Aslî Vatanımıza Ne ile Dönüyoruz?

Bir insanın babası hangi memleketli ise, kendisi de oralı sayılır. Kendisi başka bir diyarda dünyaya gelse dahi, memleketi sorulduğunda, babasının memleketini söyler.

Bizim atamız Âdem (A.S.) bu dünyaya cennetten geldiğinden, biz ne­seben cennetliyiz. Asıl vatanımız cennettir. Bu dünyaya ise çalışmak ve memleketimize büyük bir sermaye ile dönmek üzere gelmiş bulunuyoruz. Ama burada vazifemizin aksi ile hareket edip, müebbet hapse mahkûm olmamız ve artık memleketimize dönemememiz de imkân dahilindedir.

Bu dünyada kazandığımız mallar ve yükseldiğimiz makamlar, o âleme bir şey götürmeme kaydıyla, beş para etmemektedir. Gurbette çalışmaya giden bir işçi memleketine eli boş dönse ve kendisine gurbette ne yaptığı sorulduğunda ise, “şöyle yedim, böyle içtim, şu makamlara çıktım” dese, bu divânenin yüzüne tükürülür. Zira bu adam, gurbete yeme, içme ve eğ­lenmeye değil, dönüşünde bir şeyler getirmek üzere çalışmaya gitmiştir.

O hâlde bu dünyada bırakacağımız şeylerin peşinde pek fazla koşma­mamız ve beraberimizde götürebileceğimiz hayırlı şeylere teveccüh etme­miz lâzımdır.

Bir insan öldüğü zaman, servet sahibi ise, bu servetini yanında götü­remez; evlâdına miras kalır. Bu zat âlim ve fazıl bir kimse ise, bu ilim ve faziletini beraberinde götürür, oğluna bırakmaz. Hayatta iken oğluna öğrettiği şeyler ve verdiği terbiye bahsimizden hariçtir. Çünkü, oğluna bir şeyler öğretmekle kendi ilminde bir eksilme olmuyor, yine kendi ilmiyle bu dünyadan göçüp gidiyor. Bu duruma göre insan bu dünyada ya taat, iba­det, fazilet ve tahkikî imanla yüklenip âhirete göçüyor veya isyan, küfür, ahlâksızlık gibi menhus şeylerle dolarak bu dünyadan ayrılıyor.

Dünyevî olan servet, makam, zevk ve safâ gibi; fakirlik, elem ve keder de bu dünyada kalmaktadır. Mühim olan husus, beraberimizde götürdü­ğümüz müspet ve menfî neticelerdir. Bu noktayı hatırdan çıkarmamak ve hedefi kaybetmemek icabeder.

Bu dünyada misafir ve yolcu olan insan için en mühim mes’ele; varacağı nihaî hedeftir. Yolda çekilen elemler gibi, alınan lezzetler de ehemmiyetsiz­dir. Bunu bir misâlle izah etmeye çalışalım:

Erzurum’dan İstanbul’a trenle gitmekte olan iki şahıs düşününüz. Bun­lardan birisi padişahın lûtfuna mazhar olmaya, diğeri ise muhakeme edilip lâyık olduğu cezayı görmeye gitsinler. Elbette ki biz bu şahıslardan birin­cisine bahtiyar, ikincisine ise bedbaht diyeceğiz. Bahtiyar olan zat, trenin üçüncü mevkiinde de gitse, hattâ yer bulamayıp salonda da yatsa ehem­miyeti yoktur. Zira, bu seyahatin neticesinde kendisini büyük bir saadet beklemektedir. Bedbaht adam ise, seyahatini yataklı vagonda da yapsa ve her türlü ihtiyacı en iyi şekilde karşılansa da yine ehemmiyetsizdir. Çünkü; bu seyahatin neticesi onun için hata ve zarardır.

Dünyevî makamlarımız ve dünyadaki koltuk dâvalarımız, trendeki mevki farklarından başka bir şey değildir. Bununla beraber hem yataklı vagonda gitmek, hem de lûtfa mazhar olmak mümkündür. İslâmiyet buna mâni değildir, bilâkis müşevvik olmuştur.

Mehmed Kırkıncı

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: