ge­len­le­re kar­şı üs­tün­lük tav­rı­nı ve bil­giç­lik tav­rı­nı ta­kın­maz, böy­le ya­pan­lar­dan da hoş­lan­maz; sa­de­ce Al­lah rı­za­sı­nı dü­şü­ne­rek, kim­se­nin ameli­ni be­ğen­me­si­ni de­ğil, Al­lah’ın be­ğen­me­si­ni esas tu­tar.

8. Be­ra­ber kal­dı­ğı kim­se­le­re dai­ma yar­dım­cı, her hu­sus­ta on­la­rın dert or­ta­ğı ol­ma­ya çalı­şır. Şa­hıs­la­rı de­ğil, Nur’da­ki düs­tur­la­rı öğ­ret­me­ye gay­ret eder.

9. Sö­zü dö­nüp do­laş­tı­rıp iman ha­ki­kat­le­ri­ne ge­ti­rir. Yüz­de 80 in­san­lar afa­kî ha­di­sat­la uğ­raş­tı­ğın­dan, gaf­le­ti ar­tı­ran mev­zu­la­rı ke­se­rek, işi tat­lı­lık­la iman ha­ki­kat­le­ri­ne ge­ti­rir. Daima dün­ya­nın ahi­re­te ba­kan veç­he­si­ni esas tu­tar.

10. Be­ra­ber kal­dı­ğı kim­se­ler­den ay­rı­lır­ken ne­re­ye git­ti­ği­ni bil­di­rir.

11. Ku­sur gör­se onu ta­hak­küm­le de­ğil, lü­tuf­la ıs­la­hı­na ça­lı­şır. Ge­len mi­sa­fir ta­le­be ve­sair kar­deş­ler dai­ma gü­ler yüz ve hüsn­üis­tik­bal­le kar­şı­la­nır. So­rul­ma­yan dün­yevî iş­ler­den bah­se­dil­mez, bah­se­den­ler olur­sa ha­tır kır­ma­dan din­le­ne­rek kim­se gü­cen­di­ril­me­den ağır­la­nır. Men­fî şey­ler­den bah­se­den ol­sa ki­bar­lıkla, gü­cen­dir­me­den sus­tu­ru­lur ve­ya ders okun­ma­ya baş­la­nır. Daha iyi oku­yan var­sa din­le­mek ter­cih edi­lir.”

www.RisaleHaber.com