Aleyhissalatü Vesselamın Mirac Esnasında Dökülen Şefkat Duyguları

Rahmet sahibi olan Allah, benliğinde duygular taşıyan muhataplardan  Kendisine muhatap olanların içerisinde, kendi benliğinden geçtiği halde, merhamete muhtaç olanlardan geçmeyen, şefkatin gereği olarak, kendi duygularından geçtiği halde ikrama muntazır olan nefisleri çiğnemeyen birini elbette seçecektir. Bu tarife bil içtima ve bil ittifak layık olan Muhammed (s.a.v.)’dir. Çünkü:

Gerek risaletten önce, gerekse risalet döneminde tüm hayatı boyunca bir başka nefsin rağmına hareketi olmamıştır. Enaniyetini kibre vesile kılmamış, Rabbini tanımaya samimi bir merdiven kılmıştır. Hadis külliyatında kayıtlı sözlerinin bir çoğunda kendini gösteren gerek muhataplarına, gerekse Rabbine karşı ciddi yaklaşımları kendi nefsini ve benliğini çok iyi tanıdığının, aklını mustakim bir tarz ile kullandığının sayısız şahitleri varır. Taif’te bin bir hakaretle ayakları kanayıncaya kadar taşlandıktan sonra “bilmiyorlar Rabbim, bilselerdi yapmazlardı” diyerek Allah’a kendisini taşlayanları helak etmemesi için onların adına istiğfarda bulunan birisidir Aleyhissatu vesselam. Taif halkını helak etmekle görevli olarak kendisine gönderilen ve “Beni Rabbin gönderdi Ya Muhammed! Dile, iki dağı birleştirerek Taif halkını helak edeyim!” diyen meleği “Hayır! Onları helak etme! Umulur ki Rabbim onların neslinden kendisine kulluk eden bir ümmet yaratır” diyerek geri çevirmiş, kendisini taşlayanlardan pek ümidi olmadığı halde, taşlayanların neslinden ve Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemiştir. Tüm hataları önceden mağfiret edildiği halde, ibadetten geri kalmamış, ibadetinde o kadar bulunduğu hayat mertebesinden koparak Allah’a yönelmiştir ki, bir defasında eşi Hz. Aişe, Resûlüllah’ın secdesinin uzunluğu yüzünden onun ruhunu teslim ettiğini zannetmiştir.

Resûlü Ekrem, insan kalbindeki aşkın muhabbetin, vicdanındaki aşkın coşkuların, nefsindeki aşkın şefkatin, aklındaki aşkın muhatabiyetin, benliğindeki aşkın zâtî sevdaların tümünü, ihsan halinin halka ve hakka yönelik her iki tarzını varlığında en yüksek derecede buluşturmuştur. Neticede müteâl rahmet sahibi olan Allah, bu alemin hikmetini çözerek arkalarındaki hakikatleri şefkatli bir hal ve korkusuz bir teslimiyetle ilan eden Zat-i Ahmed’i Muhammed a.s.m.; hakikatlerin direkt olarak görülemediği, ancak dolaysı ile hikmetlerin arkasında göründüğü bu ilişkiler aleminden, hakikatlerin perdesiz bizzat müşahede edildiği makamlara, kaynağından seyredildiği Arş-ı Azam’a götürerek, onda bir mutlak yakınlık, bir daimi huzur oluşturmuştur. Ki, en çirkin muamelede, en ümitsiz bir durumda bile Resulüllah (a.s.m)’da bir zillet, bir fütur meydana gelmemiştir ve hikmet dairesinin olayları onu kalıcı bir şekilde etkileyememiştir.

—Simgesel bir anlatım olarak anlaşılmak kaydıyla— Aklî muhatabiyetinin simgesel bir şekli olarak Mescid-i Haram’dan alınan Muhammed (s.a.v.), Mescid-i Aksa’ya kadar seyrettirilmiştir. Sıfat ve şuunat-ı İlâhiyeye dair benliğindeki aşkın mukayeselerin neticesinde içerisine girdiği ihsan halinin bir gereği olarak, semavatta seyr-ü sefer ile Arş-ı Âzam’a kadar götürülmüştür. Sonrasında ise, geride bıraktığı arkadaşlarına dair nefsinde taşıdığı şefkat, Rabbinin sıfatlarına dair dimağında olgunlaşan marifet, benliğinde kendisini ve kainatı aşkın bir rahmet ile yoğurarak yaratan Zât’ın varlığına karşı, kendi varlığını hiçliğe indirmeyen aşkın bir teslimiyet ile Cebrâil (a.s.)’ı geride bırakarak Allah’ın huzuruna girmiştir. Huzurda geçen tarifi zor muhatabiyet, bu muhatabiyet esnasında geçen konuşma, her namazda tekrar ettiğimiz ‘tahiyyat’ta özetlenmiştir: Huzur-u İlâhiye giren Resûlüllah “tüm hayatlanmalar, bereketlenmeler, dualar ve istiğfarlar, tüm güzel kelimeler, hamdü senâlar ancak Allah içindir”[1]diyerek, geldiği alemin Allah’a yönelik tüm tesbihat ve tahmidatını, onların adına Allah’ın huzurunda sözlü olarak beyan etmiş, onlar adına doğrudan Allah’a yöneltmiştir. Onlar adına Allah’ın huzurundaki elçiliğini hakkıyle yerine getirmiştir. Resûlünün bu ifadelerine karşılık Cenab-ı Hak onu “Ey haberci —peygamber—, selam senin üzerine olsun”[2] diyerek karşılamıştır. Cenab-ı Hakkın bu kendisine özel selamı karşısında Resûlüllah kendinden geçmemiş, sarhoş olmamış, tevazu duyguları ile karşılamıştır. Kendisinin çıktığı bu şuhudî makamlara çıkamayan ama çıkma arzusunda olan arkadaşlarının kaygısını farkederek, kendisine özel olarak ona verilen  selamı, “selam bizim üzerimize olsun”[3] diyerek genelleştirmiştir. Sonrasında sözünü, “sana kulluk kaygısı içerisinde olan tüm kullarının üzerine de”[4] hitabıyla, tüm zamanlardaki mü’min insanların üzerine yayarak tamamlamıştır. Bu konuşmaya şahitlik eden Hz. Cebrâil, ortamdaki manen müteâl güzelliği “şahitlik ederim ki ilâh ancak Allah’tır ve Muhammed O’nun resûlüdür” diyerek tekmil etmiştir.

