Halil İbrahim DEDE tarafından yazılmış tüm yazılar

Zamane soytarıları

Tarihî kaynaklarda karşılığı var mıdır? Bilmiyorum. Bahsedildiğine göre eskiden saraylarda hükümdarı neşelendirmek için şekilden şekle girip, kendini olmadık hallere sokarak hükümdarı eğlendiren soytarılar varmış. Hükümdarın morali bozuk olduğunda soytarısı onu neşelendirir, moralini yerine getirmek için şekilden şekle girer, moralini düzeltmek ve neşelendirmek için elinden geleni yapar ve bunun karşılığında bahşiş alırlarmış. Çok itibarsız bir meslek olduğu aşikâr…

Zamanımızda ise bu soytarılık mesleğinin sosyal medya araçlarına video yüklemek suretiyle devam ettiğini söylersek yanlış demiş olmayız, değil mi?

Zamane soytarıları para kazandıkları efendilerini memnun etmek, eğlendirmek için aklınıza gelmeyecek ve kesinlikle yapmak istemeyeceğiniz şeyleri yapabiliyorlar. Kendini mahalle serserilerine dövdürten, hakaret ettirten mi istersin; olmadık rezillikleri yapıp yayınlayanları mı? Ne ararsan var.

İnsanlar para kazanmak için ve en çokta şöhret sahibi olmak, tanınmak için söz konusu onur kırıcı, haysiyet zedeleyici hatta haram içerikli videolar çekip internette yayınlıyorlar. Para kazanmanın haysiyetli, onurlu ve helal birçok yolu varken böyle haysiyet kırıcı içerikler hazırlayarak sosyal medyada paylaşılması çok yanlış. Söz konusu videoların sosyal medya mecralarında yayınlanmasının ve paylaşılmasının istikbalimize ve ahiretimize bakan birçok olumsuz neticesi de var üstelik. Dinimizce haram sayılan içeriklerin izlenmesi neticesinde kazanılan para haram paradır. Haram parada bereket olmaz, huzur olmaz. Öyle bir harcanıp gider ki elinizden nasıl akıp gittiğini anlayamazsınız bile.

Şöhret, dıştan bakınca herkesin elde etmek istediği, sahip olmak istediği bir şey olması yanında netice itibariyle ve işin hakikatinde şöhretin kendisi Bediüzzaman Hazretlerinin ifadeleriyle “kalbi öldüren zehirli bir baldır.” Bal gibi tatlıdır. Cazibedardır. Kendisine celp eder. Ama özünde kişinin ruhunu, kişiliğini, haysiyetini, onurunu, hatta belki yeri gelir kişinin itikadını zehirleyecek niteliktedir. Şöyle ki: “şöhret divanelerinden birisi namazgâhı telvis etmiş, tâ herkes ondan bahsetsin. Hattâ ondan lânetle de bahsedilmiş de, şöhretperestlik damarı kendisine bu lânetli şöhreti hoş göstermiş diye darbımesel olmuş.”[1] Şöhret olma isteğinin insanı nasıl zehirlediğini, nasıl gözü kör ettiğini, nasıl rezili rüsva ettiğini görüyorsunuz değil mi? Adam kendisinden bahsedilsin diye gitmiş mescide pislemiş. Evet, şöhret olmuş. Herkes kendisinden bahsetmiş. Bahsedilmiş ama lanetle. Ne var ki şöhret hissi ona bu lanetli şöhreti tatlı göstermiş.

Dikkat ederseniz şöhret elde etmek isteyenlerin kahir ekseriyeti umdukları şöhreti de elde edemiyorlar. Yayınladıkları videolarla kalakalıyorlar.

Bu hastalıklı durumun bir de ileriye, istikbale bakan yönü var. Şöyle ki;

Şimdi söz konusu soytarılık videolarını çekenler zamanı gelecek çoluk çocuk sahibi, hatta torun sahibi olacaklar. Bu videoları gören çocukları ve torunları ne hisseder? Siz bir düşünün.

