Adaletle İlgili Bir Soru

Kader ve adalet konusunda çokları tarafından şöyle sorulmaktadır:

Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan bir insan ile İslâm ülkesindeki bir insanın İslâmî hakikatleri bilme ve öğrenme imkânları elbette bir değildir. Bunlar arasında mesuliyet açısından bir fark var mıdır? Bu hâl, adalet-i İlâhiyye cihetiyle nasıl izah edilir?

Evvelâ şu hakikati hatırlatmakla mevzuya başlamakta fayda mülâhaza ediyoruz. Hesap sormak, siğaya çekmek, ancak Allah-u Azimüşşân’ın hakkıdır.Mahlûkatın O’na sual ve hesap sormaya hakkı yoktur.

Umum mülkün yegane sahibi, tek hâkimi Allah-u Azimüşşân’dır. O Sultan-ı Ezel ve Ebed kendi mülkünde elbette dilediği gibi tasarruf eder. Amma O Âdil-i Hakîm ve Rahîm-i Mutlak’ın bütün tasarrufatı hakîmâne, rahîmâne ve âdilânedir. Hiç kimse O’nun mahlûkatına O’ndan başka şefkatli ve merhametli olamaz. Yukarıdaki soruyu soranların görünüşte acıdıkları, gerçekte ise kendi günahlarına özür olarak ileri sürmek istedikleri o şahıs, Cenâb-ı Hakk’ın kuludur. Bizimle ilgisi sadece insaniyet cihetiyledir. Onu, ana rahminde bir damla su hâlinden rahmet ve inâyetiyle insan şekline getiren, ona akıl ihsan eden ve dünyadan faydalanabilmesi için gerekli bütün maddî ve mânevî cihazlarla techiz eden Allah-u Azimüşşân’dır. Öyle ise, o adama karşı hiç kimse onun Rahîm olan yaratıcısından daha şefkatli olamaz.

Kader ve adaletle ilgili meselelerin tetkikinde bu hakikatin gözden uzak tutulmaması gerekir. Her bir insanın, bu âlemde içinde bulunduğu farklı hayat şartları, fert, aile ve akraba dairelerinde karşılaştığı ayrı ayrı meseleleri, maişet noktasındaki değişik problemleri ve nihayet içinde bulunduğu memleketin kendisine has içtimaî yapısıyla ayrı bir dünyası vardır. Hikmetlerini hakkıyla bilemediğimiz, fakat âdil olduğundan da şüphe etmediğimiz bu İlâhî taksimatın neticeleri ahirette, yüce adalet gününde sergilenecektir. Bir ayette beyân buyurulduğu gibi,

“Kim zerre kadar hayır yapmışsa onu görecek. Kim de zerre kadar şer işlemişse onu orada görecektir.”11

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“Âyâ bu insan zanneder mi ki, başıboş kalacak? Hâşâ!.. Belki insan, ebede meb’ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzeddir. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek.”12

Bu dünyada faydalı sanılan birçok hâller, orada mesuliyetinin ağırlığı ile kulun büyük bir yükü olurken, zahmet ve meşakkat olarak görünen nice hâdiseler -sabretmek şartıyla- orada günahların affına vesile olacaktır.

Hâşir meydanı, hayvanların bile gerek insanlardan ve gerekse birbirilerinden olan haklarının alınacağı, hattâ bir kâfirin Müslümanda olan hakkının dahi hesaba katılacağı bir yüce adalet divânı olarak insanları beklemektedir. Hayvanların birbirinde olan küçük haklarını bile mahiyetini bilemediğimiz hassas bir teraziyle ölçen O Âdil-i Mutlak, elbette ki insanları da o mutlak adaletiyle muhakeme edecektir. “Boynuzlu koyundan boynuzsuz koyunun” hakkının alınacağını ifade eden büyüklerimiz, mahşerdeki adaletin inceliğine dikkat çekmişlerdir.

Bir kısım insanların, kader ve İlâhî adalet noktasındaki vesveseleri, işte bu adalet gününü düşünmemekten ileri gelmektedir. O günü düşünmeden, bir cihette yolun ortası olan bu dünyada, İlâhî adaletin kulların imtihan şartlarındaki tecellîsini lâyıkıyla anlamamız elbette imkânsızdır.

Zerre kadar şerrin dikkate alınacağı o adalet gününde, İlâhî adalete iftira edenlerin de hesaba çekileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Anlaşılmayan meselelere itiraz etmek yerine, merakla eğilmek ve öğrenmek akıl ve hikmetin muktezasıdır. Hem bir nev’i ibâdettir. Meselâ tıp ilmi, Hakîm-i Ezelî’nin insan vücûdunda hiçbir şeyi hikmetsiz ve faydasız yaratmadığına inanmanın neticesi olarak, herbir âzanın, kemiğin, sinirin, bezin vaziyetini araştırmış, bulmuş ve bugünkü seviyesine ulaştırmıştır. Bir doktor, neye yaradığını bilemediği bir âzayı faydasız kabul etse, cehaletini ilân etmiş olur. Onun anlamaması o âzanın faydasızlığına delil olamaz. Aynen öyle de, Âdil-i Mutlak olan Allah’ın adaletine iman eden bir kimse de, her hâdisede İlâhî adaletin tecellî ettiğine imân ile mükelleftir. Hatırına gelen suallerin cevabını bu anlayış içerisinde aramalıdır.

Cenâb-ı Hak, bir ayette mealen:

“Allah, kişiye ancak gücünün yeteceği kadar teklif eder.”13

buyurmakla, kullarına çekemeyecekleri yükleri teklif etmediğini açıkça bildirmektedir. Zira Mabud-u Hakk’ın emrettiği ibadetler, insanların gücünün yetmeyeceği şekilde değil, hatta insan takatinin çok altındadır. Müfessirler, Cenab-ı Hakk’ın emrettiği ibadetlerin insan takatinin son sınırı olmadığını ifade etmişlerdir. Yani bunun sınırı orucu bir ay tutmak ve namazı beş vakit kılmak değildir. Öyle ise, O’nun emirlerini yerine getirmede tembellik göstermek, hatta hiç yapmamak mümin kullarına yakışmadığı gibi, hem de bir cinayet-i azimedir.

İnsanın bedeninin tâkat getiremeyeceği veya mal varlığının kâfi gelmeyeceği yükler olduğu gibi, aklının da tek başına erişemeyeceği hakikatler vardır. Bunların hepsi, kullara çekemeyecekleri yüklerin yüklenmediği hakikati içerisindedir. Konuyu bazı misâllerle açıklayalım:

– Ayakta duramayacak kadar hasta olan bir kimse, namazını oturarak kılar.

– Oturamayacak ve kımıldayamayacak durumda bulunan bir hastanın ise namazı tehire kalır.

– Ramazan’da unutarak yemek yiyen kimsenin orucu bozulmaz.

– Kendisine zorla haram bir şey yedirilen kimse mesul olmaz.

– Fakir bir Müslümana hacca gitmek ve zekât vermek farz değildir.

Misâller çoğaltılabilir. Bunlar Cenâb-ı Hakk’ın Âdil-i Mutlak olduğuna ve kulları için tâkat getiremeyecekleri yükler takdir etmediğine birer delildir.

