mubarekkul tarafından yazılmış tüm yazılar

Müslüman’ın bahar yeşilliğine bakışı!..

Önce İsra Sûresi’ndeki 44. ayetin mealine bakalım, sonra konunun ayrıntısına geçebiliriz.

– Göklerde ve yerde bulunan bütün varlık ve yeşillikler Allah’ı zikir ve tesbih ederler!..

Öyle ise Allah’ı zikir ve tesbih eden yeşillikleri zevkle seyredip gelişmesine şevkle yardımcı olmalı, sebepsiz yere yeşilliği kesip kopararak Allah’ı zikir ve tesbihine engel olma günahına girmekten kaçınmalıdır. Zaten yeşilliğin Allah’ı zikir ve tesbih ettiğinin farkına varan bir Müslüman, sebepsiz yere onu kesmeye, koparmaya, kurutmaya asla razı olamaz. Zikir ve tesbihine mani olma günahını göze alamaz. Yeşilliğin bu zikir ve tesbihinden dolayı Aleyhissalat-ü Vesselam Efendimiz mezarların üzerini dahi yeşillendirmeyi emretmiş, bu konuda bizi düşündüren önemli örneğini de şöyle vermiştir. Yanından geçtiği bir mezarın içindeki mevtanın azap çektiğini keşfedince hemen getirttiği hurma fidanını mezarın üzerine dikerek şöyle uyarıda bulunmuştur: “Bu yeşillik bu mezarın üzerinde Allah’ı zikir ve tesbih ettiği sürece mezarın içindekinin azabı azalır, yahut da kaldırılır!”

İşte bu açıklama, yeşilliğin dünyadan başka ahirettekilere dahi fayda sağladığını ifade eden muhteşem bir duyurudur. Bundan dolayı fıkıh alimleri, mezarların üzerine yeşilliği önleyen beton dökmenin uygun olmadığını bildirmiş, Osmanlı ecdadımız da Allah’ı zikir ve tesbih eden yeşilliklerle dolu mezarlıklar meydana getirme örneği vermişlerdir. Bir kır sohbetinde Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri’ne talebelerinden her biri birer buket çiçek takdim ederken biri eli boş dönmüş. – Koskoca kırda çiçek mi bulmadın da eli boş dönüyorsun? diye sitem edenlere de: – Hangi çiçeğe yaklaştımsa Allah’ı zikir ve tesbih eder halde gördüm, koparıp da zikir ve tesbihine engel olmaya gönlüm razı olmadı, cevabını verince hocasının takdir ve tebriklerine muhatap olmuş. Bu cevap da kitaplara geçecek değerde bulunarak yazılıp bizlere kadar intikal ettirilmiştir. İşte Müslüman’ın yeşilliğe yüklediği kutsal değer, Allah’ı zikir ve tesbih ediyor duygusuyla baktığı bahar yeşilliğinin özellik ve güzelliği… Hele Efendimiz (sas) Hazretleri’nin fidan dikme konusunda bir uyarısı vardır ki; yeşillik yetiştirmenin önemi konusunda bundan daha etkili sözü kimse söyleyememiştir. Şöyle buyuruyor, fidan dikme konusunda:

– Elinizde bir fidan bulunur da onu dikmek üzere iken kıyametin kopmaya başladığını anlarsanız, sakın ‘artık kıyamet kopuyor, fidan dikmenin manası kalmadı’ deyip de fidanı atmayın, dikin fidanınızı!.. Kıyamet kopacaksa sizin dikilmiş fidanınızın üzerine kopsun. Mahşerde, benim de dünyada dikilmiş bir fidanım vardı, diyebilesiniz!..

Demek ki mahşerde dünyada dikilmiş bir fidanın bulunması dahi dikene ümit verecek, faydası söz konusu olacaktır. Kaldı ki, mesele bundan ibaret de değildir. Tarla, bağ, bahçede çalışarak yeşillik yetiştiren köylü ve ziraatçılarımıza ayrıca muhteşem müjdeler de vardır…

– Ekin ekiyor, sebze, meyve dikiyor, mahsul yetiştiriyorsanız sevinin, mutluluk duyun. Çünkü yetiştirdiğiniz meyvelerle, sebzelerle sadece rızkınızı kazanmakla kalmıyor, aynı zamanda sevap da elde ediyorsunuz. Zira, sebep olduğunuz meyveli meyvesiz tüm yeşilliklerden Allah’ı zikir ve tesbih sevabı almak bir yana, ayrıca bunlardan: “Müşteri alsa, hırsız çalsa, inek yese, sinek faydalansa!” sadaka sevabı da alınacağı hadisle bildiriliyor!

Evet, bundan hiç şüphe etmeyin. Efendimiz’in müjdesidir bu. Yetiştirdiğiniz sebze ve meyveden müşteri alsa, hırsız çalsa, inek yese, sinek faydalansa sadaka sevabı vardır yetiştirene!.. Bundan dolayı yeşillik yetiştiren köylüler, ziraatçılar ibadet niyetiyle şevkle çalışırlar işlerinde… Denebilir ki: Her tarafı yeşillendirilmiş bir ülke mi istiyorsunuz?.. Öyle ise insanların İslam’ı öğrenmelerine destek verin, köstek olmayın. Göreceksiniz dinini öğrenen Müslüman mezarların üzerine varıncaya kadar her tarafı yeşillendirecek, hem de ibadet aşkıyla, sevap şevkiyle yapacak bütün bu hizmetleri…

Ahmed Şahin / Zaman

Allah, insanın dış cazibesine değil iç oluşuna bakar!

Hanım okuyucum, insanın iç oluşuyla dış görünüşü konusuna ait sorusunda demiş ki: “Benim dış görünüşüm arkadaşım kadar cazip değildir.

Ben iç oluşun önemli olduğunu düşünüyorum. Arkadaşım ise önemli olanın dış görünüş olduğunu söylüyor, hep gösterişli giyim kuşam içinde çekici görünmeyi öne alıyor. Siz bu iç oluşla dış görünüşe nasıl bakıyorsunuz? Her şey dış cazibeden mi ibaret? İç güzelliğin hiç mi değeri yoktur? Mutlaka cazip bir görüntü ve gösterişe mi sahip olmak gerekir?

Cevap: Bu önemli soruya Efendimiz (sas) Hazretleri’nin hadisiyle cevap vermiş olayım. Aleyhissalatü Ves’Selam Efendimiz buyuruyor ki:

-Allah sizin dış görünüşünüze ve beden yapınıza bakmaz. Ancak kalbinizdeki iç oluşunuza ve dışa akseden ahlakî güzellik ve davranışlarınıza bakar. Hükmünü niyetinize ve amelinize göre verir. Öyle olunca önemli olan cazip bir dış görünüş değil ihlaslı bir iç oluştur, dışa akseden ahlakî güzellik ve davranışlardır. Nitekim Hz. Ali Efendimiz de fizikî görüntüsünden kendine pay çıkararak kibir ve gururla yürüyen bir kadına demiş ki:

-Hanımefendi, cazip görüntünle kendine pay çıkarmaya hakkın yoktur. Çünkü bu görüntünün hiçbir yanı senin eserin değildir. Sen kendi eserin olan ahlak güzelliğine, ilim irfanda yükselişine, sanatta ve maharette ilerlemiş olmana bak. Senin emeğin ve eserin onlardır. Var mı kendi emek ve iradenle kazandığın vasıfların, fazilet ve meziyetlerin onları göster bize?

Evet, insanın fizikî görüntülerinden kendine pay çıkarmaya hakkı yoktur. Çünkü ne güzellikleri kendi eserleridir, ne de çirkinlikleri. Her ikisini de hikmetler sahibi Rabb’imiz uygun görüp takdir etmiştir. Ama insanın ahlakî güzellikleri, bilgi, beceri kazanımları, insanî ve İslamî vasıfları kendi eseridir. Onlara bakmalı, onlarla kendini değerlendirmeye gayret etmeli, onlarla sevinip mutlu olmalıdır.

Şurası da hiç unutulmamalı ki, insana bir imtihan olarak verilen dış cazibe ve güzellikler kendi gayretiyle kazandığı ahlakî güzelliklerle korumaya alınmazsa, imtihanı kaybetmesine, başına bela musibet gelmesine de sebep olabilir. Hilyetül’evliya’da dıştaki fiziki görüntüsünü içteki ahlak güzelliğiyle korumaya alan insandan verilen bir misalde şöyle denir.

Görenlerin Hazreti Yusuf’a benzettikleri Tabiin’den Süleyman bin Yesâr’ın çöldeki çadırına gelen bir bedevi kadın: “Ben karşı çadırda yalnız başıma kalmaktayım, arkadaşa ihtiyacım var, seni bekliyorum.” der. Süleyman, bir imtihana tabi tutulduğunu düşünerek, “Seni şeytanın elçisi gibi görüyorum, ben şeytana arkadaşlık edemem!” cevabını verir. Yakındaki arkadaşı bu durumu öğrenince; “Kardeşim, der iyi ki senin kadar görüntü güzelliğine ben sahip olmadım. Yoksa imtihanı kaybedebilirdim böyle durumlarda. Demek ki Allah sana dış güzelliği vermiş, sen de onu kendi kazandığın ahlak güzelliğinle korumaya almışsın. Seni, kazandığın bu ahlak güzelliğinle Hazreti Yusuf bile tebrik eder!”

Süleyman der ki: O gece rüyamda Yusuf aleyhisselamı gördüm. Karşıdan kollarını açmış bana doğru gelirken sesleniyordu: “Gel seni kucaklayayım imtihanı kazanan kardeşim. Sen de benim gibi imtihana tabi tutuldun, sahip olduğun ahlak güzelliğiyle imtihanı kazandın. Bana tam bir kardeş olduğunu ispatlamış oldun!”

Konuya bir de Lokman Hekim’in cevabıyla bakalım isterseniz. Siyah yüzüne şaşkın şaşkın bakan birine demiş ki:

-Ne şaşkın bakıyorsun öyle? Boyacıyı mı beğenmedin yoksa sürdüğü boyasını mı? Görüntümün hiçbiri benim eserim değildir. İnsan ise kendi iradesiyle kazandığının sahibidir. Benim isabetli ilaçlar verdiğimi, hikmetli sözler söylediğimi duymuşsun. İşte ben onların adamıyım. Görüntümün hiçbir yanı benim yapım değildir. Yaratan’ın münasip gördüğüdür. Benden O’na sadece şükür vardır, şekva yoktur!

Evet, Bilal-i Habeşi’nin Efendimiz’in baş müezzini olmaya layık görüldüğünü unutmayın. İki gözü de âmâ olan Abdullah bin Ümmü Mektum’un da Peygamberimiz savaşa gidince yerine vekil bıraktığı âmâ olduğunu da unutmayın. Demek ne siyah yüzlü Habeşli bir köle olmak ne de iki gözü de görmeyen bir âmâ olmak eksiklik değildir. Önemli olan iç güzelliktir, dışa akseden iman ve ihlasta örnek davranışlara sahip olmaktır!.

Ahmed Şahin / Zaman Gazetesi

 

Tövbe ettiğimiz günahı terk edinceye kadar tövbe!

Okuyucum büyük bir azim ve gayretle günahlardan korunmaya çalışıyormuş, bu uğurda gereken mücadeleyi de veriyor, günahtan yılandan akrepten kaçar gibi kaçınıyormuş, ama yine de tam tutunamıyor, tekrar günaha maruz kaldığı da oluyormuş.

Diyor ki: “Bunca gayretime ve tövbe etmeme rağmen yine maruz kaldığım günahımdan dolayı tekrar tövbe mi etmem gerekiyor. Eğer yine tövbe etmem gerekiyorsa ne zamana kadar devam edecek bu tövbe?” Sözü uzatmadan okuyucuma vereceğim kısa cevap şundan ibarettir. Tövbe ettiğin günahı terk edinceye kadar devam edecek bu tövbe.

Ancak bu kısa cevap elbette yetersizdir. Bu gibi önemli sorulara en tatmin edici cevabı Hocaefendi, “Gençlere Pırlanta Ölçüler” kitabında vermiştir. Sözü uzatmadan birlikte okuyalım bu konudaki değerli bilgi ve uyarıları.

****

Tövbe konusunda Efendimiz’in (sas) şu mübarek beyanını hatırlamak gerekir:

“Herkes hata işler. Hata işleyenlerin en hayırlıları da tövbe edenlerdir!”

Bu hadis-i şerife dikkat edilecek olursa, hata işlemenin insanın cibilliyetinde var olduğu görülür. Yani insanın tabiatında her zaman onu günaha çekecek bir kısım duygu ve hisler vardır. Aslında bunlar, iyiliklere de esas teşkil etsin diye insanın benliğine yerleştirilmiş çekirdekler mahiyetinde istidatlardır. Aktif (uygulanan) bir Kur’an ahlakıyla bunların hepsinin yüzü hayra ve istikamete çevrilebilir!.

Mesela, insana öfke verilmiştir. İnsan bununla bazen gazilik ve şehitlik elde edebileceği gibi, aynı duyguyla Allah için öfkelenip Allah için nefret ederek sevap da kazanabilir. Şehevi hisler ve diğer bedene ait arzu ve istekler de böyledir. İnsan onları disiplin altına alıp ruhunu kanatlandırabildiği takdirde, velilerle omuz omuza yan yana yaşayabilir.

Aksine, disiplin altına alınmayan behimi arzuların, insanı baş aşağı getirmesi de sıkça görülen felaketlerden biridir. Meseleye bu zaviyeden bakıldığında, potansiyel hata, insanın ikiz kardeşi gibidir. Bu itibarla, insan, azminin ve iradesinin hakkını vererek bu negatif duygudan hem kurtulmasını bilmeli hem de kendisine verilen o duyguları mutlaka faydalı hale getirmelidir.

Diğer taraftan insan hayatında ömrü en az, en kısa olması gereken bir şey varsa, o da hata ve günahlar olmalıdır!

Şu da katiyen unutulmamalıdır ki insan işlediği bir hatayı hemen tövbe ile silmezse, bu ikinci bir hata ve günaha davetiye çıkarmak gibi olur ki, bu tövbe etmeme durumu zamanla insanın kalbi ve ruhi hayatını köreltip mahvedebilir!.

Buradaki çok önemli bir konu da şudur: Tövbesiz bir insan, kalbine gönlüne gelecek olan İlahi ilhamlara karşı kapanır. Allah adına duyması gereken heyecanı duyamaz olur ve herhangi bir cisim gibi sürekli bir düşüş yaşar ama, asla bunun farkına varamaz; latifeler ölür; “sır”, sırra kadem basar, “hafi” gizlenir, “ahfa” adeta yok olur; ama o bunlardan haberdar değildir!. Onun için insan günaha bulaşır bulaşmaz hiç vakit kaybetmeden hemen Rabb’ine teveccüh etmeli ve O’ndan işlediği günahın affını dilemelidir.

Düşünülmesi gereken bir diğer önemli husus da şudur: İnsan bir taraftan tövbe ediyor, diğer yandan da kendi iradesinin zaafı ile tövbe ettiği günah ona yine musallat oluyor, o da yine aynı günaha giriyorsa, böylelerinin istikamete ulaşmaları ve sonra da istikametlerini korumaları oldukça zordur!..

Bununla beraber böyle bir insan, işlediği günahtan tövbe ederken hakikaten samimi ve tövbesini vicdanından gelen sese uyarak yapmış da olabilir. İhtimal, işlediği günahtan onun da içine bir tiksinti düşmüştür ve dolayısıyla tövbesini çok samimi olarak yapmıştır. Ancak bu gibilerde, çok defa tiksinti halini geçip, yerini arzu ve isteklere bırakması da söz konusudur ki, bu tür iradezedeler her zaman sürçebilirler. Bu ikinci durum, onun daha önceki tazarru ve duasında samimi olmadığı neticesini de doğurmaz, dolayısıyla tövbe etmesine mani hiçbir sebep yoktur.

Evet, insan ne kadar günah işlerse işlesin ve tövbesi hangi sayıya varırsa varsın mutlaka yine tövbe etmelidir.

Bu günün geçmişten çok farklı sokak şartları da bu tövbeyi her an zaruri kılmaktadır!..”

Evet, pes etmek yoktur! tövbe ettiği günahı terk edinceye kadar tövbe!..

Ahmed Şahin/Zaman

Kur’an kursları ve en hayırlı insan olma fırsatı

Önce Kur’an kurslarının başladığı şu özel ve güzel günlerde bir hadis-i şerifteki en hayırlı insan olma tarifini okuyalım, sonra hayırlı hane tarifine bakabiliriz..

Aleyhissalatü ves’selam Efendimiz buyuruyor ki:

-Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir!

Evet, tartışılmayan bir en hayırlı insan tarifidir bu. Kur’an’ı önce öğrenen, sonra da öğreten insan en hayırlı insan.

Birazcık düşündüğümüzde görüyoruz ki, hadis-i şerifin haber verdiği en hayırlı insan olmak hiç de zor değildir. Özellikle bu yaz tatili, en hayırlı insan olmak için tam bir fırsattır. Yeter ki bu kararı verin, yavrunuzu Kur’an kursuna gönderin, siz de tam öğrenemediğiniz Kur’an’ı yeterince öğrenmeye niyetlenin.

İsterseniz en hayırlı insan tarifini “Kur’an’ı öğrenen ve öğreten” diye veren Efendimiz (sas) Hazretleri’nden bir de hayırlı hane tarifini okuyalım. Hayırlı hane nasıl olurmuş bir de onu görelim. Buyuruyor ki:

-Hayırlı hane de, içinde Kur’an okunan hanedir! Melekler, içinde Kur’an okunan haneye hayırlı misafirler olarak üşüşürler, şeytanlar da o haneden şerli işgalciler olarak kaçışırlar!.

Evet, içinde Kur’an okunan haneye semadan melekler üşüşürler, şeytanlar da o haneden şerli işgalciler olarak kaçışırlar. Çünkü, meleklerin üşüştüğü evde hep hayır olur, bereket olur, huzur olur. Şeytanlara ise artık o haneden kaçışmak düşer, barınamazlar içinde Kur’an okunan hayırlı ve huzurlu hanede..

Burada Kur’an’ı öğrenme sırasındaki bir özel ve güzel farka da işarette bulunalım izin verirseniz.

Böyle hayırlı hanede Kur’an’ı önceden öğrenmiş yanlışsız okuyanlarla, yeni öğrenmeye başlayan yanlışlı okuyan öğrenciler de bulunabilirler. Yanlışsız okuyanlara harf başına onar sevap verilirken, yanlışsız okumak için emek verip gayret gösteren acemilere de harf başına iki misli fazla yirmişer sevap verilir. Yanlışsız okumak için çektikleri zahmet, gösterdikleri sebat ve azimden dolayı sevabın ikiye katlanması söz konusu olur.

Bu sebeple Kur’an okumaya yeni başlayanlar yanlış okuyoruz diye üzülmemeli, aksine yanlışsız okumak için çaba sarf ettiklerinden dolayı iki misli fazla sevap aldıklarını düşünerek okumaya daha çok şevk ve heyecanla devam etmeliler. Bu fark fark edilmeli, yanlışlı okuyanlar okuma şevklerini kırmamalı, daha çok sevap alıyorum diyerek okuma azimlerini artırıp ısrarla okumaya devam etmeliler..

İyi anlaşılması gereken diğer gerçek de, içinde Kur’an okunan böyle hayırlı haneye meleklerin kuşlar gibi semadan inerek, okunan Kur’an’ı huşu içinde dinlemeye devam etme olayı. Tıpkı büyük sahabi Üseyd bin Hudayr’in evine gelerek dinledikleri gibi.

Siyerde geçtiği üzere Medine’deki evinde gece Kur’an okumaya başlayan Üseyd bin Hudayr, bu sırada avludaki atının bir şeyler görüp de ürkmüş gibi acayip sesler çıkarıp kişnemeye başladığını duyar.

Bu ata neler oluyor, diye okumayı kesip de dışarı çıkıp baktığında, evin her tarafında kanatlarını kısmış sakince dinleyen ışıktan kuşların hemen göklere yukarı uçuşup gittiğini görür. Sabah erkenden mescide giderek gördüklerini Efendimiz (sas ) Hazretleri’ne anlatır. Efendimiz’in açıklaması şöyle olur:

-Biliyor musun Üseyd o göklere yukarı uçuşup giden nurdan parıltıların neler olduğunu?

Onlar evinde okuduğun Kur’an’ı dinlemek için semadan inip gelen meleklerdi. Unutmayın der, içinde Kur’an okunan eve melekler dinleyici olarak gelirler. Eğer okumayı sabaha kadar sürdürseydin, onlar da sabaha kadar seni dinlemeyi sürdürürlerdi!.

– Ne dersiniz, hissemiz ne kadardır bu en hayırlı insan ve hayırlı hane sahibi olma tarifinden bu Kur’an okuma mevsiminde? Kendimizi en hayırlı insan, evimizi de meleklerin ziyaret edeceği hayırlı hane durumuna getirme niyetimiz söz konusu mu şu Kur’an öğrenme devresinde?

-Çocuklarımızı Kur’an kursuna göndererek hayat boyunca okuyacakları namaz sûrelerini ezberleme fırsatını kaçırmamaya dikkat ediyor muyuz? Onlar okumayı öğrenirken biz de onlara eşlik ediyor, ailecek hayırlı insan olma yarışına giriyor muyuz bu yaz tatilinde? Böyle en hayırlı insan olma niyet ve azmimiz söz konusu mu Kur’an kurslarının hizmete başladığı şu tatil fırsatında? Bu konu düşünmeye değer mi?

Ahmed Şahin/Zaman

 

Sofra adabı üzerine..

Sofrada nasıl bir duygu ve değerlendirme içinde olmalıyız, diye soran okuyucuma:

Baştan denebilir ki, insanın yiyecek kadar midesinde iştiha duyması, bu iştihasını karşılayacak kadar da sofrasında nimet bulması, Allah’ın büyük bir lütuf ve ikramıdır.

Sofraya her oturuşta insan bu lütfu hatırlamalı, bu ikramı düşünmeli, bu nimetin gereği de yapılmalıdır.

Yani sofrada yemek boyunca zikir, fikir ve şükür duyguları içinde olunmalıdır.

Bu nasıl olur? Sofrada nasıl zikir, fikir, şükür duyguları içinde olunur?

Alimlerimiz şöyle tarif ediyorlar sofrada zikir, fikir ve şükür duyguları içinde olmamızı:

– Yemeğe besmele ile başlamak zikirdir! Yemek boyunca bu nimetleri vereni düşünmek fikirdir!. Yemekten sonra ‘Elhamdülillah!’ diyerek kalkmak da şükürdür!..