En önemlisi de bu vidoların ahirete bakan yönü. Söz konusu video haram içerikli bir video ise yayında kaldıkça ve izlendikçe günaha giren kişiler adedince günah o videoda yer alanın ve videoyu paylaşanın ve de yayınlayanın günah defterine yazılacak. Bu videolar gösterildiği sürece günahlar yazılmaya devam edilecek. Videoda yer alan ve videoyu paylaşan ve de yayınlayan emri hak vaki olup vefat ettikten sonra da günahlar yazılmaya devam edilecek. Ne kadar dehşet verici, değil mi? Allah muhafaza, adeta öldükten sonra bile günah işlemeye devam ediyormuşçasına günah defteri işlemeye devam edecek. Bu videonun izlenmesi karşılığında kazanılan paranın da haram para olduğunu tekrar hatırlatmak isterim.

Ey benim bu fani dünyanın fâni zevk ve fâni makamları için ebedi ahiretini kaybetmeyi istemeyen, akıllı ve güzel kardeşim! Senin de var ise bu minvalde hazırladığın ve yayınladığın videoların hiç beklemeden ve ertelemeden onları geri dönüşümsüz silmeli ve Allaha tövbe etmelisin. Zira vefatından sonra arkandan bıraktığın bu haram içerikli videoların izlenip sana günah kazandırmalarını istemezsin, değil mi? İnsanı insana köle ve abd eden bu şöhret belasından kurtulmalısın. Rızkını helal dairede aramalısın. Hadis-i şerifte de belirtildiği üzere; Bilmelisin ki insanı kabre üç şey takip eder. Bunlar; akrabaların, malın ve amelindir. Akrabaların ve malın geri döner, amelin ile baş başa kalırsın. Ölüm anında ameline göre karşılanacak, öyle muamele göreceksin. Kabir hayatın ameline göre şekillenecek. Dirilirken de yanında sadece amellerin olacak. Hasan Basrî hazretlerinin de dediği gibi: “Sen yalnız ölecek, kabre yalnız girecek, kabirden yalnız kalkacak ve hesabını yalnız vereceksin.”

Selâm ve dua ile.

Halil İbrahim DEDE

18/04/2022 – Çorlu

[1] Risale-i Nur Külliyatı Lem’alar On Üçüncü Lem’a

MUAZZAM BİR DERS

İstanbul’da kapısına astığı “HER SUALE CEVAP VERİLİR” levhası ile hem ulemayı ve hem de mekteplileri münazaraya davet edip kendisi hiç sual sormadan suallerine noksansız olarak doğru cevap veren;

90 cilt kitabı ezberleyen ve ezberlediği bu kitapları üç ayda bir defa ezberden tekrarlayan;

İngilizlerin 600 kelime ile cevap istedikleri 6 soruya mazhar-ı takdir olmuş bir cevap veren;

Henüz 33 yaşındayken Şam’daki Câmi-i Emevî’de içerisinde 100 ehli ilimin bulunduğu yaklaşık 10 bin kişiye, Şam ulemasının ısrarıyla, Arapça olarak hutbe irad eden;

Arapçanın en mükemmel lügati olan Kamus-u Okyanus’u “Sin” harfine kadar kelimesi kelimesine ezberleyen;

20 yılda bitirilen kitapları 3 ayda öğrenen;

14 yaşında icâzet alıp, icâzet almaya yakın talebeleri tedris eden;

Ağabeyi Molla Abdullah tarafından 80 kitaptan imtihan edildikten ve aldığı cevaplardan sonra ağabeyine ders vermeye başlayan;

Medrese Hocası Molla Fethullah’ın sorduğu sorulara aldığı cevaplar karşısında hayrette kalarak “Zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede tecemmuu nâdirdir” dediği;

Aynı Medrese Hocasının “Bizim medreseye gayet genç bir talebe geldi. Her ne sual ettimse bilâ-tevakkuf cevap verdi. Bu yaşta zekâsına ve ilmine ve fazlına hayran kaldım” diyerek methettiği;

Ömründe gördüğü ve işittiği ve merakını tahrik eden ve ona hoş gelen mânâları ve kelimeleri ve suretleri ve savtları unutmayan;

Mu’cizât-ı Ahmediye (a.s.m.) risalesi olan On Dokuzuncu Mektupta Peygamber Efendimizin (a.s.m.) 300 kadar mucizelisini, yanından Kur’an-ı Kerimden başka kitap bulunmamasına rağmen ezberden günde iki-üç saat çalışmak kaydıyla mecmuunu 12 saatte telif eden;

Mısır Câmiü’l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahît Efendi’nin Üstad Bediüzzamanı ilzam etmek maksadıyla Arapça olarak sorduğu soruya Arapça olarak aldığı cevaptan sonra “Bu gençle münazara edilmez. Ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beliğâne bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman’a hastır” dediği;

İbn-i Sina gibi bir dâhi-yi hikmet bir zat ve ulemâ-i İslâm Haşir mevzusunda “haşir bir mesele-i nakliyedir. Delili nakildir. Akıl ile ona gidilmez” dediği halde, haşir meselesini akılla ispat eden Üstad Bediüzzaman Mesnevi-i Nuriye’de Katre Risalesinde “Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim” diyor.

İlimde zirve böyle dâhi bir zatın “Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim” demesinden, bize ders vereceği dört kelimenin ne kadar kıymetli ve gerekliği olduğunu anlıyorum.

Neydi o dört kelime?

“Kelimelerden maksat, mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazar’dır” diyor Üstad Bediüzzaman.

Biz burada “mânâ-yı harfî ve mânâ-yı ismî” kelimelerini anlamaya çalışacağız.

Mesela bir çiçeğe “ne kadar güzel bir çiçek” demek çiçeğe mânâ-yı ismî ile bakmaktır.

Aynı çiçeğe “ne kadar güzel yaratılmış bir çiçek” diyerek, çiçeği yaratan, hayat veren, süsleyen, renklendiren, içinde şifa gizleyen, neslinin devamı için içinde tohumcukları saklayan ve daha birçok Esmasıyla o çiçekte tecelli eden bir Allah’ın olduğunu bilmek, düşünmek, tefekkür etmek ve o nazar ile bakmak çiçeğe mânâ-yı harfî ile bakmaktır. Yani eserden Müessire; sanattan, Sanatkâra; mektuptan, Kâtibe intikal etmektir.

Söz gelimi:

Çiçekteki hayat Allah’ın HAYY ismini;

Çiçeğin baharda tekrar çıkması Allah’ın MUHYÎ ismini;

Çiçekteki güzellik Allah’ın CEMÎL ismini;

Çiçekteki süslemeler Allah’ın MÜZEYYÎN ismini;

Çiçekteki o harika renkler Allah’ın MÜLLEVVİN ismini;

Çiçeği tür yapan bütünleştirici özellikleri Allah’ın VÂHİD ismini;

Çiçeğin kendi türü içerisindeki farklılığı Allah’ın EHAD ismin;

Çiçeğin hastalıkların iyileşmesinde vesile olması Allah’ın ŞÂFÎ ismini;

Çiçeğin karnında gizlenmiş tohumcuklar Allah’ın HAFÎZ ismini;

Çiçeğin toprak içindeki tohumundan çatlayarak çıkması, tomurcuk haline gelmesi ve tomurcuğunun açılarak çiçek halini alması Allah’ın FETTAH ismini;

Çiçekten hayvan ve insanların beslenmesi Allah’ın REZZÂK ismini;

Çiçeğin kirli havayı alıp, temiz havayı vermesi Allah’ın KUDDÛS ismini;

Çiçeğin yaprak, gövde ve kökü ile bir arada kaim olması Allah’ın KAYYÛM ismini;

Çiçekte şifadan tut, rızka kadar bir sürü fayda takılması yanında güzel bir renk, güzel bir şekil ve güzel bir koku vermesiyle çiçeği ve çiçeği görecek insanı yaratan Allah’ın kullarını ne kadar çok sevdiğini anlar ve çiçekte Allah’ın VEDÛD ismini görürüz.

