Kalem tarafından yazılmış tüm yazılar

Bak! Azrail beni almak için gelmiş; orada bekliyor

İstanbul’da bir hastanede, 9 yaşında bir kız… İsmi: Esra…

Hastalığı: Kanser… Hastalığı vücuduna yayılmış… O hasta halinde ve ölümün soluğunu her geçen an gittikçe daha da yakınında hissederek hayat yürüyüşünün son durağına yaklaşırken, hasta yatağında uyanık olabildiği zamanlar, devamlı olarak kitap okuyormuş.

Bir akşam, okuduğu kitaptan başını kaldırarak, annesine:

“ – Babamı çağırabilir misin, anne?” demiş.
Küçük kızının vücuduna yayılmış kanserle günden güne eriyişini görürken, ölüm habercisi bu hastalığın sevgili kızından ayrılık getireceğini bilerek, dünyadan o kesin ayrılığının acısına dayanabilmek bir yana, o ayrılık anının yakında muhakkak gelecek oluşunu düşünmenin büyük acısına dayanabilmenin bile kendisine çok zor geldiği annesi, kızının bu anî arzusu karşısında çekinerek sormuş:

“ – Babanı çağırmamı niçin istiyorsun?”
Hasta kız, önce bunu açıklamak istememiş; bir an düşünmüş ve:

“ – Çağırmasan da olur.. Hem çağırsan, gelinceye kadar belki geç olur..” sözleri üzerine annesinin merakı daha da artmış:

“ – Babanı çağırmamı önce isteyip sonra niye vazgeçtin?” diye sorunca, kızı gayet sakin bir şekilde;
“ – Anne, ben artık âhiret âlemine gidiyorum da.. o­nun için..”cevabını vermiş. Bu sözleri üzerine annesinin gözünden, artık tutamadığı gözyaşları boşanırken, kızı gene o çok sakin haliyle:

“ – Bak! Azrail (AS) beni almak için gelmiş; orada bekliyor..” diyerek odanın bir köşesini parmağıyla işaret etmiş. Annesi, kızından ayrılık vaktinin geldiğini anlayıp elleriyle yüzünü kapatarak hüngür-hüngür ağlarken, kızına gayr-i ihtiyarî sormadan da edememiş:

“ – Azrail (AS) nasıl? Biraz tarif eder misin?”

“ – Çok güzel…” demiş, küçük kız…

Daha sonra da, içinde bulunduğu o maneviyat âleminden dünya haline tekrar avdet etmiş gibi, annesinin o ardı-arkası kesilmeyen yüksek sesle ağlayışından rahatsız olmuş bir tavırla annesini, 9 yaşındaki çocukluğundan beklenemeyecek büyük bir kemal ve vekar haline girerek, tesellîye çalışmış:

“ – Niye bu kadar çok ağlıyorsun ki, anne? İmanı olan ve imanıyla yaşayanlar için ölüm ve âhirete gitmek, korkulacak bir şey mi? Dünyada daha fazla yaşasaydım, dışarıdaki insanların ekseriyeti gibi, dinde lâkayt, ibadette ihmalkâr halde uzun bir dünya hayatım olsaydı, benim için daha iyi mi olacaktı? Öyle olmam seni daha çok mu sevindirecekti? “

Kızının, yaşının çok üstünde bir olgunlukla kendisine verdiği bu hakikat dersi karşısında, annesinin sanki birdenbire gözyaşı pınarları kurumuş; yüksek sesle ağlaması aniden durmuş..

Kanser hastası, kanser hastalığı vücuduna yayılmış olan 9 yaşındaki kız, annesiyle bu son konuşmasından sonra, yüksek sesle kelime-i şehadet getirmiş; daha sonra da, başı yavaşça sol tarafına düşerek ruhunu teslim etmiş.

Annesinin biraz evvel pınarları kurumuş gibi durmuş olan gözyaşları yeniden, fakat bu defa sessizce çağlamış.. O sırada sevgili kızının artık ruhsuz olan bedeninin yanında, yatağında okuduğu son kitap ile bir kalem, dikkatini çekmiş. 9 Yaşındaki kızının dünyadan âhirete giderken, kendisini fevkalade hayrete sevk eder derecede gösterdiği o çok yüksek ruh halinin sırrı, hasta yatağında son olarak altını da çizerek okuduğu o kitap sayfalarında kendini ilân ediyor gibiymiş. Kitap, “Hastalar Risalesi” ve altını çizerek okuduğu son bölümü de: “SEKİZİNCİ DEVA” imiş.

***

SEKİZİNCİ DEVA

Ey âhiretini düşünen hasta! Hastalık, sabun gibi, günahların kirlerini yıkar, temizler. Hastalıklar keffâretü’z-zünûb olduğu hadis-i sahihle sabittir. Hem hadiste vardır ki: ‘Ermiş ağacı silkmekle, nasıl meyveleri düşer; imanlı bir hastanın titremesi de öyle günahları silker.’
Günahlar, hayat-ı ebediyede daimî hastalıklardır; bu hayat-ı dünyeviyede dahi kalb, vicdan, ruh için manevî hastalıklardır. Sen eğer sabredip şekva etmezsen, şu muvakkat bir hastalık ile daimî pek çok hastalıklardan kurtuluyorsun.
Eğer günahları düşünmüyorsan, yahut âhireti bilmiyorsan veya Allah’ı tanımıyorsan, sende öyle dehşetli bir hastalık var ki, milyon defa sendeki bu küçük hastalıktan daha büyüktür. o­ndan feryâd et.
Çünki, bütün dünyanın mevcûdatıyla kalbin, rûhun ve nefsin alâkadardır. Mütemâdiyen firak ve zevâl ile o alâkalar kesilip, sende hadsiz yaralar açılır. Bâhusus Âhireti bilmediğin için, ölümü idam-ı ebedî tahayyül ettiğinden, âdeta, güya, yara bere içinde, dünya kadar hastalıklı bir vücudun var.
İşte en evvel, hadsiz yaralı ve hastalıklı bu büyük mânevî vücudun hadsiz hastalıklarına kat’î ilaç ve kat’î şifa verici bir tiryak olan îmân ilâcını aramak ve itikadını düzeltmek gerektir ki, o ilâcı bulmakta en kısa yol, bu maddî hastalığın yırttığı gaflet perdesinin altında sana gösterdiği aczin ve za’fın penceresiyle, bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini ve rahmetini tanımaktır.
Evet, Allah’ı tanımayanın, dünya dolusu belâ başında vardır. Allah’ı tanıyanın dünyası nurla ve mânevî sürûrla doludur¸derecesine göre, îman kuvvetiyle hisseder. Bu îmândan gelen mânevî sürur ve şifâ ve lezzet altında, cüz’î, maddî hastalıkların elemi erir, ezilir.”

                                                    ***

Dr. Sadullah Nutku ve Prof. Dr. Ayhan Songar (her ikisine de Allah rahmet eylesin) bir uçak seyahatinde yan yana iki koltukta oturuyorlarmış. O yolculuklarında ilk defa tanışıp görüşmelerinden önce, Dr. Sadullah Nutku, cebinden “Hastalar Risalesi”ni çıkarıp kendi kendine, sessizce okumağa başlamış. Yanında oturan Prof. Dr. Ayhan Songar göz ucuyla bu kitaba bakmış, çok alâkasını çekmiş; ardından, tanışmışlar.

Yolculuklarının kalan kısmında Dr. Sadullah Nutku, kitabı yüksek sesle okumuş; Prof. Dr. Ayhan Songar da dikkatle dinlemiş ve o zamana kadar bilmediği Risale-i Nur Külliyatının, psikiyatri mütehassısı bir profesör olarak da kendisini çok ilgilendiren devalarından bazılarını dinlerken, bir ara kendini tutamayarak:

“ – İnsan bu manevî devaları dinlerken, hasta olmayı temennî edeceği geliyor!” demiş.

Prof. Dr. Ayhan SONGAR, daha sonra ihtisası ile alâkalı olarak, kendisine muayene ve tedavi için gelen hastalarına ekseriya “Hastalar Risalesi”ni tavsiye etmiş.

Prof. Dr. Ayhan Songar da bir gün, Esra isimli 9 yaşındaki o küçük kız ve daha başka birçokları gibi kanser hastalığına yakalanmış. O da ecelle randevusuna doğru geri sayımının son günlerindeyken ve 9 yaşındaki o küçük kız gibi, vücuduna yayılmış olan kanser hastalığı ile hastanede yatarken, yanından hiç ayırmadan okuduğu ve vefatında da yatağında yanı başında duran kitap, 9 yaşındaki o küçük kızın ölüm döşeğindeyken okuduğu kitapmış; ilk defa bir uçak yolculuğunda yan yana otururken Dr. Sadullah Nutku’dan dinlediği ve daha sonra da, meşhur bir psikiyatri profesörü olarak o zamana kadar kendisine muayene ve tedavi için müracaat etmiş birçok hastasına tavsiye ettiği, manevî devalar hazinesi: “Hastalar Risalesi”…

Prof.Dr.Mustafa NUTKU

Mevlid Kandiliniz Mübarek Olsun

Hayatın gayesi, yaratılışın mânâsı silinmiş, yok olmuştu. Her şey mânâsız başıboşluk ve hüzün örtülerine bürünmüştü.

Ruhlar bir şey bekliyor, bir nurun zulmet perdesini yırtmasını içten içe hissediyordu.

O vahşet devrinde kâinat ufkundan bir güneş doğdu. Bu güneş âhirzaman Peygamberi Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam idi. Tarihin seyrini, hayatın akışını değiştiren bu eşsiz olay, dünyayı yerinden sarsan değişimlerin en büyüğü idi.

İşte insanlığın akıl ve kalbinde düğümlenen “Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” sorularını, düğümlerini çözüp kâinatın Sahibini ilân ve ispat edecek bir zatın teşrifi sadece insanların ruh ve kalbinde değil, diğer varlıklarda, hattâ cansız eşyada bile yansımasını bulacaktı.

Doğudan batıya bütün âlemin nurlara büründüğü, İlâhi değişimin tecelli ettiği o gece neler oldu neler?

Yahudi ileri gelenleri ve âlimleri kitaplarında daha önce rastladıkları işaret ve müjdelerin açığa çıktığını gördüler. Kimsenin haberi olmadan en önce onlar bu müjdeyi verdiler

O gece Yahudi âlimleri semâya bakıp “Bu yıldızın doğduğu gece Ahmed doğmuştur” dediler. (1)

Bir Yahudi ileri geleni Mekke’de Peygamberimizin doğduğu gece, içlerinde Hişam ve Velid bin Muğire, Utbe bin Rabia gibi Kureyş ileri gelenlerinin bulunduğu bir toplantıda,

“Bu gece sizlerden birinin çocuğu oldu mu?” diye sordu.

“Bilmiyoruz” diye cevap verdiler.

Yahudi, “Vallahi sizin bu ihmalinizden iğreniyorum!

“Bakın, ey Kureyş topluluğu, size ne söylüyorum, iyi dinleyin. Bu gece, bu ümmetin en son peygamberi Ahmed doğdu. Eğer yanlışım varsa, Filistin’in kudsiyetini inkâr etmiş olayım. Evet, onun iki küreği arasında kırmızımtırak, üzerinde tüyler bulunan bir ben var” dedi.

Toplantıda bulunanlar Yahudinin sözünden hayrete düştüler ve dağıldılar. Her birisi evlerine döndüğünde bu durumu ev halkına anlattılar. “Bu gece Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’ın bir oğlu doğdu. Adını Muhammed koydular” haberini aldılar.

Ertesi gün Yahudiye vardılar:

“Bahsettiğin çocuğun bizim aramızda dünyaya geldiğini duydun mu?” dediler.

Yahudi “Onun doğumu benim size haber verdiğimden önce midir, sonra mıdır?” dedi.

Onlar, “Öncedir ve ismi Ahmed’dir” dediler.

Yahudi, “Beni ona götürün” dedi.

Yahudi ile beraber kalkıp Hz. Âmine’nin evine gittiler, içeri girdiler.

Pegamberimizi Yahudinin yanına çıkardılar. Yahudi Peygamberimizin sırtındaki beni görünce, üzerine baygınlık geldi, fenalaştı. Kendine gelip ayıldığı sırada,

“Ne oldu sana, yazıklar olsun” dediler.

Yahudi, “Artık İsrail oğullarından peygamberlik gitti. Ellerinden kitap da gitti. Artık Yahudi âlimlerinin kıymet ve itibarları da kalmadı. Araplar peygamberleriyle kurtuluşa ereceklerdir.

“Ey Kureyş topluluğu, ferahladınız mı? Vallahi size, doğudan batıya kadar ulaşacak bir güç, kuvvet ve bir üstünlük verilecektir” dedi. (2)

Kâinatın Efendisini dünyaya getiren bahtiyar annenin henüz dünyaya gelmeden görüp gördükleri çok manalıydı..

Peygamber Efendimize hamileyken rüyasında, “Sen, insanların en hayırlısına ve bu ümmetin efendisine hamile oldun. Onu dünyaya getirdiğin zaman ‘Her hasetçinin şerrinden koruması için bir ve tek olana sığınırım’ de, sonra ona Ahmed yahut Muhammed ismini ver.”

Yine kendisinden çıkan bir nurun aydınlığında bütün doğuyu ve batıyı, Şam ve Busra saray ve çarşılarını, hattâ Busra’daki develerin uzanan boyunlarını gördüğünü Abdülmüttalib’e anlatmıştı.(3)

Aynı gece Hz. Amine’nin yanında bulunan Osman ibn As’in annesinin gördükleri de şöyle:

“O gece evin içi nurla doldu, yıldızların sanki üzerimize dökülecekmiş gibi sarktıklarını gördük.” (4)

Evet bu ulvî anı dile getiren Mevlid’in yazarı Süleyman Çelebi bütün bu hakikatleri şu beytiyle şiirleştirmiştir:

“Hem Muhammed gelmesi oldu yakın

Çok alâmetler belirdi gelmedin”

Rabiülevvel ayının 12. Pazartesi gecesi, yapılan hesaplamalara göre, Miladi takvime göre 20 Nisan’a denk gelen gece idi.

Dünyayı şereflendiren iki Cihan Serverinin üzerini o günün bir âdeti olarak bir çanakla kapattılar.

Araplara göre o zaman, gece doğan çocuğun üzerine bir çanak koymak ve gündüz olmadan ona bakmamak âdetti. Fakat bir de baktılar ki, Peygamber Efendimizin üzerine konulan çanak yarılarak ikiye ayrılmış, Efendimiz gözlerini gökyüzüne dikmiş, başparmağını emiyordu. (5)

Evet, bu işaret her türlü küfrün, zulmün, şirkin ve her türlü bâtıl inanç ve âdetlerin parçalanıp yok olması, imanın, nurun ve hidâyetin kâinatı aydınlatması için gönderilmiş bir Peygamber idi.

Aynı gece Kabe’de tapılmakta olan cansız putların çoğunun baş aşağı devrildiği görüldü.

Aynı gece Kisra sarayının beşik gibi sallanıp on dört balkonunun parçalanıp yerlere düştüğü öğrenildi.

Sava’da mukaddes tanınan gölün suyunun çekilip gittiği görüldü.

Bin senedir yakılan ve söndürülmeyen Mecusi ateşinin sönüverdiği müşahede edildi.

Bütün bunlar işaret ve alamettir ki, yeni dünyaya gelen zat ateşe tapmayı, puta tapmayı kaldırıp, Fars saltanatını parçalayarak Allah’ın izni olmadan kutsal tanınan şeylerin kutsallığını ortadan kaldıracaktır. (6)

İşte bu geceye Veladet-i Nebi gecesi diyor ve onun bütün kalbimizle, ruhumuzla her sene yeniden yâd edip kutluyoruz. Bütün kâinatla bu geceyi karşılayarak onun âleme teşrifine kıyam ediyoruz.

Getirdiği ebedi nura, açtığı saadet caddesine ve sünnet-i seniyyesine yeniden sımsıkı sarılmak ve Mevlid Kandilini vesile ederek ona yeniden bîatimizi, bağlılığımızı tazelemek ne yüce bir şeref ve ne büyük bir saadettir.

Yüce Rabbim bizleri sevgili Resulünün şefaatine nail eylesin.

(1) – İbni Sa’d. Tabakat, 1; 60.
(2) – A.g.e., 1:162-163
(3) – Taberî Tarihi, 2:125; İbni Sa’d. Tabakat. 1:102.
(4) – A.g.e., 2:126
(5) – İbni Sa’d. Tabakat, 1:102.
(6) – Bediüzzaman Said Nursî. Mektubat, s. 161-162

www.sorularlaislamiyet.com

Örnek İnsanlara İhtiyaç Var!

Müslümanların dinlerine bağlılık derecesini iki gruba ayırabiliriz.

1) Annesinde babasında gördüğünü taklit ederek dinini yaşayanlar.

2) Şuurlu anne babanın emrinde hayatını devam eden, veya arkadaş, eş dostun öncülüğünde ehli’sünnet ve cemaat dahil herhangi gruba bağlı kalıp Müslümanlığa bağlılığını kendilerine ana prensip edinenler. Bunlarda en sağlamı en mükemmel faydalanmayı Risale-i Nur eserlerinden alanlarda görebiliriz. Çünkü Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu eserleri yazarken, ispat ve ikna metodunu seçmiştir.

Birinci guruptaki Müslümanların iyiliği de kötülüğü de sınırlıdır, yani onların günahları da sevapları da kendine aittir, başkasına fazla tesir etmez. Çünkü zamanımızda dinimize her taraftan saldırı olduğu için, bunlar gibi din kültürünü alamayanlarda aradığın dinin mükemmellikleri bulamazsın. Sebebine gelince bunların inançları tahkiki değil taklididir. Bunlar ehil kimselerden, veya kitaptan dinlerini öğrenmedikleri için, her zaman nefis ve şeytanın oyununa gelerek hislerine mağlup olabilirler. Bunlarda akıl değil duygular hakimdir. Bunlara herhangi menfaat gösterilse, ona aldanabilirler. Bu gibi kimselerin tahammülleri de sabırları de azdır.

İkinci kısım Müslümanların imanları taklidi değil tahkikidir. Bunlar din kültürünü ispatlı bir şekilde alan kimselerdir. Bu karakterdekiler çok dikkatli hareket ederler. Bunların yaptıkları bütün iyiliklerinden, bağlı oldukları guruplardan hisse alır, şeref duyar. Yaptıkları kusur ve hatalar da cemaate mal olur. Çünkü, böyle bir gruba bağlı olanların hali, kâr ve zarar ortaklığı yapan şirketlerin haline benzer. Onların kârını da zararını da beraber karşılarlar. Bu kimselerin bütün hal ve hareketlerinde, âzami dikkat yazar. Onlar her şey konuşamaz, her yere gidemez. Haramlar şöyle dursun şüpheli şeylerden dahi uzak durmak kendilerini mecbur hissederler. Komşularla iyi geçinmekte hassastırlar. Evlerinde kavga ve gürültüden uzak, ahlak kurallarına dikkatli. Yalnız âile reisi değil, hanımı, oğlu, kızı, gelini, yani tüm âile efradı ahlak kurallarına uyma mecburiyeti hissederler. Kısacası cemaate-guruba bağlı olanlar yaşadıkları hayatlarıyla başkalarına örnek olmaları icap ediyor. Dine lâkayt olanlar, bunları görüp, bunlar gıpta ederek, İslam hayatını yaşamaya balalarsa, yaptıkları sevapların tümünden bunlarında amel defterine yazılır.

Müslümanlık kabaların dini değildir. Bilakis İslam dini çok ince hassas bir dindir. Yaptığın iyi amellerden de gururlanamazsın. Hata edip yaptığın ufak tefek günahlara karşı da üzülmeden kalamazsın. Nasıl ki cahillerde kibir, gurur, kötü bir haslet ise, Allah’ın dinini yaşayanlar da, yaptıkları sevaplı işe güvenerek büyüklük taslayamazlar. Çünkü o hal “ucub” denilen bir çeşit gurura sapmak demektir. Yani, hem iyi işleri yapacaksın hem de onlarla övünmeyeceksin. Belki sana düşen görevi yapabildiğin için Allah’ına şükredeceksin. Yaptığın günahlar ise, mantığını kullanmayıp nefsine ve şeytanına uyduğun için, onlar senin öz be öz mallarındır. Onlardan kahrolmak senin hakkındır. Böylece kurtulup selamete ermen için, yaptığın günahlardan ötürü Allah’tan korkup bağışlanmanı dileyeceksin. Yaptığın sevaplar için ucub’a düşmeden Allah’hım ibadetlerimi acaba rızana uygun yapabildim mi diyeceksin. Böylece korku ve ümit yolu olan orta yolu takip edip, sapmadan yürüyüp gideceksin. Unutma ki ahlakın zirvesine erdiren İslam, çok sağlam temeller üzere kurulmuştur. Allah Hadisi Kudsi ile bu ifadelerimi çok iyi tasdik etmektedir. ”Ben rızamı iyi ameller içine sakladım. Gazabımı da günahlar içinde sakladım.” Yani iyi amellerin tamamını yapacağız ki Allah’ın rızasına isabet edelim. Günahların da tamamından çekineceğiz ki kurtuluşa erelim.

