kenan tastan tarafından yazılmış tüm yazılar

Siz Yeter ki Elinizden Geleni Yapın

hizmette yardimlasmaYusuf Ziya Ortaç “Portreler” adlı kitabında Mehmet Emin’den bahsederken “Beşiktaş’ta, Serencebey yokuşundaki konak yavrusuna ara sıra giderdim. Boğaz’a bakan, gök ve deniz dolu yazı odasında edebiyat üstüne konuşurduk. Birbirimizi hiç anlamadan!” der. Ne zaman aklıma bu pasaj gelse son günlerde farklı görüşlerde olan insanların ülke gündemi ile ilgili yaptıkları yorumlar gelir aklıma. Birbirimizi hiç anlamadan dahası anlamaya niyeti olmadan yapılan ve neredeyse tamamının kalp kırma ile sonuçlandığı fikir teatileri!

Hele bazı yorumlar var ki; “Hani beş para ver konuşsun, 10 para ver sussun cinsinden.” Prensibimdir bilgi alanım olmayan konulara fazla girmem; siyasette bunlardan biri ama son yaşananlar sessiz kalınacak cinsten değil. Ülkem yabancı mihraklar tarafından yangın yerine çevrilirken, birileri yurdum insanını maşa olarak kullanırken, “Söylenmedik sözlerin tadı dimağında kalsın çünkü susmak iradenin doruk noktasıdır.” deyip geçemiyorum. Sükûtun eylemsizliğine rağmen konuşmak hele de kelimelerin hakkını yüksek frekanstan vererek konuşmak geliyor içimden. “Âşık susarsa mahvolur” der tasavvuf ehli “arif susarsa” kabilinden benimkisi. Sussam bir türlü konuşsam başka…

Dün kardeş olan bizler her geçen gün birilerinin fitnesiyle bir diğerimizi ötekileştiriyoruz. Farkında mıyız bilmiyorum ama Diyarbakır’da, Cizre’de, Silopi’de adı belli olmayan ama içeriği ayan beyan ortada olan bir kardeş çatışması yaşanıyor. Ağlayan analar hepimizin anası, yetimler ise hepimizin yetimi.  Tozun dumana karıştığı bu ortamda ise sağlıklı yorum yapılamıyor.  Dünya’da insan kanının aktığı hemen tüm coğrafi ülkelerin Müslüman ülkeler olması ise işin farklı bir trajik boyutu.

Benim çocukluğumda çatışmanın adı alevi-sunni, sağ-sol çatışmasıyken, şimdilerde ise farklı isimlerle yine aynı ülkenin insanları birbirini vuruyor.” Karanlıklardan her hangi birini tercih etmek aydınlığa ihanettir.” sözü yaşananlar aklıma geldikçe nedense aklıma geliyor.

Ne acı ki şu an hiçbir Müslüman ülkenin hali bir başka ülkeyi özendirecek durumda değil. Dahası hiç birimizin hali bir başkasına örnek olacak durumda değil. Galiba çatışmamızı isteyenlerinde tam olarak istedikleri şeylerden biri bu.

Çözüm?

Malumunuz herkese ve her görüşe göre farklı.

Ancak tarihin değişmez kuralı “Öncekiler ne ile ıslah oldularsa, sonrakiler de öyle ıslah olurlar” gereği kardeşlik dilini geliştirmek. İslam kardeşliğini din, dil, ırk, cins ayrımı yapmadan herkese şamil kılmak. Beşer olmaktan, insan olmaya doğru yol alabilecek evrensel doğruları gündeme getirmek. Bizi kardeş yapan doğrular üzerinde ortak bir dil geliştirmek. Mazluma dinini, dilini, ırkını, cinsiyetini sormadan el uzatmak. Sadece Filistin’i, Gazze’yi, Arakan’ı… değil, ülkemizdeki mağdur, mazlum ve masum olan kişilere el uzatmak. Kalplerimizin katılaştığı, herkesin bir diğerini ötelediği ve tüm öncelikleri kendi nefsine yönlendirdiği bir ortamda yetimi, öksüzü sevindirmek.

Gözlerin ve gönüllerin vitrinlere, markalara, güzellere (!) ve metanın her türlüsüne endekslendiği bir dünyada, gözleri ve gönülleri yetime, öksüze, mağdura yönlendirmek.

Ülkeyi kahve köşelerinde, akşam sohbetlerinde yeniden ve yeniden kurtarmak için tartışmalı sohbetler yapmak yerine elimizden gelen her türlü hayrı ihtiyaç sahipleri ile paylaşmak. Her ne yapıyorsak elimizdekinin en iyisini yapmak. Her küçük hayrın külli hayırlara gebe olduğu bilinci ile yaptığını küçümsemeden ibadet şuuru içerisinde yapmak. İşte tüm bunları fert bazında yaparsak ülkeye ve ülke insanına en büyük iyiliği yapmış olacağımızı düşünüyorum.

Tarihe meraklı olanlar esir Kudüs’ün fethini başlatan sürecin Halepli bir marangozun minberi ile başladığını bilirler. Halepli marangoz, Selahaddin henüz beş veya altı yaşlarında Tikrit sokaklarında oyun oynarken esir Kudüs için dillere destan bir minber yapar. Kudüs esir diyenlere , “Ben minberini yaptım, bir yiğit de çıksın bunu oraya koysun çünkü benim elimden gelen bu.” der. Kulaktan kulağa gezen bu destanı daha çocukken duyan Selahaddin’i Eyyubi, “O minberi oraya ben koyacağım.” der. (Yani kendince elinden geleni yapar.)

Siz yeter ki minberi yapın, Allah elbet dünyada akan Müslüman kanını sonlandıracak bir Selahaddin’i Eyyubi’yi gönderir.

Yrd.Doç.Dr. Kenan Tastan

www.NurNet.org

Kendi Terapistiniz Olmak İster Misiniz?

Farklı ülkelerde, farklı toplumlarda yapılan son çalışmaların tamamı tek bir kalemden çıkmış gibi bize aynı bilimsel gerçekleri söylüyor: “Refah seviyesinin geçmişle kıyaslanamayacak kadar yükseldiği, teknolojinin insanın hayatının hemen her alanda rahatlattığı bir ortamda bireylerin bunaltı, kaygı, sıkıntı, depresyon, intihar gibi psikolojik kökenli hastalıkları her geçen gün artmaktadır.”

Yapılan çalışmalar intiharların dünyanın en müreffeh ülkelerinden olan İskandinav ülkelerinde daha fazla olduğunu bizlere gösteriyor. İyi ama neden?

Tıp alanında bunca ilerleme bunca ilaç ve terapi tekniğinin gelişmesine rağmen psikosomatik hastalıklar neden gribal enfeksiyonlar gibi salgın tarzında yayılıyor?

Çok değil daha yüz yıl öncesi dönemde yaşanan kıtlık, yokluk, hastalık ve ilaç bulamama endişesini yaşamayan günümüz insanı (en azından Suriye, Arakan, Irak vs. dışında ki ülkelerde durum bu) neyin endişesini, neyin kaygısını hissederek bunalıma giriyor?

Her türlü alanda yaşam standartları artmasına rağmen, 2020 yılında Depresyonun en yaygın ikinci hastalık olacağı öngörüsünde bulunan Dünya Sağlık Örgütü bu konuda neden yeterli önlemleri alamıyor/almıyor?

Gelişmiş ülkelerde bebek ölüm oranları binde beşlere kadar düşürülmesine, ortalama yaşam süresi seksenler’in üzerine çıkmasına rağmen psikolojik hastalıklar konusunda neden bir arpa boyu bile mesafe kat edilemiyor?

Soruları çoğaltmak mümkün, tabi bu sorulara verilebilecek muhtelif cevapları da… Her verilen cevap sorunu algılayış şeklinizi belirler diye güzel bir söz vardır.