Biz, çiçeğe bu manalarla baktığımızda çiçeğe mânâ-yı harfî ile bakmış oluruz.

Yani, çiçeği yaratan, ona bu güzelliği ve bu faydaları takan biri olduğunu anlar ve görürüz. İşte bu anlama ve görme Allah hesabına olduğu için mânâ-yı harfî ile bakmış oluruz. 

Üstad Bediüzzaman bu risalenin devamında: “Cenâb-ı Hakkın mâsivâsına, yani kâinata mânâ-yı harfi ile ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mânâ-yı ismi ile ve esbab hesabına bakmak hatâdır.” diyor.

Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi, her şeye “mânâ-yı harfi” ile bakmalı; tüm mahlûkatın meydana gelmesinde yalnızca sebeplerin etkili olduğunu ifade eden, bir yaratıcının olduğunu ifade etmeyen, yani yaratıcıyı yok sayan ifadeler olan “mânâ-yı ismi” ifadelerinin ve bu tür bir bakışın hatâ olduğunu anlıyoruz.

Üstad Bediüzzaman Kastamonu’dayken yanına gelen lise talebelerinin “Bize Hâlıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” demesine karşın Üstad Bediüzzamanın verdiği cevaba bakacak olursak: “Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.” İfadelerinde geçen “Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip…” ifadesi ile “Hâlıkı tanıttırıyorlar.” İfadesinden ve bu bahsin geçtiği yer olan Altıncı Mesele’nin devamında ve tamamı birer “mânâ-yı harfi” dersi olan misallerle de bizlere her bir fenne yani her bir ilime mânâ-yı harfi ile bakarak Allah’ı tanıyabileceğimizi bizlere ders vermektedir.

 

Mânâ-yı harfi ile bakarsak ne olur?

Kâinata ve tüm mahlûkata mânâ-yı harfi ile bakınca bu bakışlarımızın hepsi birer tefekkür ibadeti hükmünde olur ve hadis ile sabittir ki “bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten hayırlıdır”. Yani, çiçeğe yukarıda örneklediğimiz gibi bakıp, bunun üzerinde bir saat tefekkür ettiğimiz zaman bir sene nafile ibadetten daha hayırlı ve sevaplı bir amel yapmış oluruz.  

Mânâ-yı harfi ile baktığımızda, Allah’ın yarattıkları üzerinde tecelli eden, yani gördüğümüz her şey üzerinde görünen Esmaları okuyarak sanattan Sanatkâra ulaşarak imanımız ziyadeleştirir, güçlendiririz.   

 

Mânâ-yı ismi ile bakarsak ne olur?

Tabiat risalesinde geçen ifadeyle: “Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar.”

Üstad Bediüzzaman’ın bu ifadelerinden de anlaşılacağı gibi: Mânâ-yı ismi ifadeleri dinsizliği işmam eden, yani dinsizlik kokan ifadelerdendir. Bilerek, bilinçli bir şekilde kullanılması imanımız açısından çok tehlikelidir.

Hayatımızın her safhasında, kâinata ve tüm mahlûkata mânâ-yı harfi ile bakmayı ve yaşamayı ve bu hakikatleri yaşayarak son nefesimizi vermeyi nasip etsin!

Selâm, dua ve muhabbetle…

Halil İbrahim DEDE

11/12/2018 – Çorlu

halilibrahimdede@outlook.com

facebook.com/dedehalilibrahim

İlim Yuvası Camiler

Birkaç hafta evvel İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin hemen karşısındaki Sekbanbaşı Yakup Ağa Camiine gittim. Tuğladan örülü tek şerefeli bir minaresi olan bu şirin caminin avlusunda abdest alıp, caminin içerisine girdim. İçeri girer girmez caminin manevî havası ve gül kokusunu hissettim; bu manevî havadan ve güzel kokudan etkilendim, içimi tarifsiz bir huzur kapladı…

İçeri girdiğimde beni ahşaptan yapılmış altın sarısı yaldız süslemeli vaiz kürsüsü, mihrap ve minber karşıladı. Cami gayet temiz ve bakımlı duruyordu. Tavanı ahşap kaplı ve kadınlar mahfili de ahşap malzemeden bir kafesle kapatılmıştı.

Cemaate yetişemediğim için içeride cemaatle namaz kılabileceğim biri olması umuduyla camiye girdiğimde bir kişiyi namazı bitirmiş tesbihatını yaparken buldum. Tesbihatını yapmasından namazını kılmış olduğunu anladım ve camiyi seyretmeye ara verip öğle namazını tek başıma kılmaya başladım.

Caminin manevî havası ve doyumsuz gül kokusu içime çeke çeke huşu içerisinde çok feyizli bir namaz kıldım (elhamdülillah). Namazdan sonra ellerimi açıp dua ederken “okumayı, okuduğumuz anlamayı ve okuduklarımızla ihlâsla amel etmeyi; İslam’a hizmet etmeyi, insanların hidayetine vesile olmayı” isterken daha önce gördüğüm Ayasofya’nın içini resmeden bir resim geldi gözümün önüne. İlim halkalarının olduğu, ilmî sohbetlerin yapıldığını resmeden bir resim… Gözümün önüne gelen bu resimle, kokusuna ve manevî havasına doyamadığım bu camiye, diğer tüm camilerimizi de niyet ederek, bu nazar ve fikriyatla dönüp tekrar baktım. Aklıma gelen ecdadımın bu resmi ve caminin boş oluşu camilerimizin kimsesiz bırakıldığını hissettirdi. İçimden, bütün camilerimizde ecdadımızın yaptığı gibi böyle ilim halkaları olsa, hocalarımız bize tefsir okusa, hadis okusa, ilmihâl öğretse, Peygamber Efendimizin ve sahabe efendilerimizin örnek hayatlarını anlatılsa, Osmanlı’da olduğu gibi camilerimiz sadece namaz vakitlerinde namaz kılmak için uğranan mekanlar olmaktan öte birer ilim yuvası olsa, hep bir faaliyet içerisinde, hep bir ilimle uğraşılan, öğrenilen mekanlar olsa diye düşündüm ve bu minvalde dua ettim…

Bazı camilerimizde Osmanlı’da olduğu gibi ilmî ve dinî sohbetlerin yapıldığını ve bunu devam ettiren eli öpülesi fedakâr hocalarımızın olduğunu biliyorum, ama bu işin sadece birkaç cami ve birkaç hoca ile sınırlı kalmaması, ülke genelindeki tüm camilerimizde nizamî şekilde icra edilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Bazı görevli imam ve müezzinlerin vakit namazları dışında gelir getirici ek işler yapmak yerine bence aslî görevleri olan bu işi yapmaları gerekir.

Her mahalledeki her camide, en az bir vakit namazından sonra o mahalleyi manevî açıdan ihyâ edecek, nurlandıracak ilmî ve dinî sohbetlerin o camilerde görevli hocalarımız tarafından yapılması gerektiği kanaatindeyim. Namazdan sonra oturup dinlemek, istifade etmek isteyenler için ilmî ve dinî sohbetleri hocalarımız yapmalılar. Namazdan sonra kalan bir kişi bile olsa hocalarımız bu sohbetleri yapmalılar. Belki o bir kişi o mahallede bir çekirdek hükmünde olur ve tüm mahallenin manevî açıdan ihyâsı için bir vesile olur.

Tüm camilerimizin, bizlere tefsir okunduğu, hadis ve ilmihâl öğretildiği, Peygamber Efendimizin ve sahabe efendilerimizin örnek hayatlarının eli öpülesi hocalarımız tarafından anlatıldığı Osmanlı zamanındaki gibi birer ilim yuvası olması duası ile…

Halil İbrahim DEDE

15/10/2018 – Çorlu

halilibrahimdede@outlook.com

facebook.com/dedehalilibrahim

DUANIN İSİMLİSİ

Dua etme filinin ve edilen duanın bizatîhi kendisinin önemli ve değerli olduğunu, dua etmekle Hak katında ehemmiyetli ve değerli olduğumuzdan anlayabiliyoruz, değil mi?

Bizi Hak katında değerli ve ehemmiyetli yapan şeyin kendisi de değerlidir. 

Şöyle de bir şey var ki; en makbul bir dua da, bir müminin bir mümine gıyabında ettiği duadır.

Gıyabında dua etmek, bir başka ifadesiyle “ismen dua” etmek…

Yani, ellerinizi açıp, huşû içerisinde tam bir yönelişle, içinizden geçen en derin hissiyatlarınızı en kalbî duygularınızla, en samimi ve en içten ifadelerinizi gözyaşlarınızla sulayıp avuçlarınıza döktüğünüz o özel anda, dua edeceğiniz kişiyi aklınıza getirip ismini de söyleyerek ona dua etmektir.

Ve bu bence çok harika, çok özel ve çok değerlidir.

Zira size ismen dua eden biri size aslında bu duası ile özetle şunu diyordur bu duasının arka planında;

Ben seni menfaatsiz, yani, sırf Allah için seviyorum…

Var ise eğer, size ismen dua eden insanların değerini biliniz ve size ismen dua ederek verdikleri bu değere siz de ismen dua ederek mukabele ediniz.

Duasına giremediğiniz birinin ne hayatındasınızdır aslında ne de kalbinde; duasına giremediğiniz birinin gönlüne de girmiş sayılmazsınız.

Mutlaka ama mutlaka sırf Allah rızası için sevdiğiniz, ismen dua ettiğiniz bir mümin kardeşiniz olsun.

Yok ise eğer, bir duanız, bir yakarışınız da ismen dua edebileceğiniz liyakatte müminlerle karşılaşmak olsun.

Siz de o kadar iyi, halis bir mümin olun ki size ismen dua eden, temiz yürekli, ihlâslı, vefalı, tatlı dilli en az bir duacınız olsun.

Elhasıl: size ismen dua edilecek liyakate erişmeniz ve sizin değerli dualarınıza girme liyakatine erişen müminlerin dualarına ismen girmeniz ve bu dualar vesilesiyle günahları affolunan, Allah’ın razı olduğu ve inşallah Kevser suyundan Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın avuçlarından su içecek kulları arasına girmeniz ve ismen dua ettiğiniz ve duasına ismen girdiğiniz müminlerle cennette de bir arada olmanız duası ile…

 

Halil İbrahim DEDE

28/06/2018 – Çorlu

 

facebook.com/dedehalilibrahim

halilibrahimdede@outlook.com

 

 

 

EN BÜYÜK HEDİYE

Yurtdışında postanelerde ileri tarihli posta gönderme diye bir uygulama var, Ülkemizde de olsa ne kadar güzel olurdu, değil mi?

Hazırladığınız postayı istediğiniz kişiye, belirlediğiniz ileri bir tarihte teslim edilmek üzere postanede bekletilse ve günü gelince teslim edilse, çok güzel olur bence.

Düşünsenize; hiç görmediğiniz büyük dedeniz size hitaben bir mektup yazmış ve aradan yıllar geçmiş ve büyük dedenizin size ulaştırılmasını istediği bu mektup size ulaştırılıyor. Hiç göremediğiniz büyük dedenizden kendi el yazısı ile o zamanın hâlini, kendisi ve ailesini anlatan güzel ve duygulu bir mektup alıyorsunuz ve mektup ile beraber dedeniz ve ailesinin fotoğrafı ve de dedenize ait küçük bir eşyayı size hediye olarak bıraktığını görüyorsunuz, ne kadar sevinir, duygulanır ve mutlu olursunuz değil mi?