Tüm insanlar için numune-i imtisal Peygamberimiz aleylissalatu vesselam’dır. Kurtuluş yolumuz, O Zatın (a.s.m.) açtığı yoldur. Bilhassa bu fitneli âhır zamanında Peygamberimiz (a.s.m.) ın sünneti seniyesini yaşayabilsek, yüz şehidin kazandıkları sevabı kazanma imkânı elde edebiliriz. Bunu da Peygamberimiz (a.s.m.) haber veriyor.

O mübareğin örnek ahlakından yalınız iki tanesini nazarınıza sunduktan sonra, Bazı örnek şahsiyetlerden birkaç tanesini de nazarınıza sunacam.

1-Aleyhissalatu vesselam sahabelerle bir yerden gelmişler. Namaz vakti girdiği için abdest almışlar. Karınlarını doyurmak için de bir deve kesip pişirmişler yemişler. Azcık dinlenmek için yerlere oturmuşlar. Namaza kalkacakları sırada Sahabenin birinde hades vuku bulduğunu fark eden Peygamberimiz (a.s.m.) sahabeyi mahcup etmemek için orada bulunan sahabelere: ”Deve eti yiyenler tekrar abdest alsınlar” buyurmuş ve bu sebepten Hanbeli Mezhebinde olanların deve eti abdestlerini bozar.

2-Hendek Savaşına hazırlık yaparken, hendek kazan sahabelerden biri, Ya Resülallah, karnım çok aç, karnına bağladığı taşı göstererek bak karnıma taş bağlamışım. Peygamberimiz (a.s.m.) onu rahatlatmak için, elini kuşağına sokup karnına bağladığı iki taş çıkarır ve der işte ben açlıktan senin gibi bir değil, iki taş bağladım. bunun üzere Sahabe mahcup olur ve kusurumu af edin Ya Resülallah demiş.

3-Bakın Peygamberimizin (a.s.m.) yolunu harfiyen takip etmeye gayret eden mübareklerden Asamm Hazretlerine dini bir mesele sormak için biri gelmiş. Odada yerleşip meseleyi sormadan adamda hedes vuku bulmuş. Adam çok mahcup olarak soracağı meseleyi heyecanla sormaya başlamış. Asamm Hazretleri hadesin vukuunu işitmediğini adama his ettirmek için, kardeşim biraz bağır çünkü benım kulaklarım sağırdır zor işitirim demiş. Bundan sonra o mübareğin ismi sağır manasında Asamm kalmış.

4-Allah’ına ve Onun Resulüne tavizsiz itaat eden Bediüzzaman Hazretlerinin yazdığı Risale-i Nur eserlerinde, onun eşsiz ledünni ilmini görüyoruz. Ahlak-ı hamide’nin tümünü kendinde zirvede görüyoruz. İdam mahkemesinde müdafaasında hakime beş para vermemekte, cesaretini. Yamalı elbise giyip kuru ekmeğini sırf çorbaya banarak yemesinde, iktisadını. Zekât, sadaka ve hiç kimsenin hediyesini kabul etmeyip minnet altına girmeme gibi, tok gözlülüğünü. Cumhuriyetin ilk kuruluşunda, Milletvekilleri 30 lira maaş alırken ona 300 lira maaş teklif edilmiş, artı Şeyh Sunusi yerine gezici vaizlik, artı Milletvekilliği, artı Ankara’da meşhur Köşkü ona verildiği halde, Milletin imanının kurtulması yolunda tümünü red edip, Yirmi sekiz sene zindanlarda mahkemelerde sürgünlerde geçirmek gibi eşsiz fedailiğini ortaya serebilmesi Allah’a karşı ihlas ve samimiyetle bağlılığından başka değildir. Onun neticesinde, eserleri olan Risale-i Nurlar dünyanın dört yanına yayılıp milyonların imanını kurtarabilme gibi muvaffakiyeti elde edebilmiştir. Böylece Bediüzzaman Hazretleri, erişilmeyecek derecede numune-i imtisal bir şahsiyetir.

5-Pakistanlı meşhur Şair Muhammed İkbal, İslam ülkelerinden başka birine gezmeye gitmiş. Oranın halkı onu gezdirmek için o zamanın lüks vasıtası olan bir payton getirmişler. İkbal onu kabul etmeyip onlara: Avam hangi vasıta ile seyahat edip geziyorsa bana onu getirin demiş. İşte tevazuu içeren, büyüklerin yüksek ahlakının insanlığa sergilediği örnek ahlak!..

6-İstiklal marşımızın Şairi Mehmet Âkif Ersoy. İstiklal marşını yazmakta çok para olduğu için, yedi yüz küsur kişi rekabete katıldıkları halde, Âkif katılmamış. Tüm onların yazdıkları marşları meclis dinleyip hiçbirini beğenmeyince, meclisteki üyeler tarafından, Mehmet Âkif niye gelmedi denilince: Bilmiyoruz cevabını vermişler. Peki onu tanıyan kim ise gidip kendisinden sorsun. Gidip Âkif’in kendisine sorunca, demiş: orada çok para olduğu için ben katılmadım. Çünkü ben şeref ve haysiyetimi parayla satmam demiş. Ona: Parayı ister al ister alma, millet bunu senden bekliyor denilince. Yazıp götürmüş ve büyük alkışla meclis yazdığı İstiklal marşını üç defa ayakta tekrarlamış. Tok gözlülükte de örnek şahsiyet olduğu için, Allah istiklal marşını yazmasını ona nasip etmiş!..

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.org

En Güzel Dualar (Peygamberimizin Dilinden 40 Dua)

099

1. Allahümme bike esbahnâ ve bike emseynâ ve bike nehyâ ve bike nemûtü ve ileyke’l-masîr.

“Allah’ım! Senin iznin ve yardımınla sabahladık ve akşamladık. Yine senin izin ve yardımınla yaşar ve ölürüz. Sonunda dönüş yalnız sanadır.”

(Ebû Dâvûd, “Edeb”, 110; Tirmizî, “Deavât”, 13; İbn Mâce, “Dua”, 14)

2. Allahümme e’ûzü bi rızâke min sehatike ve bi muâfâtike min ‘ukûbetike ve e’ûzü bike minke lâ uhsi senâen ‘aleyke ente kema esneyte ‘ala nefsike.

“Allah’ım! Öfkenden rızana; cezandan affına sığınırım. Senden yine sana sığınırım. Sana övgüyü saymakla bitiremem. Sen kendini nasıl övdüysen öylesin.”

(Müslim, “Salât”, 222)

3. Allâhümme innî e’ûzü bike min zevâli ni’metike ve tehavvüli ‘âfiyetike ve fücâeti nıkmetike ve cemî’ı sahatike.

“Allah’ım! Nimetinin yok olmasından, verdiğin afiyetin (nimet ve sağlığın) bozulmasından, ansızın cezalandırmandan ve öfkene sebep olan her şeyden sana sığınırım.”

(Müslim, “Zikir”, 96)

4. Allahümme innî e’ûzü bike mine’l-hemmi ve’l-hazeni. Ve e’ûzü bike mine’l-‘aczi vel-keseli. Ve e’ûzü bike minel cübni vel-buhli. Ve e’ûzü bike min ğalebetid-deyni ve kahrir-ricâli.

“Allah’ım! Kederden ve üzüntüden, acizlikten, tembellikten, cimrilikten, korkaklıktan, borç yükünden ve insanların kahrından sana sığınırım.”

(Ebû Davud, “Sâlat”, 367; Ayrıca bk. Buhârî, “Et’ıme”, 28, “Deavât”, 40¸ Tirmizî, “Deavât”, 70; Nesâî, “İstiâze”, 7, 8, 25)

5. Allahümme innî e’ûzü bike mine’l-fakri ve’l-kılleti ve’z-zilleti ve e’ûzü bike min en ezlime ev uzleme.

“Allah’ım! Fakirlikten, yokluktan ve zilletten sana sığınırım; zulmetmekten ve zulme uğramaktan da sana sığınırım.”

(Buhârî, “Deavât”, 40; Ebû Dâvûd, “Vitr”, 32¸ Nesâî, “İstiâze”, 7, 8, 25)

6. Allahümme innî e’ûzü bike en edille ev üdalle,ev ezille ev üzelle ev ezlime ev uzleme ev echele ev yüchele ‘aleyye

“Allah’ım! Dalalete (sapıklığa) düşmekten veya (başkalarını) dalalete düşürmekten, hataya düşmekten veya (başkasını) hataya düşürmekten, zulmetmekten veya zulme uğramaktan, cahillik etmekten veya cahillikle karşılaşmaktan, sana sığınırım.”

(Ebû Dâvûd, “Edeb”, 112)

7. Allahümme innî e’ûzü bike mine’l-cübni ve e’ûzü bike min en uredde ila erzelil ‘umuri ve e’ûzü bike min fitneti’d-dünya ve e’ûzü bike min azabi’l-kabr.

“Allah’ım! Korkaklıktan sana sığınırım. Ömrün en düşük çağının zorluklarından, dünya fitnelerinden ve kabir azabından da sana sığınırım.”

(Buhârî, “Cihad”, 25; Tirmizî, “Deavât”, 113; Nesâî, “İstiâze”, 27)

8. Allahümme innî e’ûzü bike min şerri ma ‘amiltu ve min şerri ma lem a’mel.

“Allah’ım! Şimdiye kadar yaptığım, bundan sonra yapacağım işlerin şerrinden sana sığınırım.”

(Müslim, “Zikir” 65, 66)

9. Allahümme innî e’ûzü bike min fitneti’n-nâri ve ‘azabi’n-nari ve min şerri’l-ğına ve’l-fakri.

“Allah’ım! Cehenneme götüren fitneden, Cehennemin azabından, zenginliğin ve fakirliğin şerrinden sana sığınırım.”

(Ebu Dâvûd, “Vitr”, 32)

10. Allahümme innî e’ûzü bike minel-cû’ı fe-innehû bi’sed-dacî’u ve e’ûzü bike mine’l-hıyâneti fe-innehâ bi’seti’l-bitânetü.”

“Allah’ım! Açlıktan sana sığınırım. Çünkü açlık, ne kötü bir arkadaştır. Hainlikten de sana sığınırım. Çünkü hainlik, ne kötü bir sırdaştır.”

(Ebu Dâvûd, “Vitr”, 32; Nesai, “İstiâze”, 19,20; İbn Mâce, “Et’ime”, 53)

11. Allahümme ‘âfini fi cesedî ve ‘âfinî fî basarî ve’c‘alhü’l vârise minnî lâ ilâhe illâllahu’l- halîmu’l-kerîmu subhâne’llahi rabbi’l-‘arşi’l-‘azîm ve’l-hamdü li’llahi rabbi’l-‘âlemîn.

“Allah’ım! Bedenime sağlık ver, gözüme sağlık ver, sağlığı benim varisim kıl (son nefesime kadar beni sağlıklı eyle). Halîm ve kerîm olan Allah’tan başka ilah yoktur. Ulu arşın sahibi Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Her türlü övgü âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur”

(Tirmizî, “Deavât”, 66)

12. Allahümme innî es’elükel-hüdâ ve’t-tüka ve’l-‘afafe ve’l-ğınâ.

“Allah’ım! Senden hidayet, takva, (sorumluluk bilinci) iffet ve (gönül) zenginliği isterim.”

(Müslim, “Zikir”, 72)

13. Allahümmağfirlî ve’rhamnî ve’hdinî ve ‘âfinî ve’r-zuknî

“Allah’ım, beni bağışla, bana merhamet et, bana hidayet nasip eyle, bana âfiyet ve (hayırlı) rızık ver.”

(Müslim, “Zikir”, 35)

14. Allahümme’nfa’nî bima ‘allemtenî ve ‘allimnî ma yenfeunî ve zidnî ‘ilmen, elhamdülillahi ‘alâ külli hâlin ve e’uzü billahi min hâli ehli’n-nâri.

“Allah’ım! Bana öğrettiğin ilim ile beni faydalandır, bana fayda verecek ilmi öğret ve benim ilmimi artır. Her hâl üzere Allah’a hamd olsun. Cehennem ehlinin halinden Allah’a sığınırım.”

(Tirmizî, “Deavât”, 129)

15. Allahümme innî e’ûzü bike min ‘ilmin la yenfe’u ve min kalbin lâ yahşe’u, ve min nefsin lâ teşbe’u ve min da’vetin lâ yüstecâbu leha.

“Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, huşu duymayan kalpten, kabul olunmayan duadan   doymayan nefisten sana sığınırım.”

( Müslim, “Zikir”, 73)

16. “Ya mukallibel kulûb! Sebbit kalbî ‘alâ dînike.

“Ey kalpleri hâlden hâle çeviren Allah’ım, kalbimi dinin üzere sabit kıl.”

(Tirmizî, “Deavât”, 124)

17. “…Allahümme âti nefsî takvâha, ve zekkiha ente hayru men zekkaha, ente veliyyuha ve mevlaha.”

“…Allah’ım! Nefsime takvasını (günahlardan sakınma duygusu) ver ve onu (her türlü günahtan) temizle, Sen temizleyenlerin en hayırlısısın. Onun koruyucusu ve efendisi de sensin..”