İşte size sofra adabımız ve sofra boyunca unutulmamsı gereken zikir, fikir, şükür görevlerimiz..

Sofraya böyle zikirle başlayan, fikirle devam eden, şükürle tamamlayıp kalkan kimse, elbette ruhen huzur bulur, bedenen sıhhate kavuşur, sofrasında da berekete nail olur. Çünkü Rabb’imiz, verdiğim nimetlere şükrederseniz bereketini çoğaltırım, şükretmezseniz azaltırım, buyurmaktadır.

Alimlerimiz yemek konusunda bazı tavsiyelerde bulunarak diyorlar ki:

– Zikir, fikir ve şükür niyetiyle sofraya oturan insan, baştan kendine tembihte bulunmalı, çok yememeye dikkat etmeli, tıka basa midesini doldurmamaya kararlı bulunmalıdır.

Çünkü ihtiyaçtan fazla tıka basa yemek, zikrin zevkini azaltır, fikrin derinliğini yok eder, sünnete de aykırılık söz konusu olur.

Nitekim tıpta ihtisas yapmış bir alime:

-‘Kur’an-ı Kerim’de insan sağlığı ile ilgili bir ayet buldunuz mu?’ diye sormuşlar.

Şöyle cevap vermiş: “Kur’an-ı Kerim’de insan sağlığı ile ilgili çok ayet vardır. En başta geleni ise, “Yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz.” ayetidir demiştir.

Anlaşılıyor ki, ihtiyaç kadar yemek helaldir. Ama tıka basa yiyerek israf etmek helal değildir. Tıbben de vücuda zarardır.

Aslında yemek konusunda en nihai ölçüyü Efendimiz (sas) Hazretleri şöyle vermiştir:

-Midenin üçte birini yemeğe, üçte birini suya, kalan üçte birini de rahat nefes almaya bırakın!

İşte size zikir, fikir ve şükür duygularıyla oturduğunuz sofradan sünnete uygun şekilde kalkma adabı..

Demek ki, sofraya iştiha ile oturmalı, yine iştiha varken kalkmalı, midede suya, nefes almaya da yer bırakmalı, tıka basa doldurmamalıdır.

Sofrada mideyi çok doldurmanın tehlikesine ait verilen bir misal.

Sahabeden Semüre bin Cündeb’in oğlu yemekten sonra kusmuştu. Çok yedikten sonra kusmayı hayra alamet saymayan sahabe baba şöyle dedi:

– Oğlum bu kusmadan sonra ölmüş olsaydın, cenaze namazını kılmakta tereddüt ederdim!.

Demek ki, çok yemekten ölen insan, namazı kılınamayacak derecede kötü biri gibi görünmektedir sahabeye.

Hazret-i Ömer efendimizin uyarısı da unutulmamalıdır sofrada:

– Nefsin arzu ettiği her şeyi alıp sofraya koymak israftandır. Allah ise israf edenleri sevmez!.

Öyle ise alabildiğiniz her çeşidi sofranıza koymayın, nefsinizi tahrik ederek israflı sofralar kurmayın.

Unutmayın ki sofradaki nimet helal ise hesabı, haram ise azabı vardır!.

Maneviyat büyükleri sofrada şu dört şeyin düşünülmesi gerektiğini ifade etmişlerdir:

1- Yemeğin mutlaka helalinden kazanılmış olması.

2- Bu helal nimeti Allah’ın ihsan ettiği sıhhatle yediğini düşünmesi.

3- Kendisine takdir edilenin, yediği nimet olduğunu düşünmesi, şikayete yönelmemesi..

4- Yediği nimetin verdiği güçle Allah’a ibadet görevinin bulunduğunu unutmaması.

 

Ahmed Şahin / Zaman