Allah’a Nasıl Hakiki Dost Olunur?

“Allah’a nasıl hakiki dost olunur. Bana anlatır mısınız? Sizin gibi dostlar bunu bilir.” Evet dost olmaya çalışan bu fakir: Yarım asırdan fazla Nurlardan istifade ettiğim Bediüzzaman hazretleri Kur’anı Kerimin Bu zamanın ihtiyacına göre ortaya seren Risale-i Nurlardan misaller önünüze sereceğım…

Kardeşim, evvela “Dost istersen Allah yeter. O dost ise, her şey dosttur. “ değil mi?

Kardeşim dünyayı; âhiretin mezraası ve esma-i İlahiyenin âyinesi ve Cenab-ı Hakk’ın mektubatı ve muvakkat bir misafirhanesi cihetinde seversen, -nefs-i emmare karışmamak şartıyla- bu muhabbet Cenab-ı Hakk’a ait olur. Ve Cenab-ı Hakk’a da hakiki dost olursun. Elhasıl: Dünyayı ve ondaki mahlukatı mana-yı harfiyle sev. Mana-yı ismiyle sevme. “Ne kadar güzel yapılmış” de. “Ne kadar güzeldir” deme. Ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Evlat, kadın, para, mevki v. s. gibi sanemler. Çünki bâtın-ı kalb, âyine-i Samed’dir ve ona mahsustur. Sanemlerin deposu değildir ve olamaz asla. İşte hakiki dost olmanın yolu budur.

İşte bütün muhabbetler, eğer bu suretle olsa, hem elemsiz bir lezzet verir, hem bir cihette zevalsiz bir visal olur. Hem muhabbet-i İlahiyeyi ziyadeleştirir. Hem meşru bir muhabbettir. Hem ayn-ı lezzet bir şükürdür. Hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir.

Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır. Hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan, kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir.

Alâküllihal o muhabbet ve havf, ya halka veya Hâlık’a müteveccih olacak. Halbuki halktan havf ise, elîm bir beliyyedir. Halka muhabbet dahi, belalı bir musibettir. Çünki sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabul etmez. Şu halde havf, elîm bir beladır. Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allah’a ısmarladık demeyip gider. -Gençliğin ve malın gibi.- Ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecazî aşklarda yüzde doksandokuzu, maşukundan şikayet eder. Çünki Samed âyinesi olan bâtın-ı kalb ile sanem-misal dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbubların nazarında
sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar.

Evet insan evvela nefsini sever. Sonra akaribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlukları, sonra kâinatı, dünyayı sever. Bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir. Halbuki şu herc ü merc âlemde ve rüzgâr deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından bîçare kalb-i insan, her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Daima ızdırab içinde kalır, yahut gaflet ile sarhoş olur. Madem öyledir, ey nefis! Aklın varsa, bütün o muhabbetleri topla, hakikî sahibine ver, şu belalardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemal ve cemal sahibine mahsustur. Ne vakit hakikî sahibine verdin, o vakit bütün eşyayı onun namıyla ve onun âyinesi olduğu cihetle ızdırabsız sevebilirsin. Demek şu muhabbet, doğrudan doğruya kâinata sarfedilmemek gerektir. Yoksa muhabbet en leziz bir nimet iken, en elîm bir nıkmet olur.

Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki, sen, muhabbetini kendi nefsine sarfediyorsun. Sen, kendi nefsini kendine âdeta mabud ve mahbub yapıyorsun. Herşeyi nefsine feda ediyorsun, âdeta bir nevi rububiyet veriyorsun. Halbuki muhabbetin sebebi, ya kemaldir; zira kemal zâtında sevilir. Yahut menfaattır, yahut lezzettir veyahut hayriyettir, ya bunlar gibi bir sebeb tahtında muhabbet edilir. Asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, acizden yoğrulmuştur ki; zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibariyle sen, onlarla Fâtır-ı Zülcelal’in kemal, cemal, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun. Demek nefsine muhabbet değil, belki adavet etmelisin veyahut acımalısın veyahut mutmainne olduktan sonra şefkat etmelisin. Zaten, nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber bütün alâkadar olduğun ve bütün menfaatleriyle intifa’ ettiğin ve saadetleriyle mes’ud olduğun mevcudatın ve bütün kâinatın menfaatleri, nimetleri, iltifatına tabi bir Mahbub-u Ezelî’yi sevmekliğin lâzımdır. Tâ, hem kendinin, hem bütün onların saadetleriyle mütelezziz olasın. Hem Kemal-i Mutlak’ın muhabbetinden aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın. Evet, sana, sende senin nefsine olan şedid muhabbetin, onun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen sû’-i istimal edip kendi zâtına sarfediyorsun. Rahmanürrahîm ismiyle, hurilerle müzeyyen Cennet gibi senin bütün arzularına câmi’ bir meskeni, senin cismanî
hevesatına ihzar eden ve sair esmasıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sair letaifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanatını o Cennet’te sana müheyya eden ve herbir isminde manevî çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelî’nin, elbette bir zerre muhabbeti, kâinata bedel olabilir. Kâinat onun bir cüz’î tecelli-i muhabbetine bedel olamaz. Öyle ise o Mahbub-u Ezelî’nin kendi Habibine söylettirdiği şu ferman-ı ezelîyi dinle, ittiba et:

Şu şartları ve tavsiyeleri tamamiyle yaparak hakiki dostu olduğunu ispat ettiğin Allah, şübhesiz ki seni sever ve sende bazı tecelliler olmaya başlar. Şöyle ki:

Allah bir kulunu severse, onda fettahiyet tecelli eder, akıl, öyle tılsımlı bir anahtar olur ki: Şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediyeye müheyya eden bir mürşid-i Rabbanî derecesine çıkarır.

Allah bir kulunu severse, onda fettahiyet tecelli eder. Şimdi bir Müslümanın ağzı Cenâb-ı Allah’ın Fettahiyet ismine mazhar olsa, o ağızdan çıkan kelimat bir mücevherat olur, sanki ağzından inci dökülür, kelimeler dilinden tane tane akar. O zaman o ağız kulaklara hayatiyet bahşeder, o ağız hidayetin matiyyesi olur. Dildeki kuvve-i zaikayı, Rezzak-ı Kerim’e satar; o zaman dildeki kuvve-i zaikayı, rahmet-i İlahiye hazinelerinin bir nâzır-ı mahiri ve Kudret-i Samedaniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkarır.

Cenâb-ı Hak bir kulunu severse, idrakini fettahiyete mazhar kılar, o zaman o idrakte tüluat meydana gelir. Fikirde doğuşlar olur, zihin derinlik kazanır. O zaman, bir âyet-i Kur’âniyyenin arkasındaki bütün ma’naların tabakatını masseder, emer, alır, tahlil ve terkip eder, tanzim eder, muhatabına takdim eder.
Allah bir kulunu severse, onu Fettah ismine mazhar eder, o zaman kalb açılır. Hakta istiğrak zuhur eder. Mükâşefe âlemi açılır. Derin, görünmeyen âlemler, perdeler kalkar, hicablar dökülür, o âlemleri temâşa eder.

Eğer Cenâb-ı Hak bir kulunu severse, ruhuna inbisat verir. Ruh inbisatla açılır ki, zamana tam mukabil gelir. Mazi ve hal ve istikbal, zamanın aynasında tayeran eder.
Allah bir kulunu severse, onda sır âlemi açılır ve bekaya gider. Mirasvâri âlemi melekütte âli bir seyyah olur, gezer.

Evet, Allah bir kulunu severse onda fettahiyet tecelli eder. Bu tecelliyatın İnsanda çok tabaka ve mahalleri vardır. Meselâ, kulak fettahiyete mazhar olursa, o zaman kulak açılır, âlemden tatlı bir musiki sesi duymaya başlar. Bütün sesler âhengiyle beraber kulağına dolar. Güya bütün kâinat ulvî bir musikîdir, îman nuru işitir ezkâr ve tesbihleri. O zaman milyonlarca ağustos böceklerinin koro halinde ötmeleri, insanların teşkil ettikleri muhteşem bir orkestra gibi kulaklara dolar. Eğlence temaşası, nazar-ı ibrete ve sem’-i hikmete döner. Artık işittiğini hikmetiyle duyarsın, şöyle ki: hakimane dinlersen, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, raadlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer manidar nevazdır. Terennümat-ı hava, nağarat-ı ra’diye, nağamat-ı emvac, birer zikr-i azamettir. Yağmurun hezecatı, kuşların seceâtı birer tesbih-i rahmet, hakikata bir mecaz olur. Sanki, eşyada olan asvat, birer savt-ı vücuddur: “Ben de varım” derler. O kâinat-ı sâkit, birden söze başlar: “Bizi câmid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!.” der. “Tuyurları söylettirir ya bir lezzet-i nimet, ya bir nüzul-ü rahmet.” der. Ayrı ayrı seslerle, küçük âğâzlarıyla rahmeti alkışlarlar, nimet üstünde iner, şükür ile eder pervaz. Remzen onlar (yâni umum kuşlar) derler: “Ey kâinat kardeşler! Ne güzeldir hâlimiz: Şefkatle perverdeyiz, hâlimizden memnunuz.” deyip sivri dimdikleriyle fezaya saçıyorlar birer âvâz-ı pür-nâz. Güya bütün kâinat ulvî bir musikîdir, (fakat) îman nuru işitir ezkâr ve tesbihleri. Fettahiyetin tecellisiyle sen de işitirsin, dinlersen.

Allah bir kulunu severse, Fettahiyet bir insanda tecelli eder ve gözü bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Gözünü, gözün Sâni’-i Basîr’ine satar ve onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırır; o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalaacısı ve şu âlemdeki mu’cizat-ı san’at-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu Küre-i Arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.

Eğlence temaşası, nazar-ı ibrete ve sem’-i hikmete döner. O zaman gözümüz arı-misal olur; her tarafa uçar. Sanki, kâinat bostanı olur, her taraftaki çiçekler, veriyor ona bir âb-ı lezîz. Hem ünsiyet, hem teselli, hem tahabbübü veriyor. O da alır getirir; şehd-i şehadet yapar. Balda bir bal akıtır, o esrar-engiz şehbaz. Gördüğümüz harekât-ı ecrama, ya nücuma, ya şümusa nazarımız kondukça, ellerine verirler Hâlıkın hikmetini. Hem mâye-i ibreti, hem cilve-i rahmeti, alır ediyor pervaz. Güya şu güneş bizlerle
konuşur: Der: “Ey kardeşlerimiz! Tevahhuşla sıkılmayınız, ehlen sehlen merhaba, hoş teşrif ettiniz. Menzil sizin; ben bir mumdar-ı şehnaz. Ben de sizin gibiyim; fakat sâfi isyansız, mutî bir hizmetkârım. O Zât-ı Ehad-i Samed ki mahz-ı rahmetiyle hizmetinize beni müsahhar-ı pürnur etmiş. Benden hararet, ziya; sizden namaz ve niyaz.” der. Yahu, bakın Kamer’e! Yıldızlarla denizler herbiri kendine mahsus birer lisanla: “Ehlen sehlen merhaba!” derler. “Hoş geldiniz, bizi tanımaz mısınız?” Sırr-ı teavünle bak, remz-i nizamla dinle. Herbirisi söylüyor: “Biz de birer hizmetkâr, rahmet-i Zülcelal’in birer âyinedarıyız; hiç de üzülmeyiniz, bizden sıkılmayınız.” diyorlar. “Zelzele na’raları, hâdisat sayhaları sizi hiç korkutmasın, vesvese de vermesin. Zira o hadiseler içinde bir zemzeme-i ezkâr, bir demdeme-i tesbih, velvele-i nâz u niyaz vardır. Sizi bize gönderen o Zât-ı Zülcelal, ellerinde tutmuştur bunların dizginlerini.” Bu dediklerini iman gözü okuyor yüzlerinde, âyet-i rahmet, herbiri birer âvâz.

Allah bir kulunu severse, Fettahiyet bir insanda tecelli eder ve burun da açılır. Kuvve-i şâmme, kokular taifesindeki letaif-i rahmeti hisseder. Kendine mahsus bir vazife-i şükraniyesi, bir lezzeti vardır. Elbette mükâfatı dahi vardır. Meselâ dildeki kuvve-i zaika, bütün mat’umatın ezvakını anlamakla gayet mütenevvi bir şükr-ü manevî ile vazife görür ve hâkeza… Bütün cihazat-ı insaniyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letaifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır. Fettahiyet tecellisiyle görünen nakş-ı san’at, lütuf ve keremi gösteren bir zînet içinde ve rahmet ve ihsanı gösteren latif kokuları, burnu ile duyar. İşte bu çiçeklerin, meyvelerin gülümsemeleri ve tadları ve kokuları ve güzellikleri ve nakışları ve koku vermeleri ve kokuyu etrafa saçmaları bir Sâni’-i Kerim’in, bir Mün’im-i Rahîm’in sofrasında birer tarife, birer davetname hükmünde olarak muhtelif renk ve koku ve tadlarla her nev’e ayrı ayrı tarife ve davetname olarak verildiği anlaşılmaz mı?