Allah-u Teâlâ mutlak adaletiyle kullarının mesuliyetlerini bedenî ve malî durumlarıyla olduğu gibi, içinde bulundukları şartlarla, imân hakikatlerini kavrama ve İslâmî hükümlere vâkıf olabilme imkânlarıyla da sınırlandırmıştır. Yâni, Allah, kullarının akıllarına da kaldıramayacağı yükleri yüklememiştir.Şu hakikati de bilmek icab eder:

İnsanların bu dünyadaki asıl vazifeleri Cenâb-ı Hakk’a imân ve O’na itaat etmek olduğundan, en düşük seviyedeki akla dahi Hâlık-ı Kerîm’in varlığını idrâk etme kabiliyeti verilmiştir. Az bir akılla dünya işleri lâyıkıyla görülemediği halde, bu kâinatın bir yaratanı olduğu bilinebilir. Diğer taraftan,bir eli olmadığında dünyevî işlerini bir derece aksattığı halde, aynı insan iki elini ve iki ayağını da kaybetse Allah’ı tanımasında, bilmesinde hiçbir noksanlık duymaz. Aklıyla bu kâinatın sultanını idrâk ettikten sonra, bedenî durumunun da müasadesi nisbetinde O’na karşı ibâdetini yapar.

Âdil-i Mutlak olan Allah-u Azimüşşân her insana bu dünya imtihanını kazanacak kadar akıl ihsan etmiş, akıl hastaları ile sinn-i teklife ulaşmayan çocukları imtihandan muaf tutmuştur.

Bu izahlardan sonra, mevzuun fetvâ cihetine gelelim: Mevzu, dünyanın ücra bir köşesinde veya esaret altındaki bir beldede dünyaya gelen bir insanın, bir İslâm ülkesinde dünyaya gelen insanla nasıl bir tutulacağı, bu iki şahsın imtihan şartlarındaki adaletin nasıl izah edilebileceği idi. Önce şunu belirtelim: Yukarıda durumu anlatılan insan, Hanefîlerin itikattaki imamları olan Mâtüridî’ye göre sadece kendisinin ve bu âlemin bir yaratıcısı olduğunu bilmekle mükelleftir. Diğer iman hakikatlerine ve İslâmî hükümlere aklıyla erişemeyeceği için, onlardan mesul değildir. Şâfiîlerin büyük çoğunluğunun itikattaki imamları olan İmam-ı Eş’arî’ye göre ise, böyle bir kimse Allah’a iman etmese de ehl-i necâttır. Fakat ilm-i kelâm âlimlerinin büyük çoğunluğu birinci görüşü benimsemişlerdir. Merhum Ömer Nasuhî Bilmen’in bu mevzu ile ilgili açıklamalarını önce kendi ifâdelerinden, daha sonra sadeleştirerek takdim edelim:

“Zaman-ı fetrette yaşayan ve kendilerine savt-ı nübüvvet vâsıl olmayan kimseler dahi Allah-u Teâlâ Hazretleri’ne imân ile mükelleftirler. Çünkü kuvve-i akliyeleri, fıtrat-ı selîmeleri kendilerini tevhide, marifetullaha sâiktir. Lâkin bunlar şer’î ahkâm ile mükellef olmazlar. Zira bu gibi hükümler Enbiyâ-ı İzâm tarafından tebliğ olunmadıkça akıl ile idrâk olunamaz.”

“Fetret, inkıta mânâsınadır. Bi’set-i enbiyânın inkıtaiyle vahy-i İlâhî’nin münkatı olduğu zamana denir. Hazret-i İsa ile Hâtem-ül Enbiyâ Hazretleri’nin arasındaki zamana ıtlakı mâruftur. Böyle bir zamanda yaşayan insanlara ehl-i fetret tesmiye olunur. Bi’set-i Nebeviyye’den sonra dünyaya geldikleri halde şâhik-i cebelde veya arzın meçhul bir kıt’asında yaşadıkları için kendilerine savt-ı İslâm vâsıl olmayan eşhas dahi ehl-i fetret hükmündedir.”

“Binaenaleyh bunlar bu cihetle mazur olduklarından namaz, oruç gibi şer’î ahkâm ile mükellef olmazlar. Ancak Allah-u Teâlâ’ya imanın bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş’arîye’ye göre mücerred akıl ve nazar marifetullah da kâfi değildir. Herhalde Allah-u Teâlâ’ya imanın vücûbu şer’i şerîf ile sabit olur. Ehl-i fetret adem-i imanından nâşi azab-ı nâra müstehak olmaz. Nitekim ‘Biz bir kavme Resûl göndermedikçe azab etmeyiz’14 nass-ı Kur’anîsi de bunu nâtıktır.”

“Fakat Mâtüridiyye Eimmesi derler ki: Allah Teâlâ’ya imân etmek fıtrat muktezasıdır. Herkes aklen tevhid-i Bâri’nin hüsnünü idrâk edebilir… Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima nazar-ı intibahına çarpan binlerce hilkat bediâlarını görür dururken bunların azîm mübdiinin vücuduna aklen istidlâl edememesi tecviz olunamaz… Âyet-i celîleyle nefyolunan azabtan maksad ise dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut bu âyet-i kerîmenin nâtık olduğu adem-i tazip, idrâki mümkün olmayan ahlâk-ı şer’iyyenin adem-i icrâsı hâline aittir. Yoksa aklen tahsili mümkün olan marifetullahın terkine şâmil değildir. Binaenaleyh marifetullah hususunda hiçbir âkıl mazur olamaz. Bazı ulemâya göre ehl-i fetret üç kısımdır:

“Birincisi, zaman-ı fetrette yaşadıkları halde akıl ve nazarlarıyla vahdaniyet-i İlâhiyeyi tasdik edenlerdir, bunlar ehl-i Cennet’tir.İkincisi, Cenâb-ı Allah’a şerik ittihaz edenlerdir, bunlar da ehl-i nârdır.Üçüncüsü, gaflet üzere olup fikr-i Ulûhiyetten zahil bulunanlardır. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır.”15

Yukarıdaki ifâdelerden anladığımız şudur:

Fetret zamanında yaşayan ve kendilerine peygamber sesi ulaşmayan kimseler dahi, Cenâb-ı Hakk’a iman etmekle mükelleftir. Çünkü akılları, bozulmamış fıtratları kendilerini Allah’ı bilmeye ve birliğine inanmaya götürür. Fakat bunlar diğer dinî hükümlerden mesul değildirler. Çünkü bu gibi hükümler, peygamberler tarafından tebliğ edilmedikçe akılla anlaşılamaz.

Fetret, kesilme mânâsınadır, peygamberlerin gönderilmesine ara verilerek, İlâhî vahyin kesildiği zamana denir. Bilhassa Hz. İsa ile son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) arasında geçen zaman için kullanılır. Böyle bir zamanın insanlarına fetret devrinde yaşayan kimseler denilir.

Peygamberimizin, peygamber olarak gönderilmesinden sonra, dünyaya geldikleri halde, yalnız olarak, dağ başında veya yeryüzünün bilinmeyen bir yerinde yaşadıkları için kendilerine İslâm’ın sesi ulaşmayan şahıslar dahi, fetret zamanında yaşamış insanlar hükmündedir.

Dolayısıyla bunlar bu cihetle mazur sayıldıklarından namaz, oruç gibi dinî hükümlerle mükellef olmazlar. Ancak, Cenâb-ı Hakk’a iman etmenin bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş’arîye’ye göre sırf akıl ve fikir Allah’ı bilmede yeterli değildir. Herhalde Allah’a imanın vâcib olması, din ile sabit olur. Fetret devri insanları, imân etmemekten dolayı Cehennem’e konulmazlar.

‘Biz bir kavme Resûl göndermedikçe azab etmeyiz.”

âyeti delil gösterir. Fakat Mâtüridîye imamları derler ki: Cenâb-ı Hakk’a iman etmek yaratılış gereğidir. Herkes aklıyla Allah’ın bir olduğunu anlayabilir… Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima, uyanık fikrine çarpan, hikmet ve sanatla yaratılmış binlerce eserleri görüp dururken, bunların Yüce Yaratıcısının varlığına akılla yol bulamaması câiz görülemez… Âyette, edilmeyeceği bildirilen azabtan maksat ise, dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut bu âyetin ifâde ettiği azab etmeme durumu; anlaşılması mümkün olmayan din hükümlerinin yerine getirilmemesi hâline aittir. Yoksa akılla öğrenilmesi mümkün olan Allah’ı bilmenin terki mânâsına gelmez.