Allah’a muhatap olan Muhammed (s.a.v.), özetle “tüm güzellikler senin içindir” sözüyle kainatı ve kendini beklentisizce Allah’a sunmuştur. Allah’ın kendisine yönelik olan selamını beklentisizce Allah’ın kullarının üzerine yaymıştır. Bu hal ihsan halinin iki vechesidir, Rahmetiyle kendi azâmetine, kibriyâsına, kahrına, ulûhiyetine aşkın olan Allah’a, teşekkürün en yüksek boyutu olan ihsan ile kendi varlığını sunan, şefkatiyle geride kalanların kaygısını yüreğinde hissederek, bu kaygıyı söze dökerek Allah’taki o rahmete en yüksek boyuttan muhatap olduğunu, insaniyetinin hakkını her boyutta yerine getirdiğini ispat etmiştir. Bu hale muhatap olan en yüksek bir meleği dahi şehadete getirmiştir. Şefkatinin gereği olarak, Allah’a huzurunda muhatap olmanın verdiği lezzetten dahi feragat ederek, huzurda kalmayı istememiş, derin bir teslimiyet ile, risalet vazifesine devam etmek üzere geriye, arkadaşlarının yanına dönmüştür.

Netice

Allah insanı meleklerden farklı olarak hür ve özgün bir varlık olabilmeleri ve mecburiyet hissetmedikleri halde Varlığındaki, şuunatındaki, sıfatlarındaki, isimlerindeki, fiillerindeki ve icraatlarındaki kemâle ve cemâle muhatap olarak tasdik ve ifade edebilmeleri için yaratmıştır. Özgürlüğün temini için kudretinin ve kahrının doğrudan görülmediği, ancak dikkatlice nazar edildiği takdirde fark edilebileceği perdeli bir diyara geçici olarak indirmiştir. Bu perdeli diyarda perdeleri aralayarak isimlerine muhatap olabilmeleri için aklı, sıfatlarını içsel bir mertebede duyumsayarak şükredebilmeleri için nefsi, kıyaslar yaparak Zât’ına perdesizce muhatap olabilmeleri için benliği, perdeli ve karışık, kaygan bir diyarda fazlaca şaşırmamaları için vicdan ile destekleyerek ihsan etmiştir. Şükür merkezi olarak nefsi, tefekkür merkezi olarak aklı ihsan ettiği gibi, anlamsal yoğunlaşmaların bir tezahürü olan duyguların merkezi olarak ise kalbi hediye etmiştir. Heva ve heves ile dünyanın zahirî yönünün sıkıcı atmosferinden istifade edebilmelerini sağlamıştır.

İnsanı en güzel bir mahiyet ve kıvamlaşma halinde yaratan Zât adına insanın mahiyetine baktığımız zaman ise; ancak, nefsiyle, benliğiyle, aklıyla kalbi kadar barışık olabilen ve kalbinin Allah’tan gayrısına sevdalanması ile, vicdanının Allah’tan fazla acıma duygularına kapılması ile onların da nefis kadar, ene kadar riskli olabileceğini görebilen ve bu risklerden kaçınabilmeyi başarabilen bir insanın rahat ve doyurucu bir nefes alabileceği, aldırabileceği anlaşılmaktadır.

Hazırlayan: Abdülkadir Haktanır

[1] Hanefî kaynaklarında “Ettahiyyatu lillahi ves-salavati vet-tayyibatü lillah” olarak geçen bölümdür.

[2] “Es-selamu aleyke ya eyyuhen-nebiyyü”

[3] “esselamu aleyna”

[4] “ve alâ ibadullahus-salihîn”