Akıllıları Tenvir Eden Nurlardan

RABBİM! SANA KARŞI ŞÜKRÜMÜZÜ NASIL EDA EDELİM?

        10- “Sâdisen: Eşyanın yaratılışında ve masnuatın san’atındaki latif incelik ve nazenin güzellikleri temaşa ile tenzih makamında Fâtır-ı Zülcelal, Sâni’-i Zülcemal’lerine muhabbet ve iştiyak vazifesine girdiler.       Demek kâinata ve âsâra bakıp, gaibane muamele-i ubudiyetle mezkûr makamatta mezkûr vezaifi eda ettikten sonra Sâni’-i Hakîm’in dahi muamelesine ve ef’aline bakmak derecesine çıktılar ki, hazırane bir muamele suretinde evvelâ Hâlık-ı Zülcelal’in kendi san’atının mu’cizeleriyle kendini zîşuura tanıttırmasına karşı hayret içinde bir marifet ile mukabele ederek Evet: “Sübhaneke ma arafnake hakka mağrifetik” dediler. “Senin tarif edicilerin bütün masnuatındaki mu’cizelerindir.” Sonra o Rahman’ın kendi rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmesine karşı, muhabbet ve aşk ile mukabele edip: “İyyake nağbüdü veiyyake nesteın” dediler. Sonra o Mün’im-i Hakikî’nin tatlı nimetleriyle terahhum ve şefkatini göstermesine karşı şükür ve hamd ile mukabele ettiler; dediler:

Yani “Sübhaneke vebihamdike” “Senin hak şükrünü nasıl eda edebiliriz? Sen öyle  şükre lâyık bir meşkûrsun ki, bütün kâinata serilmiş bütün ihsanatın açık lisan-ı halleri, şükür ve senanızı okuyorlar. Hem âlem çarşısında dizilmiş ve zeminin yüzüne serpilmiş bütün nimetlerin ilânatıyla hamd ve medhinizi bildiriyorlar. Hem rahmet ve nimetin manzum meyveleri ve mevzun yemişleri, senin cûd u keremine şehadet etmekle senin şükrünü enzar-ı mahlukat önünde îfa ederler.” Sonra şu kâinatın yüzlerinde değişen mevcudat âyinelerinde cemal ve celal ve kemal ve kibriyasının izharına karşı, Evet “Allahü Ekber” deyip tazim içinde bir aczle rükua gidip mahviyet içinde bir muhabbet ve hayretle secde edip mukabele ettiler. Sonra o Ganiy-i Mutlak’ın servetinin çokluğunu ve rahmetinin genişliğini göstermesine karşı; fakr ve hacetlerini izhar edip, dua edip, istemekle mukabele edip, Yani “Veiyyake nesteın” dediler. Sonra o Sâni’-i Zülcelal’in kendi san’atının latiflerini, hârikalarını, antikalarını, sergilerle teşhirgâh-ı enamda neşrine karşı,   Yani “Maşaallah” deyip takdir ederek: “Ne güzel yapılmış!” deyip istihsan ederek, Yani “Barekellah” deyip müşahede etmek, Yani “Amenna”  deyip şehadet etmek; “Geliniz, bakınız!” hayran olarak,Yani “Hayye alelfelah” herkesi şahid tutmakla mukabele ettiler. Hem o Sultan-ı Ezel ve Ebed, kâinatın aktarında kendi rububiyetinin saltanatını ilânına ve vahdaniyetinin izharına karşı; tevhid ve tasdik edip, Yani “Semiğna ve etağna” diyerek itaat ve inkıyad ile mukabele ettiler. Sonra o Rabb-ül Âlemîn’in uluhiyetinin izharına karşı; za’f içinde aczlerini, ihtiyaç içinde fakrlerini ilândan ibaret olan ubudiyet ile ve ubudiyetin hülâsası olan “namaz” ile mukabele ettiler. Daha bunlar gibi gûna-gûn ubudiyet vazifeleriyle şu dâr-ı dünya denilen mescid-i kebirinde fariza-i ömürlerini ve vazife-i hayatlarını eda edip ahsen-i takvim suretini aldılar.” (Sözler:124)

DÜŞÜNMEK VE DERKETMEK FİKİRDİR.

         “Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah, ne fiat istiyor? Elcevab: Evet o Mün’im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiat ise; üç şeydir. Biri: Zikir. Biri: Şükür. Biri: Fikir’dir. Başta “Bismillah” zikirdir. Âhirde “Elhamdülillah” şükürdür. Ortada, bu kıymettar hârika-i san’at olan nimetler Ehad-i Samed’in mu’cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derketmek fikirdir. Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece belahet ise, öyle de; zâhirî mün’imleri medih ve muhabbet edip, Mün’im-i Hakikî’yi unutmak; ondan bin derece daha belahettir. Ey nefis! böyle ebleh olmamak istersen; Allah namına ver, Allah namına al, Allah namına başla, Allah namına işle. Vesselâm.” (Sözler:7)

MİRACIN KIYMET VE EHEMMİYETİ…

        12- “İşte Kur’an-ı Hakîm, Habib-i Ekrem Aleyhi Efdalüssalâtü Ve Ekmelüsselâm’ın Mi’racının mebde’i olan, Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya olan seyranını zikrettikten sonra, Yani “İnnehü hüves- semiul besir” der. Ve Necim süresinde: “Vennecmi iza heva” işaret olunan münteha-yı Mi’raca remzeden: Yani “İnnehü” deki zamir, ya Cenab-ı Hakk’a raci’dir veyahut Peygamberedir (A.S.M.). Peygambere göre olsa, kanun-u belâgat ve münasebet-i siyak-ı kelâm şöyle ifade ediyor ki: Bu seyahat-ı cüz’iyede bir seyr-i umumî ve bir urûc-u küllî var ki; tâ Sidret-ül Münteha’ya, tâ Kab-ı Kavseyn’e kadar meratib-i külliye-i esmaiyede gözüne, kulağına tesadüf eden âyât-ı Rabbaniyeyi ve acaib-i san’at-ı İlahiyeyi işitmiş, görmüştür, der. O küçük cüz’î seyahatı hem küllî, hem mahşer-i acaib bir seyahatın anahtarı hükmünde gösteriyor.” (Sözler:560)

CAHİLLERİN ALLAHA İNANDIKLARI VE HAKİKİ İMAN…

        13-  “Tevhid iki kısımdır. Meselâ: Nasılki bir çarşıya ve bir şehre büyük bir zâtın mütenevvi malları gelse, iki çeşitle onun  malı olduğu bilinir. Biri; icmalî, âmiyanedir ki: “Bu kadar azîm mal, ondan başka kimsenin haddi değil ki sahib olabilsin.” Fakat böyle âmi bir adamın nezaretinde çok hırsızlık olabilir. Parçalarına çok adamlar sahib çıkabilir. İkinci çeşit odur ki; her denk üzerinde yazıyı okur, her bir top üstünde turrayı tanır, herbir ilân üstünde mührünü bilir bir surette “Herşey o zâtındır” der. İşte şu halde herbir şey o zâtı manen gösterir. Aynen öyle de: Tevhid dahi iki çeşittir.

        Biri: Tevhid-i âmi ve zâhirîdir ki, “Cenab-ı Hak birdir, şeriki nazîri yoktur, bu kâinat onundur.”

        İkincisi: Tevhid-i hakikîdir ki, herşey üstünde sikke-i kudretini ve hâtem-i rububiyetini ve nakş-ı kalemini görmekle doğrudan doğruya herşeyden onun nuruna karşı bir pencere açıp onun birliğine ve her şey onun dest-i kudretinden çıktığına ve uluhiyetinde ve rububiyetinde ve mülkünde hiçbir vechile, hiçbir şeriki ve muini olmadığına, şuhuda yakın bir yakîn ile tasdik edip iman getirmektir ve bir nevi huzur-u daimî elde etmektir.” (Sözler:292)

 Bu güzel hakikatleri kardeşlerle paylaşan: Abdülkadir HAKTANIR.

 

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: