Murat tarafından yazılmış tüm yazılar

Zekat malın bereketine, sadaka belanın def’ine vesiledir

Ramazan ayı maddî ve manevî birçok güzelliklerin bir arada yaşandığı, duygu ve hissiyatın da öne çıktığı mübârek bir aydır. Dinî açıdan taşıdığı önemle birlikte mü’minler arasında sosyal açıdan da yardımlaşma ve dayanışmanın en yüksek olduğu aydır.

Hazreti Muhammed (asm) “Kim bir oruçluya iftar ettirirse, o oruçlunun alacağı sevabın aynısı iftar ettirene de yazılır ve oruç tutanın sevabından da bir şey eksilmez.” buyurmuş.

Cenab-ı Allah (cc) bu dar-ı dünyada geçim cihetiyle kimi zenginlikle; kimi fakirlikle imtihana tabi tutmuştur. Zenginler muhtaç ve fakir insanlara şefkat elini uzatmakla mükellef kılınmıştır. İnsanoğlu, bütün varlıklara karşı duyarlı ve şefkatli olmalıdır. Şefkati olmayanın Allah’ın rızasını kazanması da mümkün değildir.

Ben fakir bulamıyorum bir sadâka vereyim, herkesi kendi gibi zengin görüp yardım etmekten imtina edenler. Bahane aranmazsa herkes kendinden bir cihetle daha fakiri bulabilir.

Nice servet sahipleri gördük, fakir ve muhtaçlara zekât ve sadâka vermekten çekinip sahabe Sâlebe durumuna düştüler. Ölüm için kimsenin elinde senet yoktur. Belki bugün belki yarın an meselesi…

Bir gün Resulullah (asm) sahabelerle sohbet ederken yere üç çizgi çeker. “Birinci çizgi insan, ortada ki ecel, üçüncü çizgi ise tul’ü emeldir” buyurur. 

İnsanoğlu büyük iş ve işlemlerin peşinde çırpınırken ecel ortada onu yakalayıverir. Sabit zannedilen bu dar-ı dünya bir an-ı seyyâle gibi geçiyor. Bundan dolayı ömür sermayesi malâyanî şeylerle değil; meşrû dairede çalışıp, muavenet ve teâvünde öncü olmak lâzımdır.

Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuş: 

“Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” “Dicle kenarında kayıp olan bir hayvandan” kendini mesul gören ve ekmeği olmayan aç bir aile için sırtına aldığı un torbası ile sosyal adalet ve hayat-ı içtimaiye içinde medâr-ı fahr olan Hazreti Ömer’in (ra) adaleti bin dört yüz seneden beri iftiharla yâdediliyor.

Hazreti Ömer (ra) Halife olmasına rağmen sosyal yardımlaşmada öncelikle fert olarak toplum karşısında sorumluluğunu göstermiştir. Demek ki, evvelâ kişi topluma karşı sorumluluk bilincinde olmalıdır.

Bir zengin zekâtını fakire verdiği zaman, fakir de o zengine karşı hürmetkâr olur. Hele Müslüman toplumu içerisinde yardımlaşmanın vasıtası olan zekât İslâm’ın köprüsüdür.

Yoksa “Ben tok olayımda başkası açlığından ölürse ölsün bana ne”2, derse o zaman fakir de zengine karşı kin ve adâvet besler, zengini düşman görür. Hatta asayişi bozmaya kalkar, memleket dahi huzursuz olur.

Hülâsa: Bu mübârek Ramazan-ı şerifte sevabı birden bine çıkan yardımlaşma elimizi açık tutalım. Zekât İslâm’ın şartı, sadâka ise onun ziynetidir. Biri malın bereketine, diğeri belânın def’ine vesiledir. Vesselâm…

02.04.2024

Rüstem Garzanlı

Dipnotlar:

1- Sünen-i Tirmizi.

2- İşaratü’l- İ’caz s. 49.

Muhabbete, muhabbet edelim

Evvelâ muhabbeti, muhabetullah olarak görmemiz lâzım. Çünkü muhabbetullah, Allah’ın kemâl ve cemâlini idrak, takdir ve takdis edebileceğimiz ölçüde kalp, ruh ve aklımızda yerleşen bir esastır. Cenab-ı Allah (cc) insanın kalbine muhabbet kabiliyeti lütfetmiştir ki bu muhabbetin de esası Allah’ı ve sıfatlarıyla birlikte tanımak ve O’na kulluk görevi yapmaktır. Aslında ne kadar güzellikler varsa O’nun zatının güzelliğindendir. Bunun için “muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücudu…” 1 olmuştur.

Bundandır ki, insanoğlu her hoşuna giden şeye bir şekilde muhabbet besler. Meselâ aile hayatının esası ve devamı muhabbete bağlıdır; muhabbet kalktığında aile hayatı bozulur. Cemaatlerin rabıtası, ittihad ve tesanüdünü sağlayan muhabbettir. Cemaatlerin şirket-i manevîyesini teşkil eden gene muhabbettir. Hatta bir devletin devamı ve bekası da yöneticiler ile yönetilenler arasındaki bağı kuran gene muhabbettir. 

Aralarında muhabbet bağı koptuğu an, memleketin huzuru da bozulur.

Demek ki, “insan-ı mü’minde, hayatına ve bekasına ve vücuduna ve dünyasına ve nefsine ve mevcudata karşı türlü türlü muhabbetleri ve şedid alâkaları, o istidad-ı muhabbet-i İlâhiyenin tereşşuhatıdır.” 2

Keza, “Bütün kâinâtın mâyesi muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbettir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve câzibe kanunları muhabbettendir.” 3

Said Nursî Hazretleri hayatı boyunca gerek tefekkür sahasında, gerek ameli hayatında muhabbet düsturuna önem vermiştir. Kendine düstur edinen muhabbeti talebelerine de Kur’ân’ın hizmet metodunda muhabbeti öncelikli düstur edinmiştir.

Risale-i Nur’un dört esasından şefkat ve tefekkür düsturu muhabbete dayanıyor. Bediüzzaman Hazretleri sadece insanlara değil, kâinatta bulunan on sekiz bin âleme canlısı-cansızı her şeye muhabbet göstermiştir.

Kara sineklerin istirahatını bozmamak için elbisesini ipe astırmamış, yediği çorbanın tanelerini karıncalara ikram etmiştir. 

Konumuzu Bediüzzamanın şu ifadeleriyle özetlemek isterim: “semavat zemine gıbta eder ki; zeminde hâlisen lillah sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar; kendi Sâni’-i Zülcelâl’inin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü eser-i san’atını birbirine göstererek Sâni’lerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.”  4

Haydi, zikir ve tefekkür için, ittihad ve tesanüd için, hâlisen lillâh için muhabbette buluşalım.

Rüstem Garzanlı

28.03.2024

Dipnotlar:

1- Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal, s. 574.

2- Lemâ’lar, On Birinci Lem’â, s. 187.

3- Sözler, s. 624.

4- Barla Lâhikası, s. 260.

Şark’ın Alimleri Bediüzzaman’ı anlatıyorlar!

“Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.”

23 Mart deyince çağımızın İslam âlimi ve mütefekkir, Risale-i Nurların müellifi Said Nursi hazretlerinin vefat yıl dönümü akla gelir. Hadis-i Şerifte Efendimiz (asm) şöyle buyurmuş: “Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.” 1,

Keza, Enes (ra) anlatıyor: “ Resulullah (asm) buyurdular ki: “Bir mü’min için mutlaka  (semadan)  iki kapı vardır: Birinde ameli yükselir, diğerinden de rızkı iner. Bu mü’min ölünce her iki kapı da ağlarlar.” 2, Allah dostlarının vefatından dolayı, yerler, gökler, sema, dağlar, denizdeki balıklar bütün mahlûkat ağlar.

Ehl-i küfrün ölümünü ifade eden Kur’an-ı Kerim‘de mealen şöyle buyurmuş: “Ne gök ne yer onların üstünde ağlamadı”3- Bu ayetin mefhum-u muhalifinden (karşıt) şöyle anlaşılıyor: Ehl-ı imanın dünyadan gitmesiyle “semavat ve zemin, onların üstünde ağlıyor.”

Şarkın âlimleri Bediüzzamanı anlatıyorlar!

Seyyit Muhammed el- Arapkendi anlatıyor:

Said Nursi hazretleri 23 Mart 1960’te Urfa’da vefat ettiği gün semavat ve zemin ağladığını tarikat şeyhlerinden Seyyit Muhammed Arapkendi hatıralarında şöyle ifade buyurmuş:

Diyarbakır’ın Bismil ilçesine bağlı Arapkend Köyü’nde ikindiye yakın bir vakitte hava aniden kararmıştı. Şimdiye kadar hiç görülmeyen boğuk bir hava ortalığı kaplamıştı.

Gökyüzü akşam ile yatsı arası gibi bir havaya bürünmüştü. Ardından yağmur yağmaya başladı. Yağmur, normal bir yağmura benzemiyordu. Yağmur değil sanki bulutlardan kan yağıyordu. Sabah olup gün aydınlanınca gözün gördüğü her şey; taş, toprak, ağaçlar kana bulanmış gibi kıpkırmızı olmuştu.

Seyit Muhammed Arapkendi Hazretleri, havadaki bu durumu görünce cemaatiyle birlikte cami balkonuna çıktı ve havaya bakarak:  “Allah muhafaza buyursun. Böyle bir hava Hz. Hüseyin’in (ra) şehit edildiği günde de görüldüğü rivayet edilmişti. Bu hava büyük bir musîbetin habercisi ve büyük bir zat vefat edince olur.” dedi.

Seyyit Muhammed Arapkendi Hazretleri ertesi gün öğle saatlerinde Bediüzzaman Said Nursî’nin (ks) vefat haberini alınca çok üzülür. Bediüzzaman Hazretleri’nin mübarek ruhuna Fatiha okuyarak duâ eder ve şöyle der: “Bediüzzaman’ın bu kadar büyük bir zat olduğunu bilseydim mutlaka ona ulaşır; onu ziyaret ederdim.” Şeklinde ifade etmişlerdir.

Şeyh Seyda el- Cezerî, Bediüzzamanı anlatıyor:

Şeyh Muhammed Said, bölgede “Şeyh seyda” sıfatıyla tanınan bir Nakşibendi tarikatı şeyhidir,1890’da Cizre’de doğdu, 1968 yılında Cizre’de vefat etti. Binlerce müridi olmuştur. Türkiye’de olduğu gibi Suriye, Irak ve İran’da da bağlıları vardır. Bediüzzaman hazretiyle manevi âlemde müşküllerini halleden, Bediüzzaman “yalnız benim değil, bütün âlem-ı İslam’ın üstadıdır. Ben o zata talebe olmanın şerefiyle huzur- u İlâhiye’ye çıkmak istiyorum,” diyen bir zattır.

Cizre’den Şeyh Seyda bir grup halifesi, seveni ve müritleriyle beraber Urfa’da Bediüzzaman hazretlerini ziyaret etmek istemişlerdir. Ancak Mardin’ne bağlı Midyat ilçesine vardıklarında Bediüzzamanın vefat haberi ulaşır, orada gıyabı cenaze namazını kılarlar.

Molla Ramazan Kurt Bediüzzaman’ı anlatıyor:

Molla Ramazan Kurt 1932 Siirt’tin Kurtalan kazasına bağlı Uşiyê köyünde doğdu, küçük yaşta medrese tahsiline başlamış, medrese usulü sıradaki kitapları ilerleyince, Kurtalan’a bağlı Zokat köyünde Şeyh Muhammed Cüneydi el- Zokaydi’nin yanında okumaya başlamış. Medrese tahsilinden sonra imamlık, müderrislik ve Kur’ân kursunda hocalık yapmıştır. 93 yaşında El’an Erzincan’da ikamet etmektedir. 1958’lerde Risale-i Nurlarla tanıştığı günden bu güne kadar Risale-i Nur’ları okuma ve mütalaası ile meşguliyeti devam ediyor.

Molla Ramazan ile bir sohbetimizde, hasta olmasına rağmen, konu Bediüzzaman Said Nursî olunca rahatsızlık emaresi onda kalmadı, konuştukça adeta rahatlıyor, rahatladıkça üstadı Said Nursî’den bahsediyordu. Sorduğum suallerime Risale-i Nur penceresinden ezbere anlatıyordu.

Ramazan hocanın unutulmaz sohbeti ve hatıraları ile çok mesrur oldum. Sohbeti hepsi de yazmaya, anlatmaya değer, ancak bir hatırasını siz değerli okuyucularımla paylaşmak istedim, şöyle.

Molla Ramazan anlatıyor: Kurtalan’dan iki talebe arkadaşımla 1951 veya 52 yılında yayan Cizre’ye şeyh Seyda’nın ziyaretine gittik. O zaman Şeyh hazretleri Cizre’den 6-7 Kilometre uzaklıkta Serdâhlê yaylasında olduğunu söylediler. Biz de yaylaya gittik. O gece caminin damında yattık.

Sabah namazı ezanı birisi okudu, böyle ezan okuyan memleketimizde yoktur dedim. Acaba, Bilal-i Habeşi mi manen buraya geldi. Sesi, sedâsı ve kıraati mükemmeldi. Cami misafirlerle doluydu, her kesimde insanı görebilirsin. Kamet getirildi, namazı kıldık, şeyh hazretleri namazdan sonra evine gitti.

Şeyhin halifeleri, imamları, talebe ve misafirleriyle kuşluk vaktinde sabah kahvaltısını caminin avlusunda yaptık. O arada ezanı okuyan esmer adama biri dedi ki: Nereden gelmişsin? O da Irak’tan geldim, Irak’ta muhabirim matbaam var. Gazetemin bir sayfasına Risale-i Nur’ları yazıyorum. O zaman şeyhi ziyaretine hem de tarikatına girmek için mı buraya geldiniz.

Irak’lı genç : Hayır, ben Isparta’ya Bediüzzaman’ı ziyarete gideceğim, dedi. Bediüzzaman hazretleri Said-i Meşhur lakabıyla biliniyordu. İnsanlar, Medine’den gelip şeyhin tarikatına giriyorlar. Sen şeyhin tarikatına girmeyip Said-i Meşhurun yanına, Isparta’ya kadar gideceksin, dedi.

Irak’lı dedi ki: Eğer Bediüzzaman beni beş dakika kabul ederse burada ki şeyhin kırk sene sohbetine tercih ederim. O asrın Mehdi-i a’zamıdır, dedi. Böyle söyleyince sanki kıyamet koptu, orada bulunan Molla Halil, Irak’lı kardeşimiz doğru söylüyor. Bediüzzaman ahir zamanın Mehdi-i a’zamıdır, dedi. Ortalık daha da kızıştı, durumu Seyda’ya intikal etmek üzere biri Şeyh Seyda’nın evine gitti.

Kurba,(saygı ifadesi) halk bir birine girmiş, deyince, Şeyh Seyda hemen camiye geldi, halifeler imamlarıyla, ağalar hizmetçileriyle velhasıl tüm kesimden şeyhi ziyarete gelenler vardı, ayağa kalktık. Seyda “Hele oturun… Oturun,” dedi. Aranızda ne var diye sordu? Halifelerinden biri, kurba, Molla Halil, Said-ı meşhur için Mehdi diyor. Bunun için itirazımız var.

Şeyh Seyda: Molla Halil doğru söylüyor, Bediüzzaman hazretlerine hangi fistan giydirseniz giydiriniz onun kametine az gelir. Mehdilik bile ona azdır. Ona peygamber demeyin, ne derseniz deyin. Şeyhin bu ifadelerinden sonra ortalık sakinleşti. Irak’lı muhabir de Isparta’ya gitmek üzere yayladan ayrıldı.

Bu arada, Molla Ramazan ağabeye, Bediüzzaman hazretleri için kısaca duygularınızı alabilir miyim? Dedim.

Molla Ramazan: Bediüzzaman hazretleri bütün Nur talebelerinin imamıdır. Bütün Müslümanların imamıdır. Bütün muvahhidinin imamıdır. Bediüzzaman hazretleri ahir zamanın Mehdi-i muntazırıdır.

Bediüzzamanı bihakkın tanımak için, ancak onun eserleri olan Risale-i Nur külliyatını hakkıyla, düşüncesiyle, tefekkürüyle ve büyük bir itina ile okunursa Bediüzzamanın büyüklüğü o zaman eserleriyle bilinir.

Son sözüm: Lahikaları günde beş sahife de olsa okuyalım, Lahikalar Risale-i Nur’ların adeta tekerliğidir, nasıl bir tren tekerleksiz yürüyemezse, bu hizmette Lahikasız yürümez. Üstat, talebelerinden gelen mektupların önemine binaen Risale-i Nur külliyatına koymuştur. Lahikaları mutlaka okuyalım, okuyalım ki, bu cadde-i Kübra’da istikrarlı yürüyebilelim… Her kesi muhabbetle kucaklar, fiemanelillâh….

23 Mart 2024 Bediüzzaman hazretlerinin vefatının 64. Yıl dönemi münasebetiyle bir kez daha rahmetle yad eder, ruhu şadolsun…

Rüstem Garzanlı

Dipnotlar: 1- Derimi, mukaddime  32.1/ 351. 2- Kütüb-ü sitte, Tercüme ve Şerhi.3- Duhan sure 44/Ayet,29

Gıybet neden çirkindir?

Hazreti Muhammed (asm) “Mü’minlerin îman bakımından en güzeli ahlaken güzel olanıdır.” Buyurmuş. Yaşadığımız bu dar-ı dünyada güzel ahlakın yanında çirkin ve alçak tabir edilen huylar da vardır. Mesela bunlardan biri de “gıybettir.”

Cenab-ı Allah, (cc) Kur’ân’ı Kerim’de  “Ey iman edenler! Sakın sakın, birbirinizin gıybetini yapmayın” 1,buyurmuş. Gıybet, öyle bir şey ki, toplumun düzeni ve huzurunu kaçırır. Birlik ve beraberliği bozar, insanlar arasına kin ve nefrete sebebiyet verir.

Beddiüzzaman hazretleri, “Gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyetten mezmumdur.”2, diye ayıplamıştır. Gıybet, akıl terazisinde tartıp mihenge vurulursa çok değersiz olduğu görülecektir.  Dolayısıyla aklın kabul etmediği bir şeyi; sevginin ve hoş görünün mahalli olan kalp de kabul etmez.

Gıybet öyle bir şeydir ki, sadece bireyler arasını zedelemekle kalmıyor, toplumsal ilişkilere kadar sirayet ediyor. Bunun için Bediüzzaman hazretleri, “milliyet ve fıtrat” açısında da çirkin ve zararlı olduğunu ifade ile;  önce kişileri birbirinden koparır, sonra toplumu birbirine düşürür tespitine yer verir.

 “Gıybet, ehl-i adavet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silah….”3, olduğunu vurgular.

Adavet, haset ve inat taraftarları olanlar daima gıybet silahını kullanırlar. Hatta gıybet etmekten hoşlanırlar. Bunun için gıybet aklen, kalben, insaniyetten fıtraten ve milliyetten ayıplanmış ve çirkin olarak görülmüş. Gıybet belâsına müptelâ olan insanlar tövbe etmedikleri müddetçe duâları bile kabul olmaz. Vesselam …

09.03.2024

Rüstem Garzanlı

Dipnotlar: 1- Hucurat, 49, 12. 2-3 Mektubat, 22. Mektup, Hatime s. 276  

Eş Seçimi ve Eş Geçimi

İslam ailesinin en temel özelliği huzur, sevgi ve rahmet yuvası olmasıdır. Bu ailede eşler birbirleriyle huzura kavuşur, çocukları da güzel ortamda büyürler. İslam ailesinde karı-koca birbirlerinin cenneti olurken çocukları da o cennet bahçesinin meyveleri olurlar. Bunun başında iyi bir eş seçimi gelmektedir.

Eş seçiminde dikkat çeken bir konu: Kadının en câzibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letâfet ve nezâket içindeki hüsn-ü sîreti (güzel ahlakı) dir. Ve en kıymettar ve en şirin cemâli ise, ulvî, ciddi, samimi, nurânî şefkatidir.
Buradan da anlaşılacağı üzere, eşin yüksek karekterli oluşu, ciddi ve samimi oluşu aynı zamanda şefkatli oluşu o şirin güzelliğini tamamlayıcı çok önemli unsurlardandır.

Kişi eşini Rahmeti İlahiyenin Latif bir hediyesi olarak düşünmeli, Onu o yönüyle sevmeli, muhabbet etmeli. Sevgisini zamanla geçecek olan dış güzelliğine bağlamamalı, kadını cazibedar yapan asıl güzelliği letafeti, nezaketi, dürüstlüğü, iç güzelliği ve ahlakıdır. Bu güzellikler hiç bitmeyeceği gibi artarak çoğalacaktır. Kadın dış süsü, dişiliği ile değil kişiliği, iç güzelliği, ahlakı, iffet ve sadakatı ile hukukunu, hürmetini ve muhabbetini muhafaza edebilir. Yoksa ihtiyarladıkça kaybolacak olan güzelliğine güvenirse en zayıf ve en muhtaç olduğu bir zamanda ne hürmet kalır ne muhabbet.

Mutlu yuvalarınız olması duasıyla.

Çetin KILIÇ

Kaynak:RNK