Bundan dolayı, Allah’ı bilme hususunda hiçbir akıllı kimse mazur sayılmaz. Bazı âlimlere göre, fetret devri insanları üç kısımdır: Birincisi, fetret zamanında yaşadıkları halde, akıl ve fikirleriyle Allah’ın birliğini kabul edenlerdir. Bunlar Cennetliktir. İkincisi, Cenâb-ı Allah’a ortak koşanlardır; bunlar da Cehennemliktir. Üçüncüsü, gaflet üzerine olup, Ulûhiyet fikrini ihmal ederek hiç düşünmeyenlerdir. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır.

Ehl-i fetret hakkında üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

“Ehl-i fetret, ehl-i necâttırlar. Bil’ittifak, teferruattaki hatîatlarından muâhezeleri yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş’arî’ce, küfre de girse, usul-ü imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necâttır. Çünkü teklif-i İlâhî, irsal ile olur. Ve irsal dahi, ıttıla ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiyâ-yı salifenin dinlerini setretmiş, o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azab görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz.”16

Bu ifâdelerden de anlaşıldığı üzere,

Fetret döneminde yaşayanların, dinin teferruatındaki hatalarından dolayı ceza görmeyeceklerinde bütün âlimler fikir birliği içindedir. Hattâ İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş’arî’ye göre, bunlar iman etmeyip küfre girse bile ondan dahi mesul olmazlar. Çünkü mesuliyet ancak peygamber gönderilmesi ile tahakuk eder. Ayrıca peygamber gönderilmiş bulunduğunun ve peygamberin vazifesinin mahiyetinin de bilinmiş olması gerekir ki, mesuliyet bahis mevzuu olabilsin. Eğer peygamberlerin irşâdları, zamanın geçmesi ve gaflet gibi sebeplerden dolayı gizli kalır da anlaşılmazsa, bu hakikatlara vâkıf olamayanlar ehl-i fetret sayılırlar ve azab görmezler.

Burada şöyle bir sual de akla gelebilir:

– Peygamberin ismini ve vazifesini işiten, ancak bundan menfi şekilde haberdar edilen kimselerin durumu ne olacaktır?

Bu suale cevap olarak, İmam-ı Gazâlî Hazretleri’nin aşağıdaki tasnifine göz atalım. Bu tasnifin de İmam-ı Gazâlî Hazretleri o zamanda yaşayan Hristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır:

“İnancıma göre, inşâallah Allah-u Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümûlüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm’ın dâveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır:

a) Hazret-i Muhammed’in (s.a.v.) ismini hiç duymamış olanlar.

b) Hz. Peygamber’in ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mucizeleri duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir, kâfir ve mülhidlerdir.

c) Bu iki derece arasında bulunan grupdur. Hz. Peygamber’in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hz. Peygamber’i tâ küçüklüklerinden beri ‘İsmi Muhammed olan -hâşâ!- yalancının biri peygamberlik iddiasında bulunmuştur.’ şeklinde tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın ‘Müseylemetü’l-Kezzap’ olan yalancının biri Allah’ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia etmiş ve yalancı olarak peygamberliği ile meydan okumuştur” sözünü duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grubda olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamber’in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez.”17

Bugün gerek Hristiyan âleminde ve gerekse başka ülkelerde İmam-ı Gazâlî Hazretleri’nin tasnifindeki üçüncü gruba giren insanlara rastlamak mümkündür. Hristiyan âleminde ücra bir köşede içtimaî hayattan uzak ve Din-i Hakk’ı bulma imkânından mahrum birçok insanlar bulunduğu gibi, demir perde gerisinde esaret kamplarında hür dünyanın varlığından bile habersiz nice mazlumlar vardır. Bunların içinde bulundukları hayat şartları ve imkânları ile Din-i Hak olan İslâm dinini bulmalarının zorluğu meydandadır. Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti herşeyi ihata eden Allah-u Azimüşşân’ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette içinde bulundukları şartlarla mütenasip olacaktır.

Şurası da herkesin malûmudur ki, bir rejimin perdesi arkasında ulûhiyeti inkâr maksadıyla mutlak inanca, hususan İslâm dinine karşı dessasâne faaliyet gösteren ifsat komitelerinin mesuliyetleri, gafil ve mazlumlarla elbette bir olamaz.

Bu mevzu ile alâkalı olarak mazlum Hristiyanlar hakkında Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin şu ifâdelerini nakletmekte fayda görüyoruz:

“Âhirzamanda mâdem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî’ye (s.a.v.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş. Ve mâdem âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (a.s.) din-i hakikisi hükmedecek, İslâmiyet’le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (a.s.) mensup Hristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nev’i şehadet (şehitlik) denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffâret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır, diye hakikatten haber aldım… Eğer o felâketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesât-ı semâviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın mânevî ve uhrevî (ahirete ait) neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir.”18

Yukarıdaki ifâdeler, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bu husustaki görüşlerinin hülâsası mahiyetindedir. Bu sebeple yukarıda takdim edilen açıklamaları kâfi bularak diğer kaynaklardan nakiller yapmadık. Konu ile ilgili geniş bilgi isteyenler diğer kelâm kitaplarına, bilhassa Abdurrahman Cezerî’nin Mezâhib-i Erbaa adlı eseriyle, Aliyyü’l-Karî’nin Şerhu’l-Emâli ve Şerh alel-Fıkhi’l-Ekber adlı eserlerine bakabilirler.

Şimdi de mezkûr sualin diğer bir yönü üzerinde kısaca duralım: İslâmiyet’te, bir İslâm beldesinde dünyaya gelen kimsenin mutlaka Cennet ehli olacağına dair bir hüküm yoktur. İslâm tarihini tetkik edenler bilirler ki, Asr-ı Saadet’te Hazret-i Resûlullah’ın (s.a.v.) kapı komşusu olan Yahudiler, Müslümanlığı kabul etmemiş ve hayatlarını Yahudi olarak sürdürmüşlerdir. İslâmiyet, Resûlullah’ın (s.a.v.) devrinde en canlı devrini yaşamış olmasına rağmen, o gün Mekke’de yine müşrikler ve kâfirler vardı. Eğer Mekke’de doğan bir insanın Müslüman olması gerekseydi, Ebû Cehil’in, Hazret-i Resûlullah’ın (s.a.v.) öz amcası Ebû Leheb’in de Müslüman olması icab ederdi. Bilindiği gibi, Hz. İbrahim’in babası Nemrud’un putçusuydu ve inkârcılardandı. Lût Aleyhisselâm’ın karısı, Nûh Aleyhisselâm’ın ise hem karısı, hem oğlu imân etmedi. Diğer taraftan, Firavun, Allah’ı inkâr edip ulûhiyet dâva ederken, Hz. Musâ (a.s.) onun sarayında, hattâ onun kucağında yetişti. Firavun’un karısı da Allah’a inanan bir kimseydi. Peygamber Efendimiz (s.a.v) çok arzu etmesine rağmen amcası Ebu Talip de iman etmedi.

“Sen sevdiğin kimseyi hidâyete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidâyet verir.”19

ayeti bu hakikatı açıkça ifade eder.

Demek ki, Rabbini arayan ve O’na yönelen bir kul, Firavun kucağında bile olsa hidâyet nûruna kavuşur. Eğer bir kul Hakk’a karşı kör olsa, peygamber oğlu veya peygamber babası olması dahi onu felâketten kurtaramaz. Bugün de İslâm memleketlerinde binlerce camiler, minareler, ezanlar, İslâmî örf ve âdetler, hattâ mezar taşları İslâm’ı telkin ederken, hâlâ İslâm’dan uzak ve Allah’tan gafil nice insanlar yok mudur?

Bu noktada, bazı kimseler tarafından sorulan bir suale de kısaca cevap vermekte fayda mülâhaza ediyoruz:

Sual: Dünyada ortalama altmış yetmiş sene gibi kısa bir ömrün neticesi olarak mü’minin cennette, kâfirin ise cehennemde ebediyen kalması adalet-i İlâhiyye noktasından nasıl izah edilir?

Cevap: Bu mesele birçok cihetlerle izah edilebilir. Biz bunlardan bazılarını kısa olarak beyân edeceğiz:

Evvelâ, bir mü’min Allah’ın varlığına, birliğine, O’nun mutlak ve nihayet kemâldeki sıfatlarına inanmakla ve O Sultan-ı Ezel ve Ebed’e intisap etmekle nihayetsiz bir kıymet kazanır. Cenâb-ı Hakk’ın ihsanına, lütuf ve ikrâmına mazhar olur. Böyle bir keyfiyetin neticesi ise, nihayetsiz bir saadettir.

Hem mü’min umum mahlûkatın reisi olarak onların tesbihat ve tahiyyatlarını kendi namına Mâbûd-u Bilhakk’ın dergâhına takdim etmekle küllî bir ibâdet yapmış olur. Kendisine teveccüh eden nihayetsiz nimetlere karşı küllî bir şükür ile mukabele eder. Bu âlemdeki bedî ve garip sanat-ı ilâhiyyeyi hayret ve tefekkür ile temaşa eder, Sâni-i Zülcelâl’i tesbih, tazim ve takdiste bulunur. Böylece kendisine Allah tarafından ebedî bir temaşagâh ve ziyafetgâhın kapıları açılır. Bediüzzaman Hazretlerinin şu harika misalini dikkatinize sunmak istiyorum:

“Nasılki bir adam beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: «Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?» Birden der: «Ey seyyidim! Bütün şu kıymetdar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünki: Sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim.» 

“İşte hiç ihtiyacı olmayan ve raiyetinin derece-i sadakat ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabûl eden o pâdişah, O bîçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek itikad liyakatını, en büyük bir hediye gibi kabûl eder.Aynen öyle de: Âciz bir abd, namazında «Ettahiyyâtü lillâh» der. Yâni: Bütün mahlûkatın hayatlarıyla sana takdim ettikleri hediye-i ubûdiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler sana takdim edecektim. Hem sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın. İşte şu niyet ve îtikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir.”20

Hem imanın kudsiyetine eren bir mü’min, dünyada faraza ebedî yaşamış olsa, Hâlık-ı Zülcelâl’ine ebediyen itaat ve ibâdet edecek, emirlerine inkiyadda bulunacaktır. Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır, sırrınca Cenâb-ı Hak mü’minin bu niyetini bilfiil kabul ederek ona fazlından ebedî bir Cennet’i ihsan buyurur.

“Kâfirin Cehennem’de ebedî kalması” hükmüne gelince:

Evvelâ, küfür, hadsiz bir cinayettir, affı kabil değildir. Zira kâfir nihayetsiz bir kemâl ve cemâl sahibi olan Allah-u Azimüşşân’ı inkâr etmekle O Zât-ı Akdes’in azamet ve kibriyâsını, İzzet ve Celâlini tekzib ediyor; ulûhiyetinin haysiyetine, rubûbiyyetinin izzetine dokunuyor. Hem, Esmâ-i İlâhiyye’nin kâinattaki nihayetsiz tecellilerini tesadüf ve tabiata havale etmekle nihayetsiz bir cinayet işliyor ve O Mâbûd-u Bilhakk’a ibâdet eden umum mahlûkatın hukukuna tecâvüz etmiş oluyor. Elbette böyle nihayetsiz cinayetlerin cezası da ancak ebedî bir Cehennem olabilir.

Hem, küfürdeki isyan ve inkârı ile kâfirin hayra kabiliyeti selb oluyor. Cenâb-ı Hakk’ın vermiş olduğu nihayetsiz hayır kabiliyetini nihayetsiz şerre inkılâb ettiriyor. Faraza bu hâliyle dünyada ebediyen kalsa, küfür, inkâr ve isyanına devam edecektir. Nihayet derecede tefessüh eden ve hayra kabiliyeti kalmayan böyle bir kâfirin cezası, elbette ebedî bir Cehennem’dir.

Bu mevzuyu Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin şu veciz ifâdeleri ile tamamlayalım:

“Cehennemin vücudu ve şiddetli azabı, hadsiz rahmete ve hakikî adalete ve israfsız, mizanlı hikmete zıddiyeti yoktur. Belki rahmet ve adalet ve hikmet, onun vücudunu isterler.Çünkü nasıl ki bin masumların hukukunu çiğneyen bir zâlimi cezalandırmak ve yüz mazlum hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek, adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zâlimi affetmek ve canavarı serbest bırakmak bir tek yolsuz merhamete mukabil yüzer biçârelere yüzer merhametsizliktir. Aynen öyle de, Cehennem hapsine girenlerden olan kâfir-i mutlak, küfrüyle hem o Esmâ’ya şehâdet eden mevcudatın şehâdetlerini tekzib ile hukuklarına tecâvüz ve mahlûkatın o Esmâ’ya karşı tesbihkârâne yüksek vazifelerini inkâr etmekle hukuklarına tecâvüz ve kâinatın gaye-i hilkati ve bir sebeb-i vücudu ve bekası olan tezahür-ü Rubûbiyet-i İlâhiye’ye karşı ubûbiyetle mukabelelerini ve âyinedarlıklarını tekzib ile hukukuna bir nev’i tecâvüz ettiği haysiyetiyle öyle azîm bir cinayet, bir zulümdür ki, affa kabiliyeti kalmaz. “İnnâllahe lâ yağfiru en yüşrake bihî” (Allah kendisine ortak koşulmasını affetmez) âyetinin tehdidine müstehak olur. Onu Cehennem’e atmamak, bir yersiz merhamete mukabil, hukuklarına taarruz edilen hadsiz dâvâcılara hadsiz merhametsizlikler olur.”

“İşte o dâvâcılar, Cehennem’in vücudunu istedikleri gibi, İzzet-i Celâl ve Azamet-i Kemâl dahi kat’î isterler.Evet, nasıl ki bir serseri âsi ve raiyete tecâvüz eden bir adam, oranın izzetli hâkimine dese: “Beni hapse atamazsın ve yapamazsın” diye izzetine dokunsa, elbette o şehirde hapis olmasa da o edebsiz için bir hapis yapacak, onu içine atacak. Aynen öyle de, kâfir-i mutlak, küfrüyle izzet-i celâline şiddetle dokunuyor. Ve azamet-i kudretine inkâr ile dokunduruyor. Ve kemâl-i rubûbiyetine tecâvüzüyle ilişiyor. Elbette Cehennem’in pek çok vazifeler için pekçok esbab-ı mucibesi ve vücudunun hikmetleri olmasa da, öyle kâfirler için bir Cehennem’i halk etmek ve onları içine atmak, o İzzet ve Celâlin şe’nidir.”21

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

11. Zilzâl Suresi 99/ 7-8.
12. Mesnevi-i Nuriye.
13. Bakara Suresi 2/286.
14. İsrâ Suresi 17/15.
15. Ö. N. Bilmen Muvazzah İlm-i Kelâm, s, 82.
16. Mektubat.
17. İmam-ı Gazalî, İslâm’da Müsamaha, s, 60-61 (Terc. Süleyman Uludağ).
18. Kastamonu Lâhikası.
19. Kasas Suresi 28/56.
20. Sözler.
21. Şualar.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: