Aslanların göçü çakalların bayramıdır

“Yakında büyük fitneler olacak, o fitnelerde (yerinde) oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan, daha hayırlı olacaklar.” (Sahihu’l-Buhari VIII, 92)

Bu hem Risalelerde kendisine yer bulan birşeydir hem de saff-ı evvel ağabeylerin aynı manayı doğrular hatıraları vardır. Birisini de merhum Said Özdemir ağabeyle ilgili anlatılarda dinlemiştim. Özeti şudur: Said Özdemir ağabey, sâbık rejimden dolayı, Türkiye’den Arabistan’a hicret etmeyi arzu eder. Bu arzusunu da ziyareti sırasında Bediüzzaman’a açar. Mürşidim de ona, şu mektupta dediklerine benzer şeyler söyleyerek, kalmasını öğütler:

Mektubunda benim istirahatimi ve eğer iktidarım olsa, benim Şam ve Hicaz tarafına gitmeme dair sizin hükûmet-i hazıraya müracaat maddesi ise… Evvelâ: Biz, imanı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünkü, en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara müptelâ olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmaya—Kur’ân’dan aldığım dersle—karar verdim ve vermişiz.

Bediüzzaman’ın bu kararı önemlidir. Zira dönemi âlimlerinden pekçoğu Türkiye’de kendilerine çektirilen/çektirilebilecek sıkıntılardan dolayı İslam âleminin değişik beldelerine hicret etmişlerdir. Anadolu, tek parti diktasının dine muhalif tavrından dolayı, bir ‘mürşidsizlik’ sıkıntısı çekmektedir. Bu mürşidsizliğin gelecek adına doğuracağı kötü sonuçlar düşünülünce, kalıp mücadele etmek, gidip rahat etmekten daha evladır Bediüzzaman’a göre. Fakat kalmanın da bir bedeli vardır. Kalmanın bedeli, ahirzaman fitnesinin en ateşli olduğu zamanlarda, o koru elinde tutup ‘eli yananlardan’ olmaktır.

Evet, İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, dininin gereklerini yerine getirme konusunda sabırlı/dirençli davranıp Müslümanca yaşayan kimse, avucunda ateş tutan kimse gibi olacaktır…(Tirmizî, Fiten,73; Ebu Davud, Melahim,17) hadis-i şerifi ekseninde de anlaşılabilir Bediüzzaman’ın bu ‘kalıp savaşma’ ve ‘koru bırakmama’ tavrı. Hem yine Ebu Ümame radyallahu anhtan aktarılan bir rivayette de Aleyhissalatuvesselam Efendimiz şöyle buyurmuştur: “İlim kabzedilmeden veya kaldırılmadan önce ilmi alınız.” Devamında bir bedevi “İlim nasıl kaldırılır?” diye sorunca da üç kere “Dikkat edin, ilmin gitmesi, ilmi taşıyanların (âlimlerin) gitmesiyle olur!” demiştir.

İşte, gitmemiştir bir âlim, tüm ‘gönderme’ ve ‘yaşatmama’ çabalarına rağmen. O ve emsalinin gitmemesiyle de ilim ve istikamet bu topraklardan, elhamdülillah, gitmemiştir. Bunu sadece Türkiye’nin tarihi veya jeopolitik önemi üzerinden okumak yanlış olur. Bediüzzaman’ın bu nasihati, kanaatimce, her yerin ilim ehlinedir.

Eğer modern (m)edeniyetin İslamî değerlere hücum ettiği bir coğrafyada yaşıyorsanız ve çevrenizdeki şuuru korumaya muktedir birisiyseniz, gitmeyin. Kalın ve o topraktaki İslamî şuurun devamı için manevi cihadı sürdürün. Bunu bu şekilde yapmanız, İslam’ın, ‘görece daha rahat yaşandığı’ yerlere hicret etmenizden daha evladır. Zira, siz giderseniz, sizinle birlikte ilim ve istikamet de gider. İslam da o toprakları, Allah korusun, terkeder.

Sadece bu kadar mı Bediüzzaman’ın mezkûr duruşundan alacağımız ders? Bence yanıbaşımızda hortlayan DAİŞ terörü ve onun sahte hilafet davası üzerinden bir zenginliğini daha farkedebiliriz bu duruşun.

Akaid Bilinci Sohbetleri’nin altıncısında Ebubekir Sifil Hoca’nın da dikkat çektiği bir yaradır: Bu sahte hilafet, birçok beldenin safi kalpli mü’minlerini, şu gibi ayetleri delil göstererek kendisine katılmaya davet etmektedir:  “(…) Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” “(…) Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir.” “(…) Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fasıklardır. Maide sûresinde geçen bu ifadeler üzerinden Allah’ın şeriatına göre hükmedilmeyen devletlerde yaşamaktansa DAİŞ’e katılıp bir din devletinde yaşamanın daha doğru olduğu ve hatta tek çıkar yol olduğunu iddia eden bu insanlar; Ebubekir Sifil Hoca’nın tabiriyle ‘yeni bir emperyal oyun’un maşası konumundadırlar: ‘Müslümanı müslümana kırdırma’ veya ‘müslümanı müslümanla hizaya çekme’ oyunu!

Ehl-i Kitap olarak İsrail’in yanında durmayı, mürted saydığı Hamas’ın yanında durmaya tercih edeceğini söyleyen böylesi yapılanmaların İslam’ın hakikatine hizmet ettiklerini/edeceklerini söyleyebilmek mümkün müdür? Asla. Bunlar seküler rejimlerce mürşidsiz bırakılan toplumlara dışarıdan ‘ihraç edilen’ hastalıklı eğilimlerdir. Bugün ‘sahte tarikat/şeyh’ tartışmalarının altında yatan neden de budur. Yüzdeyüz ‘yerli-istikametli-ehl-i sünnet’ medreseleri, tekkeleri ve zaviyeleri kapatılarak aslanı seyreltilen bir toplumda böylesi çakalların-çakallıkların çoğalması kaçınılmazdır. İkinci yaşanan birinci kıyımla alakalıdır. Tıp fakülteleri kapatılan bir ülkede elbette sahte doktorların sayısı artar.

DAİŞ mevzuuna dönersek: İbn-i Abbas (r.a.) gibi müfessirler, bu ifadelerdeki küfrün ‘mutlak küfrü’ değil, ‘küfran-ı nimeti’ kastettiğini söylerler. (Yani Allah’ın verdiği bir hükme uygun hareket etmemek, o hükmün ‘nimetiyetinden’ istifade edememektir.) Hal böyleyken böylesi ifrat yorumlarla âlem-i İslam’ı kendi yaşadığı topraklarda huzursuz, kendi insanına karşı tekfirci, kendi devletine karşı düşman hale getirmek; hakikaten de yeni ve büyük bir tuzağın resmini bize vermektedir. Bu resim birşeyi daha göstermektedir hepimize: Bediüzzaman’ın metinleri ve duruşu, tıpkı yaşadığı günlerde olduğu gibi, bugün de sıkıntılarımıza derman, karanlıklar içerisinde denizfeneri, ehl-i sünnet reçeteleri sunmaktadır. Allah dudağımızı onun pâk ayak izlerinden ayırmasın. Âmin. Âmin. Âmin.

Ahmet AY – Risale Haber