(Müslim, “Zikir”, 73)

18. Allahümme’c’alnî mine’llezîne iza ehsenu ‘s-tebşeru ve iza esâu’stağferû

“Allah’ım! Beni iyilik işledikleri zaman sevinen ve kötülük yaptıkları zaman bağışlanma dileyen kullarından eyle.”

(İbn Mâce, “Edeb”, 57)

19. Allahümme rahmeteke ercû felâ tekilnî ila nefsî tarfate‘aynin ve aslih lî şe’nî küllehü lâ ilâhe illa ente.

“Ey Allah’ım! Senin rahmetini umuyorum, beni göz açıp kapayıncaya kadar (da olsa) nefsimle başbaşa bırakma. Halimi tümüyle düzelt, Senden başka ilâh yoktur.”

(Ebu Dâvûd , “Edeb”, 110)

20. Allahümme Rabbe’n-nâsi! Ezhibi’l-be’se, veşfihi, ve ente’ş-şâfi. Lâ şifâe illâ şifâüke. kifâen lâ yüğâdiru sekamâ.

“Allah’ım, ey insanların Rabbi! Sıkıntıyı gider, şifa ver. kifayı veren ancak sensin. Senin vereceğin şifadan başka şifa yoktur. Öyle bir şifa ver ki, hastalık nedir bırakmasın.”

(Buhârî, “Tıb”, 37; Ayrıca bk. Müslim, “Selam” 46; Ebû Davud, “Tıb”, 17 Tirmizî, “Deavât”, 111)

21. Allahümme ahsente ha•kÉ fe ehsin hulukî.

“Allah’ım! Yaratılışımı güzelleştirdiğin gibi ahlâkımı da güzelleştir”

(İbn Hanbel,el Müsned, I, 403)  

22. Allahümme innî e’uzü bike mine’ş-şikaki ve’n-nifaki ve sûi’l-ahlâki.

“Allah’ım! (haktan) ayrılmaktan, iki yüzlülükten ve kötü ahlâktan sana sığınırım.”

(Ebû Dâvûd, “Vitr”, 32; Nesaî, “İstiâze”, 21)

23. Allahümme inneke ‘afüvvün kerîmün tühıbbü’l-‘afve fa’fü ‘annî .

“Allah’ım sen affedicisin, cömertsin, affetmeyi seversin, beni de affet.”

(Tirmizî, “Deavât”, 89)

24. Allahümme’rzuknî hubbeke ve hubbe men yenfeunî hubbuhu ‘indeke.

“Allah’ım! Bana kendi sevgini ve Senin yanında sevgisi bana fayda verecek kimsenin sevgisini ver.”

(Tirmizî, “Deavât”, 73)

25. Allahümmekfinî bihalâlike an haramike ve ağninî bifadlike ammen sivâke.

“Allah’ım! Harama bulaşmaktansa, helalinle yetineyim. Beni lütfunla (zengin kılarak) Senden başkasına muhtaç etme.”

(Tirmizî, “Deavât”, 110)

26. Allahümme eınnî ala zikrike ve şükrike ve husni ibadetike.

“Allah’ım! Seni anmak, sana şükretmek, sana güzelce kulluk etmekte bana yardım et.”

(Ebu Dâvûd, “Salât”, 361; Nesâî, “Sehv” 60; İbn Hanbel, el Müsned, V, 245.)

27. Allahümme innî eselüke min salihi ma tü’ti’n-nâse mine’l-mali ve’l-ehli ve’l-veledi gayri’d-dâlli vele’l mudilli.

“Allah’ım! Mal, aile, çocuk olarak insanlara verdiklerinin hayırlısını dilerim, sapıtan ve saptıranları değil.”

(Tirmizî, “Deavât”, 124)

28. Bismillahillezî la yedurru me’a’smihî şeyun filardi vela fi’s-semâi ve hüve’s-semi’u’l-‘alîm.

“Allah’ın adıyla… O’nun adıyla (hareket edildiğinde) yerde ve gökte hiçbir şeyin zararı dokunmaz. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”

(Tirmizî, “Deavât”, 13)

29. Elhamdü li’llahi’llezî et’amena ve sekana ve ce’alena müslimin.

“Bizi doyurup içiren ve bizi Müslümanlardan eyleyen Allah’a hamdolsun.”

(Ebu Dâvûd, “Eti’me”, 53; Tirmizî, “Deavat”, 56 )

30. Allahumme eslemtu nefsî ileyke ve veccehtu vechî ileyke ve fevvaztü emrî ileyke ve elce’tu zahrî ileyke rağbeten ve rehbeten ileyke, la melcee ve la mencee minke illa ileyke, Amentu bi kitabikellezi enzelte ve binebiyyikellezi erselte

“Allah’ım! (rahmetini) umarak, (azabından) korkarak kendimi sana teslim ettim. Yüzümü sana çevirdim. İşimi sana ısmarladım. Sırtımı sana dayadım, sana sığındım. Senden başka sığınak, senden başka dayanak yoktur. İndirdiğin kitaba ve gönderdiğin peygambere inandım.”

(Buhârî, “Vudu”, 75, “Deavât”, 6, 9; Müslim, “Zikir”, 56)

31. Allahümme elif beyne kulubinâ ve aslih zâte beyninâ ve’hdinâ sübüle’sselâmi ve neccinâ mine’z-zulümâti ile’n-nûri ve cennibne’l fevâhişe mâ zahare minhâ ve mâ betane.

“Allah’ım! Kalplerimizi birleştir. Aramızı düzelt ve bizi kurtuluş yollarına ilet. Bizi karanlıklardan aydınlığa çıkar ve büyük günahların açığından da gizlisinden de uzaklaştır.”  

(Ebu Dâvûd, “Salât”, 182 )

32. “Allahümme aslih lî dinî ellezî hüve ‘ismetu emrî, ve aslih lî dünyâye elletî fîhâ meâşî, ve aslih lî ahireti elletî fîhâ meadî, vec ‘alil hayâte ziyâdeten lî fî külli hayrin, vec ‘alil mevte râhaten lî, min külli şerrin”

“Allah’ım! Dinimi güzelce yaşat ki o benim güvencemdir. Dünyamı düzelt ki o benim geçim kaynağımdır. Ahiretimi hazırla ki o benim son durağımdır. Hayatımda her türlü hayrı ziyadesiyle ihsan eyle. Ölümümü de her türlü şerlerden muhafaza eyle.”

(Müslim, “Zikir”, 71)

33. Allahümmeğfirlî zenbî küllehü dikkahu ve cillehu ve evvelehu ve ‘ahirahu ve ‘alâniyetehu ve sırrehu .

“Allah’ım! Günahlarımın küçüğünü büyüğünü, öncesini sonunu, açığını ve gizlisini, hepsini bağışla.”

(Müslim, “Salât”, 216)

34. Allahümme innî zalemtu nefsî zulmen kesîran ve lâ yağfiru’z zünûbe illâ ente feğfirlî mağfiraten min ‘indike, verhamnî inneke entel ğafûrur rahim.

Allah’ım! küphesiz ben nefsime çok zulmettim, günahları bağışlayacak olan yalnız Sensin. Öyleyse katından bir af ile beni bağışla. Bana merhamet et, çünkü bağışlaması ve rahmeti çok olan sadece Sensin”

(Buhârî, “Ezan”, 149; Müslim, “Zikir”, 48)         

                                          

35. Allahümme ente Rabbî, lâ ilâhe illâ ente halaktenî, ve ene ‘abdüke, ve ene alâ ahdike ve va‘dike m’esteta‘tü. Eûzü bike min şerri mâ sana‘tü, ebûü leke bi-ni‘metike aleyye ve ebûü leke bi-zenbî, fağfir lî feinnehû lâ yağfirü’z-zünûbe illâ ente.

“Allah’ım! Sen benim Rabbimsin! Sen’den başka ilâh yoktur. Beni Sen yarattın. Ben Senin kulunum. Gücüm yettiğince (ezelde) sana verdiğim sözümde ve vaadimde durmaktayım.

İşlediğim günahların şerrinden sana sığınırım. Bana lutfettiğin, ni’metlerini i’tirâf ederim, günahımı da i’tirâf ederim. Beni affet çünkü günahları ancak Sen affedersin”

(Buhârî,”Deavât”, 2, 15)

36. Allahümmağfirlî hetîetî ve cehlî, ve isrâfî fî emrî, ve ma ente a’lemu bihî minnî, Allahümmağfirlî ciddî, ve hezlî, ve hataî ve ‘amdî, ve küllü zalike ‘indî, Allahümmağfirlî mâ kaddemtu ve mâ ahhartu, ve mâ esrartu ve mâ a’lentu, vemâ ente a’lemu bihî minnî, entel mukaddimu ve entel muahhir ve ente ‘ala külli şey’in kadîr.

“Allah’ım! Günahlarımı, bilgisizlik yüzünden yaptıklarımı, işimdeki aşırılıkları ve benden daha iyi bildiğin bütün kusurlarımı bağışla.

Allah’ım, ciddi ve şaka yollu yaptıklarımı, yanlışlıkla ve bilerek işlediğim günahlarımı affeyle. Bütün bu kusurların hepsi bende vardır.

Allah’ım! kimdiye kadar yaptığım, bundan sonra yapacağım, gizlediğim ve açığa vurduğum, benden daha iyi bildiğin günahlarımı affeyle.

Öne geçiren de sen, geride bırakan da Sensin. Senin her şeye gücün yeter.”

(Buhârî, “Deavât”, 60; Müslim, “Zikir”, 70. )

37. Allahümmeğsil hatâyâye bimâi’sselci ve’l-beredi ve nakki kalbî mine’l-hatâyâ kemâ nekkayte’sevbe’l-ebyeda mine’d-denesi.

“Allah’ım! Hatalarımı kar ve soğuk su ile temizle. Beyaz elbiseyi kirden temizlediğin gibi kalbimi de hatalardan arındır.

(Nesâî, “Taharet”, 49; Ayrıca bk. Buhârî, “Deavât”, 38, 43 45; Müslim, “Zikir”, 49)

38. Allahümme innî es’eluke hubbeke ve hubbe men yuhibbuke ve’l-amele’l-lezi yübelliğuni hubbeke. Allahummec’al hubbeke ehabbe ileyye min nefsî ve ehlî ve mine’l- mâil bârid.

“Allah’ım! Senden Seni sevmeyi, Seni sevenleri sevmeyi ve Senin sevgine ulaştıran ameli yapmayı isterim.

Allah’ım! Senin sevgini, bana canımdan, ailemden ve soğuk sudan daha sevgili kıl.”

(Tirmizî, “Deavât”, 73)

39. Allahümme leke sumtü ve ‘alâ rızkıke eftartü

“Allah’ım! Senin rızân için oruç tuttum. Senin rızkınla orucumu açıyorum.”

(Ebû Dâvûd, “Savm”, 22)

40. Allahümme ahsin ‘âkıbetena fi’l-umûri küllihâ ve ecirnâ min hızyi’dünyâ ve ‘azâbî’l-âhireti.

“Allah’ım! Bütün işlerimizin sonucunu güzel eyle, dünyada rezil olmaktan ve ahiret azabından bizi koru.”

(Ahmed b. Hanbel, el Müsned, 4/181)

Diyanet.gov.tr

Tavsiye Ettiğimiz Diğer Yazılar;

Kur’andan En Güzel Dualar
Risale-i Nur’dan Seçme Dualar
Cuma Dualar

Müslümanı Mahveden: “Kibir ve Gurur”dur!

…Şüphesiz Allah, kîbirlenen ve övünen kimseyi sevmez.Nisa / 36.

Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! İsra / 37.

Kendilerine gelmiş kesin bir delil olmaksızın, Allah’ın âyetleri hakkında mücadele edenlerin göğüslerinde ancak yetişemeyecekleri bir  vardır. Sen hemen Allah’a sığın. Çünkü her şeyi işiten ve gören O’dur. Mü’min / 56.

Peygamberimiz a.s.m. buyurmuşlardır: Kibirden sakının!Çünkükibir, fakirliğinden dolayı değersizelbise giyen kişide dahi bulunabilir. (Hz. İbni Ömer. Camiüssagir (2928)

Resulullah a.s.m. buyurdu ki:Kibirlenmekten sakınınız. Çünkü kul kibirlenmeye devam ettikçe Allah onun hakkında şöyle buyurur: “Kulumu zorbalar listesine yazın.” (Hz. Ebû Umame (r.a) Camiüssagir (174))

KİBİR, büyüklük, ululuk manasına gelir. Dinî bir tabir olarak, kişinin kulluk edebine uymayacak şekilde kendisini diğer insanlara karşı büyütmesi, onları hakir görmesidir. Aslında insanın Allah’ın bir mahluku olarak, diğer mahlukata karşı da büyüklenmeye hakkı yoktur. Kul ve mahluk olma cihetiyle bir eşitlik mevcuttur.

Ancak Allah Teala hazretleri, insana, hilafet ve emanet gibi bazı ziyade mesuliyetler vererek, bunun gereği olarak diğer mahlukata karşı bir kısım  imtiyazlar vermiştir; akıl ve irade sahibidir, diğer mahluklar üzerinde tasarruf yetkisi vardır. Bu imtiyazları onu hayvanata karşı kibre değil, Cenab-ı Hakk’a karşı şükre ve hamde sevketmelidir. Tıpkı meyveli bir ağacın yerlere eğilmesi gibi, insanî  imtiyazlara sahip beşeriyetin, Allah’ın huzurunda kibirlenmesi değil, rükû-u tevazuya eğilmesi, secde-i şükr ve hamde kapanması gerekir.

İmam Gazâlî’ye  göre, “kibr, “batınî ve “zahirî” olmak üzere ikiye ayrılır: Batınî KİBİR nefsin derinliklerinde ruhî bir ahlaktır. Zahirî bir KİBİR ise dışa akseden, azalarda görülen kibirdir. Esasen en doğrusu, içteki ahlaka KİBİR demektir. Zahirdeki hareketler kaynağını içtekinden alır. Dıştaki hareketleri meydana getiren zaten bu iç ahlaktır. Bu sebeple, hastalık  azalarında kendini gösterince, kibirlendi denir. Görünmediği zaman “o kibirlidir” denir. Şu halde kibrin aslı insan tabiatındaki ahlaktır. Bu da kendisini başkasına üstün gösterme arzusudur.”

Dinimiz, her  hayrın, her  fazilet ve üstünlüğün Allah’tan geldiğini tedris eder. Bu sebeple kişinin mazhar olduğu bazı faziletler sebebiyle hemcinsine karşı büyüklenmesini, bu nimetlere nankörlük kabul eder, onu asıl veren Allah’tan gaflet alâmeti bilir.  Bu sebeple (kibir) , şiddetle  reddedilen, kınanan huylardan biridir. Meseleye Kur’an-ı Kerim’in müteaddit ayetlerle yer  vermesi de kibrin din nazarında ne kadar kötü olduğunu anlamaya yeterlidir. Birkaç ayetin mealini kaydediyoruz:

Yine bazı ayetlerden örnekler veriyoruz “Yeryüzünde haksızlıkla  kibirlenenleri ayetlerimden çevireceğim” (A’raf 146).

Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini mühürler” (Mü’min 35).

(Peygamberler hep) futuhat istediler. (Buna kavuştular.) Hakka karşı alabildiğine inad eden her mütekebbir zorba ise  nihayet   hüsrana uğradı” (İbrahim 15).

(Allah) o büyüklük taslayanları sevmez” (Nahl 23).

Andolsun ki (kâfirler), kendi kendilerine büyüklenmişler, azgınlıkta pek ileri gitmişlerdi” (Furkan 21).

Bana kulluk etmeyi kibirlerine yedirmeyenler  alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir” (Mü’min 60)

Yeryüzünde büyüklük taslayarak yürüme. Sen ne yeri yarabilir, ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin. Bütün bunlar, Rabbinin katında çirkin sayılan günahlardır” (İsra 37-38).

İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Allah kendini beğenip övünen hiçbir kimseyi şüphesiz ki sevmez” (Lokman 18).

Kur’an-ı Kerim’de kibre bu kadar yer verilmesinin sebebi, bunun küfrü tazammun etmesindendir. Çünkü büyüklük, izzet, azamet ve üstünlük sadece Allah’a yaraşır. Hiçbir şeye gücü yetmeyen, herşeyini Allah’a borçlu olan biçare insanın (Kibir) ne haddine! Kul kibirlendiği vakit, sırf Allah’a yaraşan bir sıfatta Allah’a karşı münazaaya, yarışa girmiş olmaktadır. Gazâlî bu davranışı, bir hizmetçinin padişahın tacını giyerek onun tahtına oturup hükmetmeye kalkmasına benzetir. “Bir uşak için, bundan daha büyük bir cür’et, bundan daha vahim bir cinayet olur mu?” der ve: “Şüphesiz bu uşak, padişahın en ağır cezasını hak eder” diye hükmeder.  Nitekim kaydedeceğimiz ilk hadiste, Rab Teala hazretleri: “Azamet benim gömleğim, ululuk benim cübbemdir. Kim benimle bu hususta ortaklığa kalkışırsa, ben onun belini kırarım” buyurmuştur.

Kibirin zıddı tevazudur. Tevazuyu alçak gönüllülük olarak ifade eder isek de,  esas itibariyle mazhar olunan nimetleri Allah’tan bilmeyi ifade eder. İslam büyükleri, tevazunun insanları yücelteceğini, kibrin de alçaltacağını kabul eder. Hz. Ömer şöyle buyurmuştur: “Alçak gönüllü, mütevazi ol ki, Allah seni yüceltsin. Kul kibirlenip böbürlendiği zaman Allah Teala hazretleri onu alçaltır ve bir melek: “Uzak ol! Allah seni uzaklaştırsın!” der. Kibirli insan kendi kendini büyük görürse de herkesin nazarında düşük, hatta domuzdan daha adidir” demiştir. Bu manayı, Ka’b (radıyallahu anh) bir başka üslubla ifade etmiştir: “Allah kime dünyalıktan bir nimet verdi de, adam bu nimetin şükrünü ödedi ve tevazuunu gösterdi ise, Allah Teala o nimetin menfaatini dünyada ona gösterdiği  gibi, ahirette de derecesini yükseltir. Fakat verdiği nimete şükretmez ve tevazu göstermezse, Allah Teala, dünyada o nimetten ona bir  kâr sağlamadığı gibi ahirette de ona cehennemden bir kapı açar; dilerse affeder, dilerse azab eder.”

(Kibir), Gazâlî’ye göre, Allah’a, peygamberlere ve diğer insanlara karşı yapılır. Her üçü de mezmun ise de, en kötüsü Allah’a karşı olandır. 

Bediüzzaman, insanların  diğer mahlukata karşı da  kibre düşebileceğini ifade eder: “Ey insan! Kur’an’ın desatirindendir (düsturlarındandır) ki, Cenab-ı Hakk’ın masivasından (mahlukatından)  hiçbir şeyi, O’na taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden, tekebbür edecek derecede büyük  tutma. Çünkü mahlukat, mabudiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi, mahlukiyet nisbetinde de birdirler.”

KİBİR ve tevazu meselelerine zaman zaman temas eden Bediüzzaman, kibirin asıl kaynağının insandaki küçüklük olduğunu ifade eder. Ona göre: “…Sığar-ı nefs, tekebbürün menbaıdır. Zaaf, gururun  madenidir…” Bu temel düşünceden hareketle: “Büyük görünme küçülürsün” der ve devam eder:

Ey  enesi (benliği) çifteli, kafası da kibirli,

Şu mizanı bilmeli: “Her  adam için elbet,

Cemiyet-i beşerde, içtimâî binada,

Görmek görünmek için şu mertebe denilen,

Bir penceresi var. Ger pencere,

Kamet-i  kıymetinden (boyundan) yüksekse,

Tekebbürle tetâvül edecek, uzanacak.

Ger pencere, kamet-i himmetinden alçaksa,

Tevazula tekavvüs edecek ( bükülüp) eğilecek.

Kamillerde, büyüklük mikyasıdır, küçüklük,

Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklür (tekebbür).”

Tekebbür kötü, tevazu iyi olmakla birlikte, Bediüzzaman bunların kullanılacağı yerin iyi tayin edilmesine dikkat çeker: “Zaifin kavîye karşı izzet-i nefsi, kavide tekebbür olur; kavînin zaife karşı tevazuu, zaifte tezellül olur. Bir  ulü’l-emrin (amirin) makamında ciddiyeti  vardır; mahviyeti, zillettir,  hanesindeki ciddiyeti, kibirdir, mahviyeti tevazudur…”

Derleyen: Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.Org