Murat tarafından yazılmış tüm yazılar

Bir kimsenin kıymeti, himmeti nispetindedir

Himmet, insanın sahip olduğu vücudunu, güç ve kuvvetini, duygu ve latifelerini, dikkatini, idrak ve iştiyaklarını… kısacası bütün mevcudiyetini bir veya birden çok amaca ve hedefe yöneltmesi ve sarfetmesidir. İnsanın hayata bakış açısı, hayatı algılama ve yorumlama şekli, hayattan beklentileri, bu dünyada yaşamakla neyi elde etmeyi, kazanmayı amaçladığı gibi hususlar, o kişinin hayat tarzını, karakter ve seciyelerini, söz ve davranışlarını belirleyen temel faktörlerdir.

Bir insanın hayattan beklentileri ve bu dünyada yaşamakla elde etmeyi düşündüğü kazanç veya ulaşmayı murat ettiği hedefler o kişinin davasıdır. Dava, kişinin bu dünyadaki varlık nedeni ve hayattan beklentilerinin bütünüdür. Bediüzzaman Said Nursi “Bir kimsenin kıymeti himmeti nisbetindedir.” Derken insanların büyüklüğünün veya küçüklüğünün “davasının büyük” olmasına bağlı olduğunu vurgulamaktadır. Davası büyük olan insan, “büyük adam”dır. Hayattan beklentileri küçük olan, küçük menfaatler peşinde, basit amaçlar uğrunda, değersiz küçük meselelerle ömrünü tüketen insanlar küçük adamdır… Daha doğrusu adam değildir.

Bediüzzaman, kainattaki en yüksek makamın “Rıza Makamı” olduğunu ifade eder. Öyle ise insanlığın en yüce davası “Rıza Makamına” kavuşabilmektir. Yani “İnsanın, kul olarak Yaratıcısını tanıması, Yaradanını sevmesi, Ona itaat ve ibadet etmesi, yaşadığı dünya hayatı ile Yaratıcısını memnun etmesi” dir. En büyük dava. Huzur-u İlahi de Rabbimizin “Kulum ben senden razı oldum.” demesidir makamların, saadetlerin en yücesi. Rıza makamına kavuşmayı kendine dert ve dava edinen iman ve gönül erleri, dünyayı Allah’ın rızasının kazanılabileceği bir hizmet ve ubudiyet meydanı olarak telakki edip; Allah’ın istediği şekilde bir hayat yaşamak, Allah’ın muhabbetini kazanacak güzel işler yaparak,kendilerini Allah’a sevdirebilmek uğrunda harcarlar ömür sermayesini.

Davası büyük olan bu büyük insanlar “Eğer O (Allah) razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok; eğer O (Allah) razı olmasa bütün dünya dost olsa yine ehemmiyeti yok…” anlayışı içerisinde yaşarlar ve bu anlayış yön verir söz ve davranışlarına. Said Nursi, her insanın başına açılan büyük bir davaya dikkat çekmektedir. Bu büyük dava istisnasız her insanın başına açılmıştır. Bu öyle büyük bir davadır ki, her insan dünya dolusu malı olsa ve aklıda varsa, başına açılan o müthiş davayı kazanabilmek için hiç tereddütsüz sarfedecektir bütün servetini.

O müthiş, büyük dava her insanın sonsuz, sınırsız bir cennet saadetini kazanma veya kaybetme davasıdır. Ebedi cennet saadetini kazanamamanın alternatifi, sonsuz bir cehennem azabı ile cezalandırılmaktır. İşte akıl ve şuur sahibi her insanın en büyük meselesidir başına açılan bu müthiş davayı kazanmak. Çünkü bir insan, kulluk imtihanını kaybetse, sonsuz cennet saadetinden mahrum kalsa ve sonsuz bir cehennem azabına maruz kalsa, acaba bu kaybettiği şeylerin yerini ne doldurabilir.

Dünyanın sultanlığı o bedbaht insana verilse kaybettiği şeyin yerini doldurabilir mi? İnsanların, başlarına açılan büyük davayı kazanabilmeleri; imanlarının selametine, Allah’ın rızasına uygun bir hayat yaşamalarına, Kur’an hakikatlarını akıl ve kalplerine nakşetmelerine, Allah Resulünün Sünnet-i Seniyyesine uygun yaşamalarına bağlıdır.

Öyle ise; akıl, şuur ve vicdan sahibi her insanın bu dünyadaki en önemli meselesi; Allahın rızasına uygun bir hayat yaşamak, cehennem azabından kurtulmak, cennet saadetine mahzar olmak; ve başkalarının da Allah’ın rızasına uygun yaşamalarına, cehennem azabından kurtulup, cennet saadetine mahzar olmalarına gayret etmek, çalışmaktır.

Yani, en büyük dava hem kendisinin, hem de başka insanların imanlarının selametine çalışmaktır. En büyük dava; hem kendisinin hem de başka insanların sonsuz cennet saadetine kavuşmalarına çalışmaktır. En büyük dava; Allah’ın rızasını kazanmak ve başka insanların da Allah’ın rızasını kazanabilmelerine yardımcı olmaktır.

*  *  *

A.Faruk NİZAMOĞLU

Risale-i Nur’un yazılması, yazdırılması

a- Risale-i Nur bir külliyatın ismidir. Bu külliyata bazen sadece risaleler, bazen Risale-i Nur, bazen Risale-i Nur Külliyatı, bazen Bediüzzaman’ın eserleri, bazen de Nurcu’ların eserleri gibi isimler verilmektedir. Gazetelerde ve kitle haberleşme vasıtalarının dilinde çeşitli isimlerle adlandırılmaktadır. Ancak muellifi daha çok ilk ikisini kullanmıştır. Zamanla da bu ikisinin istikrar kesbederek, yerleştiğini müşahede etmekteyiz.

b- İkinci olarak belirtilmesi gereken, Risale-i Nur’lar çok dikkatlice yazılmış eserlerdir. Yani muhtevasının imani meselelere ait olması ve belli mevzuları ihtiva etmesi yanında, ifade tarzının güzelliği de, seçilen kelimeler, yapılan benzetmeler ve verilen misallerde ortaya çıkmaktadır ve lisan hususiyetleri olan cümlelerden meydana gelmektedir. Bu sebeple Risale-i Nur’un dil özellikleri mevzuunda çok şeyler yazılabilir. Elimizdeki bu çalışma ilk defa yapılan bir denemeden ibarettir. Biz aşağıda bazı düşüncelerimizi ve tesbitlerimizi sıralayacağız.

c- Bir diğer özelliği de, Risale-i Nur’un müsvedde yapılmadan, daha doğrusu müsvedde yapılıp temize geçirilmeden asıl metin haline gelmesi, bir kerede yazılan bir metin olmasıdır. Bilindiği gibi, eserler, kitaplar ve makaleler, evvela bir müsvedde yapılır, daha sonra ifadeler düzeltilir, kelimelerin ve hatta paragrafların yerleri değiştirilir, böylelikle son şekli meydana gelir. Bazen bir kitap, bir makale veya bir ilmi çalışma 4-5 defa düzeltilmek suretiyle ve müsveddeler yapılarak son şeklini alır. Hatta bir çalışmanın basılırken de, düzeltilerek değiştirildiği de variddir.

d- Öncelikle belirtilmesi gerekli olan bir diğer nokta da şudur: Risale-i Nur’lar biri söylemiş, diğeri yazmış metinler halindedir. Yani dikte edilmiş metinlerdir. Genellikle (Ben de dahil olmak üzere) ilim adamları kitaplarını kendi el yazılarıyla veya daktilo ile müsvedde olarak yazarlar. Arkasından bunları temize çektirirler. Daha sonra üzerinde düzeltme yaparak, iki, üç ve bazen dört defa düzelttikten sonra, esas metin ortaya çıkar.

Risale-i Nur’lar ise birçok yerlerinde ifade edildiği gibi, Bediüzzaman Said Nursi tarafından söylenilmiş ve kâtip dediğimiz diğer biri tarafından veya hatta bazen birkaç kişi tarafından yazılmış metinlerdir. Bu özelliği çeşitli yerlerde müellifi bizzat kendisi belirtmektedir. Meselâ demektedir ki “çok acele yazıldı” veya “vakit olmadığı için düzeltilmeye ve temyiz edilmeye vakit bulunamadı” veya “Tarassutlar, tazyikatlar altında yazıldığı için rahat bir şekilde düzeltilemedi. İfade düşüklükleri düzeltilemedi müşevveş kaldı” gibi çok çeşitli ifadeler kullanılmıştır.

Bu özellik, kanaatimce, Risale-i Nur’un hiç bir eserde duyulmamış ve görülmemiş bir özelliğidir. Yani bir insanın süratli bir şekilde söylemesi, diğerinin yazmasıyla bir eserin meydana geldiği, benim bildiğim kadarıyla, tarihte görülmüş bir hadise değildir. Bazen devlet başkanları, hükümet adamları ve hatta bazı yazarlar, gazeteciler yanındaki kâtiplere, asistanlarına, sekreterlerine konuşmalarını yazdırmışlardır. Ama bunlar, genellikle ya çok kısa, birkaç sahifelik metinlerdir. Hatta kısa olmakla birlikte, yine de çeşitli defalar düzeltilmiş ve daha sonra temize çekilmiştir. Risale-i Nur ise binlerce sayfalardan meydana geliyor ve hepsi de bu şekilde yazılmıştır. Ve hemen hiç veya çok az düzeltilerek müellifi tarafından bir defa okunarak son şekline getirilmiştir.

e- Bir diğer özelliği de, Risale-i Nurların imani-ilmi esaslar ihtiva etmesidir. Yani bir devlet adamının veya bir siyasi partilinin v.b. nin bir kürsüde, bir merasimde yaptığı bir konuşmayla Risale-i Nur ‘un içindeki muhteva çok farklıdır. Risale-i Nur’lar, aşağı yukarı 100 yıldır okunuyor ve hiç bir tarafı ilmen sakat görülmeden, hiç bir ayet ve hadise aykırılığı tesbit edilemeden, ortaya konulmuş ilmi, müdakkik ve müdellel ifadelerdir.

Meselâ bir gazete yazarı her gün dedikodu mahiyetinde bir şeyler yazıyor. Bir fıkra yazarı bugün yazdığını yarın veya iki gün önce yazdığını yirmi gün sonra unutarak kendi ile ters düşebilmektedir. Halbuki Risale-i Nur’da ise, dediğim gibi, 100 yıldır okunuyor ve şimdiye kadar hiç kimse hata bulamıyor ve hatta tekrar okuma zevkini ve lezzetini kaybetmiyor. Bunu müellifi de söylemektedir. “Hem çok defa okunduğu halde taravetinden, zevkinden, lezzetinden hiç bir şey kaybetmemektedir.”

f- Risale-i Nur’un bir diğer özelliği de bazen edebi metin halinde, cümleler dahi hızlı konuşularak süratli bir şekilde yazılmıştır. Hatta diyebiliriz ki, Ondokuzuncu Mektup gibi bazı risaleler 300’den fazla hadis ihtiva etmesine rağmen, hiç bir kitaba müracaat edilmeden yazılmıştır. Yani Risale-i Nur’ların öyle masaya hadis veya tefsir kitapları dizilerek yazılmadığı ortadadır. Müellifi bunu defalarca kendisi de ifade etmiş bulunmaktadır.

Bu yazılan metinler, Meselâ hadis ise, binlerce hadis metni içerisinde yanlış yazılma ihtimali çoktur. Veya tefsir ile ilgili bir fikir beyan ederken, bir âyet hakkında bir şeyler yazarken, hata yapma ihtimali çoktur. Fakat Risale-i Nur’da bir kişinin söylemesi ve diğer bir kişinin yazmasıyla ortaya çıkan hatasız böyle bir özellik bu gibi hadis ve tefsir metinlerinde dahi söz konusu olmamaktadır. Yukarıdan beri giriş şeklinde Risale-i Nur’ların yazılma ve yazdırılma bakımından genel bazı özelliklerini belirttik. Şimdi de aşağıdaki dil ve edebiyat özellikleri belirtebiliriz.

*  *  *

Prof. Dr. Servet ARMAĞAN

 

Faiz-Allah’la Savaş

Ayetler ve ibretler

“Ey iman edenler! Eğer inanmış kimselerseniz, Allah’tan korkun ve faizin geri kalanını terk edin. Bunu yapmazsanız, Allah ve Resülü ile savaş halinde olduğunuzu bilin.” Bakara Sûresi, 2:278-279

KUR’ÂN-I KERİM pek çok âyetinde bizi Allah’ın yasaklarını çiğnemekten sakındırır. Zira Âlemlerin Rabbi tarafından konulmuş bir yasağın şakaya gelir tarafı yoktur. Bilerek ve aldırmaksızın bir İlâhî yasağı çiğneyen, onun bu dünya hayatındaki en büyük felâketlerle kıyaslanamayacak kadar vahim sonuçlarını da göze almalıdır.

Bu âyetler ise, Kur’ân’ın diğer suçlara karşı yönelttiği tehditlerden de büyük bir tehdit içeriyor. Daha doğrusu, akla gelebilecek tehditlerin en büyüğünü içeriyor: Allah ve Resulü ile savaş halinde olmak!

Böylesine vahim bir sonuca sebep teşkil eden şey ise, faizde ısrar etmektir. Âyetin ifadesiyle, “faizin geri kalanını terk etmemek,” yani, faiz yasağı indikten sonra da hâlâ faiz alıp vermeye devam etmektir.

*  *  *

Aslında bu âyetlerde anlatılanlar, bir medeniyet tasviridir. Ve bu medeniyet, toplumsal dayanışma ve yardımlaşma temelleri üzerine kurulmuştur. Orada insanlar birbirinin kardeşidir. Bütün kâinatı dost ve kardeş varlıklarla dolu gösteren iman nuru, insanlar arasındaki ilişkilere de bu hakikati ne parlak bir şekilde yansıtır. Kardeşlik duyguları içindeki insanlardan beklenen şey ise birbirini gözetmek, kendisi kadar kardeşini de düşünmek, kardeşini sıkıntıda gördüğü zaman elinden tutup onu sıkıntısından kurtarmaktır.

Faize gelince:

Öyle bir medeniyetin temeline konabilecek bir dinamit varsa, işte budur. Bu münferit bir olay veya basit bir kural ihlâli değildir. O bir virüstür ki, girdiği yerde bütün insanî değerler tehdit altında demektir. Artık orada kardeşlik, muhabbet, fedakârlık, yardımlaşma, dayanışma gibi şeylerden söz edilmez.

Herkes ve herşey, ekonomik değeri kadar bir anlam taşır. Eğer bir kimse ihtiyaç içine düşmüş de borçlanmışsa, onun bu hali bile, borç veren kimse için bir kazanç vesilesi olur. Kur’an, güçlük içinde olan kimsenin borcunu ertelemeyi emreder, hattâ bütünüyle bağışlamaya teşvik eder.

FAİZCİ anlayış ise, borçlunun o güçlüğünü de ayrıca bir kâr aracına dönüştürür. Bağışlamak, merhamet etmek gibi kavramların ise o lügatte asla yeri yoktur. Özetle: İslâm medeniyetinin yardıma muhtaç bir kardeş gördüğü yerde, faiz uygarlığı yolunacak bir kaz görür. İslâm medeniyeti zenginleri yoksulların yardımına koştururken, faiz uygarlığı yoksulların eliyle zenginleri semirtir.

İşte bu zehirleyici niteliği sebebiyledir ki, faiz, Kur’ân tarafından, “Allah ve Resulü ile savaş halinde olmak” şeklinde tanımlanmıştır. Kim bilerek ve isteyerek bu İlâhî yasağı çiğnemekte ısrar ederse, onun ile Allah ve Resulü arasında bir harp var demektir. Böylesine şiddetli bir tehdit karşısında bir mü’minin ürpermemesi düşünülemez.

Böyle bir tehdidi işittikten sonra mü’minlere düşen şey, bu mücadelede Allah ve Resulünün safında olduğunu bilmektir ki, bu da, bir yandan hayatında faize karşı topyekûn bir savaş açmak, bir yandan da zekât ve sadakayı hayatının temel ilkesi haline getirmek demektir.

FAKAT şunu da unutmamak gerekir ki, bir toplumun bu konuda Kur’ân’ın öğütlerine tam anlamıyla kulak verecek bir seviyeye yükselmesi kolay iş değildir. Söz konusu âyetlerin en son inen âyetler arasında bulunması, bu merhalenin, varılabilecek en üstün uygarlık seviyesi olduğunu göstermektedir. Kur’ân’ın ve Peygamberin terbiyesiyle İslâm toplumunun 23 sene gibi bir zamanda öyle bir seviyeye ulaşmış olması başlı başına bir mucizedir.

Batı toplumlarının bu virüsü tümüyle hayattan çıkarabilecek bir düzeye erişmesi için ise yüzyıllar da yetmiyor.

Ümit Şimşek, /zafer

Risale-i Nurları Nasıl Anlayabilirim; Sadeleştirilemez mi?

Maalesef dil konusunda yaşanan vahim bozulma önemli bir problem; elli yıl önce yazılmış eserleri anlamakta zorluk çekiliyor. Dedesinin dilini torunu anlamıyor. Çok değerli kitaplarla insanlar arasına duvarlar çekilmiş durumda. Bu Nur Risaleleri için de doğru. Artık günümüz insanı açıp doğrudan muhatap olmakta zorlanıyor. Aceleci veya Üstad’ın deyimi ile seri’üs-seyr olan günümüz insanı, fazla emek harcamadan bu hakikatlere ulaşıvermek istiyor.

Fakat şunu da görmek gerekir ki, günümüz üniversite gençleri bile neredeyse üç yüz – dört yüz kelime ile konuşuyor. Böyle bir dille yüksek hakikatler ve ince meseleler nasıl anlatılır ve nasıl anlaşılır? Kelimeler konuşurken ve düşünürken kullandığımız çok önemli bir vasıtadır.

Konular derinleştikçe ve inceldikçe kelimelerde ki farklılıklar dediğimiz “nüans” lar son derece önemli hale gelmektedir. Ayrıca terim haline gelmiş kelimelerin daha sade bir anlatımı diye bir şey söz konusu olamaz.

Risalelerdeki kelimeler son derece özenle seçilmiş kelimeler ve asırlık İslamî kültürle yoğrulmuş ve terimleşmiş kelimelerdir. Bunu daha basit anlatacağım diye bu tür kelimeleri değiştirmek, bırakın anlaşılmasını kolaylaştırmak, daha da zorlaştıracaktır. Böyle terim anlamı olmayan kelimeler belki sadeleştirilebilir ama, bunların sayısı da çok değil. Üstelik ben Bediüzzaman’la arama bir tercüman sokmak istemem.

Risale-i Nurlar gazete değil ve gazete gibi okunamaz. Üç – beş ay lügat yardımı ile okunduktan sonra, rahatlıkla yeterli seviye de anlayış kolaylığı sağlanır. İnsan basit bir ayakkabı tamircisi olmak için bile yıllarını veriyor. Kur’an’ın asrımıza bakan bir tefsiri olan Risale-i Nurları anlamak içinde bir kaç ay lügatla çalışmak çok olmasa gerek. Üstelik bu çalışma sonucu ecdadın yazdığı birbirinden kıymetli dinî ve edebî eserlerle aramızdaki duvarlar kalkmış olacak.

Seviyemizi yükselteceğiz ve daha rahat anlama ve anlatma kabiliyetine kavuşacağız. Yani Risaleleri kendi seviyemize indirmek değil, Risalelerin seviyesine çıkmaya çalışmak lazım.

Yine de “Ne var ne yok bir anlayayım, gerekirse okurum.” diyenler bu konuda yapılmış sadeleştirme çalışmaları var, onlara ulaşılabilir. Bizim kanaatımız, Risalelerdeki Kur’an ve iman hakikatlarını muhtaçlara ulaştırmak için yapılacak çalışma, sadeleştirme değil, o hakikatları alıp günümüz Türkçesi ve üslubu ile anlatan eserler hazırlamaktır. Tabii bu eserlerin Risalelerden kaynaklansa bile Risale olmadıklarını bilmek şarttır. Bu konuda da çalışma yapan değerli insanlar var.

www.SorularlaRisale.com

İslam ve insan

Herkesin bildiği bir hadis: “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar. Sonra ebeveyni onu Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir.” (Buhari, Cenaiz, 92)

Hadis bize şunu ilam etmektedir: Başka dinler sonradan edinilirler, birer manevi/kutsal kimlik olarak benimsenirler veya insanlar anne-babaları tarafından bir dine mensup kılınırlar. Buradaki “ebeveyn”i biraz daha genişletip sosyalleşmeyi sağlayan, yakın çevre, sokak, okul, meslek ve toplumsal hayat şeklinde düşünebiliriz. Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecusilik (ve elbette diğer dinler Budizm, Taoizm, Shintoizm, Animizm vd.) ile sosyo-politik ve ideolojik sistemler ya bireysel tercih veya belirleyici çevre faktörü tarafından edinilirler.

İslamiyet de tabii ki bu iki yolla edinilir. Kişi akil ve baliğ olduktan sonra başka dinden ise iradi olarak İslamiyet’i seçip ihtida edebilir. Ya da, zaten gözünü Müslüman bir ailede açmışsa, bundan sonraki hayatını da Müslüman olarak sürdürür.

Bu böyle olmakla beraber Müslüman olmanın, diğer dinlerden farklı bir mahiyeti var ki, yukarıdaki hadise göre, “insanın dünyaya gelirken gözünü Müslüman olarak açması”dır. Hangi dini, kültürel, etnik veya bölgesel çevreye mensup olursa olsun, yeryüzünün bütün anneleri çocuklarını Müslüman olarak doğururlar.

Burada anahtar terim durumundaki “fıtrat”ın ne anlama geldiğine bakmak lazım. Fıtrat, Allah’ın insanı üzerinde yarattığı ahlaki düzeneklerin bütünüdür. Yaratılışın İlahi mahiyeti; arı duru tabiat; yüksek ahlaki erdemlerin kendisinde içkin olduğu zemin; temiz, lekesiz, saf yaratılış; kemale ayna olan manevi ve estetik potansiyeller.

Fıtratın karşılığı “din”dir: “Sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır.” (30/Rum, 30) Bu ayette sözü edilen “din”, herhangi bir din değil, “Ed Din (li’ddin)”dir. Yani hem Adem’den Son Peygamber (sas)’e kadar tebliğ edilen bütün vahyleri, sahih dini öğretileri, dini tebliğleri ihtiva eden -Kur’an, kendisinden önceki kitapları tasdik eder, sonradan ve dışarıdan karışmış beşeri-yabancı unsurları ayıklar ve tamamlar- hem de insanın temiz fıtratına karşılık olan din. Ed Din olan İslamiyet, aynı zamanda insanların üzerinde yaratılmış bulunduğu fıtrattır, fıtri düzen ve ahlaki yoldur.

Pekiyi, “önce insan mıyız?”, yoksa “önce Müslüman mıyız?” Kesin olan şu ki, diğer dinler ve doktrinler söz konusu olduğunda “önce insanız”. Ama Müslümanlık söz konusu olduğunda öncesi ve sonrasıyla “Müslüman insanız”! Çünkü beşeriyet olarak hepimiz “İslam fıtratı üzere”, yani Müslüman olarak doğarız. Bu ergenlik çağına kadar sürer, bu yüzden bütün çocuklar masumdur, temizdir ve insanlığın ilk saflık hallerini temsil ederler.

Buradan baktığımızda, “insani değerler”le “İslami değerler” arasında bir problem gözüküyor. “İnsani değerler” her zaman ve her beşeri durumda “iyi, doğru ve güzel” değildir. Eğer salt insana ilişkin tutum ve davranışların yönlendirici ilkesi manasında değeri ele alırsak, katil, hırsız ve zorbaların da tutum ve davranışları “insani değerler”dir. İyi insan olduğu gibi kötü insan da vardır. Ama İslami değerlerin tümü iyi, güzel, doğru ve hayırlıdır, çünkü değerlerin kaynağı Allah’ın vahyleridir. Bizim fıtratımız icabı öne çıkardığımız değerler, yine din’den/fıtrattan neş’et eden değerlerdir. Zaten İslam, “iyi insan (insan-ı kamil)” olmanın yolu ve öğretisidir. İslam’ın yöneldiği yegane hedef, insanı yüksek ahlaki formlara sahip varlık haline getirmek, “güzel ahlakı tamamlamak”tır.

Özetle, iyi dediğimiz “insani veya evrensel değerler” eğer gerçekten “iyi” iseler, İslam’a aittirler. Bunların sahiden “iyi değerler” olup olmadıklarını test etmemizin yolu onları Kur’an ve Sünnet’le kritik etmekten geçer. Zulüm, sömürü ve haksızlıkların sürdüğü bir dünyada, insanı yüksek ahlaki, hayat, özgürlük ve adalete çağırdığımızda, aslında onu kendi fıtratına, temiz özüne çağırıyoruz demektir. İslam’ın çağrısına cevap verenler, kendi temiz fıtratlarına dönmüş oluyorlar.

Ali Bulaç / Zaman