Günümüz medeniyetinin insanın kendisine karşı yalnızlaşması, yabancılaşması ve bunların sonucu olarak da psikosomatik hastalıklara yakalanması sorununa bulduğu çözüm; bu insanlara mutluluk hapları vermesidir. Bu durum mekanikleşmeyi ve insanın kendine yabancılaşmasını daha da artırmaktadır. Her duygusal eksikliğe, her bunaltıya bir ilaç önerme çözümü insanın duygularının ötelendiği bir yaklaşım tarzıdır. Dahası bu duygular üzerinden büyük meblağların kazanıldığı rant kapısıdır.

Oysa insan kendini yapılandırabilen, kendini algılayabilen, sinyal veren bunaltı ve sıkıntı uyaranlarını ilaçlarla baskılamak yerine, o sinyallerin göndermiş olduğu kodları deşifre edip çözüm yollarına yönelmelidir.

Biz hekimler açısından ise organik bozuklukların ile ruhsal bozuklukların nerede başlayıp nerede sona erdiğini ve birbirleriyle olan etkileşimlerin ne oranda olduğunu tayin etmek çok önemlidir. Bu çerçevede organik kaynaklı ruhsal bozuklukları medikal terapinin kollarına sunarken, fonksiyonel ve kurgulanmış sanal programla ilintili ruhsal rahatsızlıkların tedavisinde olabildiğince psikoterapiden istifade edilmelidir. Ancak günümüzde ne terapist sayısı bu rahatsızlıklara yakalanan insanları tedavi etmede yeterli sayıdadır ne de uygulanan yöntemler bu toplumun inanç yapısıyla yeterince harmanlanmıştır. Günümüzde çokça dile getirilen terapilerin evrenselliğinden çok o ülkenin ve ülke insanının inanç yapısının ön plana çıkması gerekliliği haklı bir tartışma gibi gözükmektedir. Hatta bir adım ileriye giderek terapilerin bireyselleştirilmesi fikri ve her terapinin, terapi olacak insanın kendine has özellikleri gözetilerek yapılması terapilerdeki başarıyı artıracaktır.

Son zamanlarda artan kimlik-kişilik çatışmalarını, bunaltı, kaygı gibi psikosomatik hastalıkları azaltmada önereceğim teknik, dünya literatürüne 1916 yılında ilk kez Samuel Crothers tarafından isimlendirilmiş olan “Biblioterapi” tekniğidir. Biblio Yunanca ‘kitap’ ve terapi de ‘tedavi’ demektir. Benimde “Terapistin Terapisi” adıyla yazdığım kitabımda uygulamaya çalıştığım bu tekniği, İslam âlimlerinin birçoğunun eserinde görmek mümkündür.

Bu eserlerden biri de Bediüzzaman Said Nursi’nin müellifi olduğu Risale-i Nurlardır. Bu eser kişinin kendi rehabilitasyonu ve terapisi için okunabilecek değerli bir kaynaktır.

  • Öncelikli olarak kendini (yani İnsanı) tanımak isteyenlere; Asayı Musa Kitabında Yedinci Mesele ile izah edilen bölümü,
  • Sıkıntı ve stresle baş etmede zorluk çekenlere; Sözler kitabından özellikle 23. Sözü,
  • Kronik veya ciddi bir hastalığa yakalananlara; Hastalar Risalesini,
  • Çağımızda son zamanlarda özellikle ileri yaşlarda erkeklerde görülen Andropoz hastalığına yakalananlara; İhtiyarlar Risalesini,
  • Gençlikte yaşanan sıkıntılar yüzünden bunalanlara; Gençler Risalesini,
  • Ahiretle ilgili kafası karışık olup da işin içinden çıkamayanlara; Sözler Kitabından 10. Sözü,
  • Ene-ego gibi daha teknik ve derin meseleleri araştıranlara 30. Sözü,

Okumanızı tavsiye ederim.

Yrd. Doç. Dr. Kenan Tastan

www.NurNet.org