Bunu daha da ileri bir seviyesini gelin beraber hayal edelim.

Hani meşhur bir hadis var; başka bir gölgenin bulunmadığı Kıyamet gününde, Cenab-ı Hak’ın arşının altında gölgelenecek yedi sınıf insanın anlatıldığı hadis. O yedi sınıf insanı sayarken bir sınıf insanı da “birbirini Allah için sevenler…” diye belirtiyor Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm. Herkesin vardır can-ı gönülden sevdiği; hakkında hayır temenni ettiği; üzülsün, sıkılsın, yüzü asılsın istemediği; ayağına diken bile batsın istemediği; Allah için çok ama çok sevdiği biri mutlaka ama mutlaka vardır, değil mi?

İşte o çok sevdiğiniz insana, onun sevdiği ve onunda çok seveceğini düşündüğünüz bir hediye vermekten de mutlu olursunuz değil mi?

Bir düşünün bakalım, ne hediye etseniz mutlu olur o çok sevdiğiniz insan?

Güzel bir kalem mi?

Güzel bir elbise mi?

Güzel bir saat mi?

Ya da ebediyete kadar uzanacak bir hediye mi?

Bunların hepsi çok güzel bir hediye olur elbette ama ben olsam son saydığımı ilk saydıklarımdan önde tutarım.

Neden mi?

Çünkü ebediyete uzanıyor.

Peki tamam da bir hediye nasıl ebediyete uzanabilir ki? Ebediyete uzanan bir hediye nasıl olur?

Hemen anlatayım.

Can-ı gönülden sevdiğiniz; hakkında her daim hayır temenni ettiğiniz; üzülsün, sıkılsın, yüzü asılsın istemediğiniz; ayağına diken bile batsın istemediğiniz; Allah için çok ama çok sevdiğiniz insana en güzel hediye; onda geçici bir mutluluk, kısa bir sevinç ve zamanla eskiyip çöp olmayacak, yani ebediyete uzanabilen bir hediye olmalı.

Peki tamam eyvallah ta nasıl bir hediye bu?

Hemen anlatıyorum.

Bu hediye, kendiniz ile beraber o çok sevdiğiniz insanı da gıyabında niyet ederek hayır yapmanızdır. Mesela; bir sadaka verince sadece kendi adınıza değil de o çok sevdiğiniz insanı da niyet ederek verebilirsiniz o sadakayı. Hem size yazılır o sadakanın sevabı, hem de o kalpten niyet ettiğiniz sevdiğiniz kişiye yazılır.

Düşünsenize; o sevdiğiniz insanın eline amel defteri veriliyor. Amel defterini açıp bakınca, yapmadığı halde yazılmış güzel ameller görüyor. Ne kadar mutlu olur? Ne kadar şaşırır ve ne kadar sevinir değil mi? Hele bir de kendi adınıza verirken kalpten sevdiğiniz insanı niyet ederek verdiğiniz sadaka, sadaka-i cariye ise, amel defteri kıyamete kadar açık kalmış ve kıyamete kadar sevap yazılmasına vesile olmuş bir sadaka ise, hissedilen sevinci, süruru ve mutluluğu inanın idrak etmekte aciz kalıyorum, idrak edemiyorum…

Kim bilir, belki bu iyi niyetinizden bile affa mazhar olabilirsiniz…

Hayatınızda, sırf Allah için sizi can-ı gönülden seven; hakkınızda her daim hayır temenni eden; üzülmenize, sıkılmanıza, yüzünüzün asılmasına razı gelmeyen; ayağınıza bir diken bile batsın istemeyen; kendisi için yaptığı hayırda sizi de kalbinden niyet ederek, size ahirette açılmak üzere ebedi bir hediye hazırlayan, iyi niyetli, İslam ahlakı ile ahlaklanmış dindar insanlar olması duası ve temennisiyle.

                                                                                    

Halil İbrahim DEDE

16/11/2017 – Çorlu

 

halilibrahimdede@outlook.com

facebook.com/dedehalilibrahim