Anarşi Sebep ve Çareleri – 4

MEDENİYETİN İKİ GÜNAHI

Bu milletin hususiyetlerini dikkate almadan girişilen sözde ıslahat hareketlerinde, birincisi Müslümanları dini hislerinden tecrid ederek dünyaya sevk etmek, diğeri de hürriyetçilik namı altında nefsin istibdadına yol açmak olmak üzere iki dehşetli hataya düşülmüştür.
Birinci hatanın temelinde, din ile içtimaî hayatı birbirinden ayrı tutmak gibi yanlış bir zan yatar. Daha önce de Üstad Hazretleri’nden nakillerle işaret ettiğimiz gibi, din ve hayatı birbirinden ayırarak terakki etmek, Batı dünyası için bir reçete olabilir. Fakat bu formül şark için bir reçete değil, öldürücü bir zehir hükmündedir. Bediüzzaman, “İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası” demek suretiyle bu mühim hakikati ifade etmektedir. (1)
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin Lem’alar adlı eserindeki şu ikazlara kulak verelim:
“Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve sanat ve terakkiyat-ı ecnebiyeye cebir ile sevk eden bedbaht hamiyet-füruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın! Eğer böyle ahmakane körü körüne topuzların altında bazıların dinden rabıtaları kopsa, o vakit hayat-ı içtimaiyede bir semm-i kàtil hükmünde o dinsizler zarar verecekler.”
“Ey divane baş ve bozuk kalp! Zanneder misin ki ‘Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar.’ Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş, onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünkü mü’minde hırs, sebeb-i hasarettir ve sefalettir.
اَلْحَرٖيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ
durub-u emsal hükmüne geçmiştir.
Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbab çoktur. Başta nefis ve hevası ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâîleri var. Halbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır. Eğer sende zerre miktar bu bîçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye yardım eden azlara imdat etmek lâzım gelir. Yoksa o az dâîleri susturup çoklara yardım etsen şeytana arkadaş olursun.
Âyâ zanneder misin bu milletin fakr-ı hali, dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş’et ediyor? Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki Çin ve Hint’teki Mecusi ve Berahime ve Afrika’daki zenciler gibi Avrupa’nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler. Hem görmüyor musun ki zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor. Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasbediyor.
Sizin cebren böyle ehl-i imanı mimsiz medeniyete sevk etmekteki maksadınız, eğer memlekette asayiş ve emniyet ve kolayca idare etmek ise kat’iyen biliniz ki hata ediyorsunuz, yanlış yola sevk ediyorsunuz. Çünkü itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fâsıkın idaresi ve onlar içinde asayiş temini, binler ehl-i salahatin idaresinden daha müşküldür.
İşte bu esaslara binaen ehl-i İslâm, dünyaya ve hırsa sevk etmeye ve teşvik etmeye muhtaç değildirler.” (2)
Müslümanları dinlerinden uzaklaştırarak dünyaya teşvik etmek, onlarda çalışma ve istihsal edici olmak yerine, tüketici olmak, israfa ve sefahete yönelmek meylini kamçılar. Hamiyet hissi böylece köreltildiği için, fertlerde artık “Milletime ve vatanıma nasıl faydalı olurum?” sorusundan ziyade, “Memleketi kurtarmak bana mı kaldı? Üç günlük dünyanın tadını çıkarmaya bak” fikri hakim hale gelir. Ve görenek belasıyla herkes zevk ve sefahette kendisinden yukarıdakileri görür, onlardan aşağı kalmamaya çalışır. İhtiyaçlar birden bine çıkar. Bu ihtiyaçları karşılamak için de ne lazımsa, hangi yola baş vurmak icab ediyorsa, onu yapar.
“Serbest hevanın tahakkümüyle, havaic-i gayr-ı zaruriye havaic-i zaruriye hükmüne geçmişlerdir. Bedâvette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y masrafa kâfi gelmediğinden hileye harama sevketmekle, ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir.” (3)
Muhâkemat adlı eserinde Bediüzzaman, medeniyetin kötü taraflarının iyi taraflarına ağır basmasına iki sebep gösteriyor:
“Birincisi: Din ve fazileti düstur-u medeniyet etmemeklikten neş’et eden müsaade-i sefahet ve muvafakat-ı şehvet-i nefistir.
İkincisi: Hubbu’ş-şehevat ve diyanetsizliğin neticesi olan merhametsizlikten neş’et eden maişetteki müdhiş müsavatsızlıktır.” (4)» (5)
«…Divan-ı Harb-i Örfî adlı eserinde “Cahil efrad ve avâm-ı nâs kayıtsız hür olsa; şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur.” demektedir. (6)
Münâzarât’ta ise sefihane arzulara kayıtsız hürriyet tanınmasını Üstad Bediüzzaman “Sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmaktır.” (7) şeklinde tarif etmektedir.
Hutbe-i Şamiye isimli eserinde de Üstad, böylelerinin aslında hürriyeti değil, esareti arzu ettiklerini ifade ile şöyle der: “Bazen sefih ve lâubaliler hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmarenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar.” (8)
Öyleyse hürriyet nedir? Kayıtları ve sınırları ne olmalıdır?
Bunun tafsilâtına, “Çareler” kısmında gireceğiz. Burada, Münâzarât’tan yapacağımız iki nakille iktifa edelim: “Hürriyetin şe’ni odur ki: ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın.” (9)
“Hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve te’dibden başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahâne serbest olsun.” (10)
Bu son nakilde işaret edildiği gibi, hürriyeti tahdit edecek, sadece âdil kanunlar olmalıdır. Kanunda adalet olmazsa, veya şahısların şahsa tahakkümüne müsaade edilirse, rejimin adı ne konulursa konulsun mahiyeti yine istibdad olacaktır. İstibdad ise, ister bir şahısta toplansın, ister birkaç şahıs veya makam arasında paylaştırılsın, netice itibarıyla değişen bir şey yoktur. Bediüzzaman Hazretlerinin Hutbe-i Şamiye’de ifade ettiği gibi, “Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa, istibdad tevzi olunmuş olur.”(11)
Bediüzzaman Hazretleri’nin hürriyetten anladığı, “şahane” bir serbestliktir, fakat meşru hareketlerde… Tahriple neticelenmesi muhakkak olan gayrimeşru hareketlerin başlangıçta az bir müsamaha görmesi bile, ileride önü alınması fevkalade güçleşecek menfi gelişmelere yol açacaktır. Bunun mânâsı, hak edilmeyen hürriyetlerin neticede hak edilmiş hürriyetleri de yok edecek bir istibdadla son bulmasıdır. Bahusus dininden uzaklaştırılarak manevî dizginlerinden boşanmış bir gençliği nameşru hareketlerinde kanuni tahditlerden [burada geçen tahdit kelimesi sınırlama anlamındadır, yoksa tehdid anlamında olup yanlış yazım değildir] de azade kılmak, anarşiye zemin hazırlamaktan başka bir şekilde tefsir edilemez.» (12)

DİNİN YERİNE TEK GÖZLÜ FELSEFE Mİ?

İnsan sadece bir cesetten ibaret olsaydı, Avrupalılaşmak bahanesiyle Türkiye’de yapılan tahribatın belki bir kısmı mazur görülebilirdi. Çünkü Avrupalılaşmak hareketi, insanın sadece maddî arzularını tatmin gayesine müteveccihtir. “Madem insan yalnız cesetten ibaret değil. Cesedi beslemek için kalp, dil, akıl, dimağ koparılıp o cesede yedirilmez, onlar imha edilmez. Onlar da idare ister.” (13)» (14)
«Din de, felsefe de insan için birer gözlük hükmündedir. İnsan kainatı ve hadiseleri o gözlerin ardından seyreder. Fakat “felsefe her şeyi çirkin, korkunç gösteren siyah bir gözlüktür. İman ise, her şeyi güzel, ünsiyetli gösteren şeffaf, berrak, nurani bir gözlüktür.” (15)
Kâinata iman yerine felsefe gözlüğüyle baktığınız zaman karşınıza çıkacak manzarayı, Üstad şöyle tasvir etmektedir:
“…elbette kâinatın şeklini bir matemhane-i umumî hükmünde ve mevcudatı birbirine ecnebi, belki düşman ve camidatı dehşetli cenazeler ve bütün zevi’l-hayatı zeval ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün.” (16)
Evet, kalbinde iman olmayan, kendisinin ve bütün mevcudatın niçin yaratıldığını, nereden gelip nereye gittiğini bilemez. Onun gözünde canlı-cansız bütün varlıklar Allah’ın birer mahluku ve memuru değil, başıboş serseriler hükmündedir. Gayet meyus, ağlayan bir adamın bütün kâinatı ağlar görmesi gibi, üç günlük fani dünya hayatının sonu olan ölümü, hayattan ebedî bir ayrılış olarak, yok olmak şeklinde gören bir adam da bütün varlıkları ayrılık ve yokluk azabına mahkûm olarak görür.» (17)
«Maddeci felsefe, cerbezecidir. İnsanı, kâinata siyah bir gözlük ardından baktırdığı için sadece çirkin şeyleri gösterir, güzellikleri nazardan saklar. Ve hayatı, insana cehennem eder. Bediüzzaman Hazretleri, Tulûat adlı eserinde şöyle bir misal zikreder:
“Meselâ: Sizden yorulmuş yolcu bir adam, yalnız bir saât tenezzüh etmek üzere, gâyet müzeyyen ve müzehher bir bahçeye girse (nekaisten müberra olmak, cinan-ı Cennet’in mahsusatından ve her kemâle bir noksanı karıştırmak, şu âlem-i kevn ü fesadın mukteziyâtından olmakla) şu bahçenin müteferrik köşelerinde bâzı pis ve murdar şeyler bulunduğu için, inhiraf-ı mizac sevki ve emri ile, yalnız o taaffünatı taharri ve o murdar şeylere idâme-i nazar eder. Güya onda yalnız o var. Hülyanın hükmüyle fenâ hayâl tevessû ederek, o bostanı bir selhhâne ve mezbele suretinde gösterdiğinden midesi bulanır ve istifrağ eder, kemâl-i nefretle kaçar.” (18)
Evet, kainatta güzel ve çirkin şeyler birbirine karışmıştır. Fakat dikkatli bir nazar, güzelliklerin her zaman çirkinliğe galip geldiğini ve çirkinliklerin kâinatta bulunmasının da pek güzel bir maksada matuf olduğunu fark eder. Dalâletli felsefe, bu güzel maksadı göremediği için sadece çirkinliklerle meşgul olur, insanın gözüne elem ve ızdırap dolu bir manzara gösterir.» (19)
«İslâmiyet ise, mânâya da, maddeye de lâyık olduğu yeri verir. Kalbimde, ruhumda, aklımda tam mânâsıyla tatmin eder. Lemeât adlı eserinden aşağıya alacağımız nakilde, Bediüzzaman Hazretleri maddeci felsefeye “deha”, İslâmiyetin gösterdiği yola ise “hüda” ismini vererek her ikisinin mukayesesini gayet özlü bir şekilde yapmaktadır :
“Hüda semadan indi, deha zeminden çıktı.
Hüda kalpte işliyor, dimağı da işletir. Deha dimağda işler, kalbi de karıştırır.
Hüda ruhu eder tenvir, taneleri sümbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır. İstidad-ı kemali birdenbire yol alır, nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-sima ediyor insan-ı himmet-perver.
Deha ise evvela nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsanî neşv ü nema buluyor. Ruhu eder hizmetkâr, taneleri kuruyor. Şeytanın simasını beşerde gösteriyor.” (20)
Deha, yani maddeci felsefe tek gözlüdür. Sadece dünyayı görür; onun ardından gelecek ebedi bir âlemden habersizdir. Bu dünyaperestliği, dünyaperestlik ise kayıt ve nizam tanımamayı netice verir. Canavar hayvanların dünyasında muteber olan “Kuvvet kimde ise hak onundur” düsturu böylece insanlar arasında kuvvet bulur. İnsan, gücünün yettiği yere kadar kanun – nizam tanımaz. Kendisine bunca nimetleri veren bir Rabbi tanımadığı için, şükran ile o nimetlerden istifade etmek yerine, kendisini sahipsiz arazide otlayan hayvan derekesine düşürür.» (21)
« “Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise şe’ni, tecavüzdür.
Hedef-i kasdı, menfaattir. O ise şe’ni, tezahümdür.
Hayatta düsturu cidaldir. O ise şe’ni, tenazudur.
Kitleler mabeynindeki rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise şe’ni, böyle müthiş tesadümdür.
Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir. O heva ise şe’ni, insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir, insanın mesh-i manevîsine sebep olmaktır.
Bu medenilerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir. İşte onun için bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate, şakavete atmış; onunu mümevveh (hayalî) saadete çıkarmış, diğer onu da beyne-beyne (ikisi ortası) bırakmış.
Saadet odur ki külle ya eksere saadet ola. Bu ise ekall-i kalilindir…” (22)
Hulasa edersek: Maneviyatı bir yana bırakarak maddeye tapan ve insanın sadece maddî ihtiyaçlarını karşılamayı hedef alan bir medeniyetin gözünde insan sadece bir cesetten ibarettir. O medeniyetin insana verdiği mevki insaniyetin gerçek mevkii değil, belki hayvaniyetin de altında bir makamdır. Ondan alınacak mahsul ise saadet değil, bilakis dertler, sıkıntılar, kavgalar olacaktır.
Medeniyetin sadece bu sefih kısmını kendimize örnek alarak içtimaî hayatımızda ona göre tanzim – veya daha doğru bir tabirle “tahrip”- hareketlerine giriştikten sonra ortaya bugünkü anarşinin çıkmış olmasına şaşmayalım!
Bizde çok şeyler beklenmiştir maddiyatçı felsefeden. En azından, İslâmiyetin yüksek hakikatlerinden boşalan yeri doldurması beklenmiştir. Bu hiç mümkün mü?
İşte ne aklı, ne de ruhu tatmin edilememiş nesiller hala arayış içinde… Cumhuriyetimizin yarım asırlık eğitim sistemi ile yetiştirilen gençlerden herbiri bu arayış içinde bir tarafa saplanmış gidiyor.
“İnsan fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arıyor. Bazen bâtıl eline gelir, hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken ihtiyarsız dalalet başına düşer, hakikat zannederek kafasına giydiriyor.” (23)
Aklı, kalbi, ruhu tatminsizlik içinde kıvranan gençlerin gözlerinden hakikat saklanırsa, onları olduğu yerde tutabilir misiniz? Bilhassa gençliğin bu arayışından istifade etmek isteyen kötü niyetli mihrakların, gençliğin bazı heveslerini de istismar etmek suretiyle onlar üzerinde girişecekleri oyunları hangi kuvvetinizle, hangi felsefenizle önleyebilirsiniz?
Terakki edeceğiz zannıyla Avrupa medeniyetinin ikinci ve bozuk kısmının batıl felsefesine yapışmaktan doğan en zararlı netice, bu felsefenin yol açtığı buhran ile, dinsizlik cereyanının kuvvet bulması, komünizm ve anarşinin de oradan yol bularak bünyemize girmesi olmuştur. Üstad Hazretleri, elli sene öncesinden beri bu hususa devamlı olarak dikkati çekmiş, bugünleri âdeta gözüyle görüyormuşçasına, şimdi devleti temelinden sarsan anarşi tehlikesini haber vermiştir. Ve bütün mesaisini, gelecek nesilleri tehdit eden dinsizlik ve anarşi cereyanından kurtarmaya, bu cereyanlara karşı sed teşkil edecek Kur’ân ve iman hakikatlerini asrın anlayışına uygun bir şekilde, akli ve ilmi delillere dayandırarak izah ve neşretmeye hasretmiştir.» (24)

Devam Edecek.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1-Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 761
2- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 112-113
3- Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat, s. 44-45
4- Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemat, s. 37-38
5- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 59-61
6- Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 15
7- Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât, s. 15-16
8- Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, s. 87
9- Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât, s. 14
10- Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât, s. 16
11- Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, s. 79
12- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 64-66
13- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 162
14- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 68
15- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 633
16- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 244
17- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 69-70
18- Bediüzzaman Said Nursî, Tulûat, s. 77
19- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 71
20- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 758
21- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 74-75
22- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 116-117
23- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 442
24- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 76-78