Tecelliyatın belirtilerini arzetmeye devam ediyorum.

Allah bir kulunu severse ona, inbisat-i ruhi verir. Onun kalbine inşirah verir, ruhuna ferahlık verir, onun göğsünü açar. Cenâb-ı Allah Peygamberimize Kur’ân-ı Kerim’de “ELEM NEŞRAH LEKE SADREK” diyor. “Göğsünü açmadık mı?”.

Allah için muhabbetin zirvesini şu hadisten anlıyoruz.

“Peygamberimiz (A. S. M.) buyuruyor ki: Allahın öyle kulları vardır ki, onlar ne peygamberdir, ne şehiddirler. Ama hem peygamberler, hem şehidler onlara gıpta etmektedirler. Kıyamet günü onların Allah katındaki makamları bu gıptaya sebeb olmaktadır.

Bunun üzerine soruldu: “O bahtiyar kişiler kimlerdir? Ya Resulallah“
Cevab verdi efendimiz (A. S. M.) :
“Onlar, aralarında akrabalık ve birbirinden mal verme konusu olmaksızın, Allah için biribirini severler. Allah’a and olsun ki, onların yüzleri nurdur, onlar nur üzerindedirler. İnsanlar korktuğunda onlar korkmazlar, insanlar üzüldüğünde onlar üzülmezler. Haberiniz olsun ki, Allah dostları üzerinde hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de. . “

Hadis-i Şerif Ebu Davut

Kardeşim, İlâhi muhabbetten mestolan bazı muhakikin-i evliya gibi sen de mest olmak ister misin? Öyle ise dinle:

“Binbir esma-i İlahiyenin herbirinde pek çok tabakat-ı hüsün ve cemal ve fazl ve kemal bulunduğu gibi, pek çok meratib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve kibriya vardır. İşte bundandır ki: “Vedud” ismine mazhar olan muhakkikîn-i evliya; “Bütün kâinatın mayesi, muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve cazibe kanunları, muhabbettendir.” demişler. Onlardan birisi demiş:

Yani: Muhabbet-i İlahiyenin tecellisinde ve o şarab-ı muhabbetten herkes istidadına göre mesttir. Malûmdur ki: Her kalb, kendine ihsan edeni sever ve hakikî kemale muhabbet eder ve ulvî cemale meftun olur. Kendiyle beraber sevdiği ve şefkat ettiği zâtlara dahi ihsan edeni daha pek çok sever. Acaba, herbir isminde binler ihsan defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanatıyla mes’ud eden ve binler kemalâtın menbaı olan ve binler tabakat-ı cemalin medarı olan binbir esmasının müsemması olan Cemil-i Zülcelal, Mahbub-u Zülkemal, ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu ve bütün kâinat, onun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasının şayeste bulunduğu anlaşılmaz mı?

Hem ondandır ki; hadîste geldiği gibi: “Cennet’te bir dakika rü’yet-i cemal-i İlahî, bütün Cennet lezaizine faiktir.”

İşte şu sırdandır ki; “Vedud” ismine mazhar bir kısım evliya, “Cennet’i istemiyoruz. Bir lem’a-i muhabbet-i İlahiye, ebeden bize kâfidir” demişler.

İşte şu nihayetsiz kemalât-ı muhabbet, vâhidiyet ve ehadiyet dairesinde Zât-ı Zülcelal’in kendi esma ve mahlukatıyla hasıl olur.

Yarabbi, bizi kendine hakiki dost eyle, nihayetsiz kemalat-ı İlahiyeye mazhar olan esmanın tezahür ettiği mahlukatına dahil eyle. İhlas ile yaşat, iman ile emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emenetinde hıfzeyle ve emin kıl. Âmin. Bi Hürmeti seddilir Mürselin…

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org