SaidNur tarafından yazılmış tüm yazılar

Mısır, Kahire’den Hatice En-Nebravi’nin Üstad’a Hitaben Yazdığı Mektup

    Sevgili efendim;

    Seni mü’min bir topluluğun diyârına hediye olarak sunan Allah’ın rahmeti, bereketi, en temiz ve en mübarek selâmı üzerine olsun. Senin muhabbetinle çarpan, sana olan vefâ hislerimin gayretiyle yanıp tutuşan kalbimin, tâ derinliklerinden seslenmekteyim. Ki, sen o kalbin Allah’ı nasıl bir sadakatle sevdiğini, kendisini hak nurlarının tecelli ettiği parlak bir âyine haline nasıl getirdiğini daha iyi bilirsin. Öyle ki, artık bu kalp o nurlarla çarpıp durmaktadır. Seyyid-i Ebrâr olan Mustafa-i Muhtâr’a, Onun tertemiz Âline, Sahâbe-i Kirâmına ve diğer bütün büyük zâtlara muhabbet ve vefâ duygusuyla ma’mur olmuştur. Onun yolunu yol edinmiş, onun hidâyet çizgisini tâkip etmiş ve inşâallah hep tâkip edecektir.

    Sen, ey efendim, Allah’ın fazl u ikrâmı olarak Resûl-ü Ekrem’in yolundan ayrılmayan, adımlarını hep sağlam esâslar üzere atan âlem şahsiyetlerden birisin. Bizler için en güzel üstâd, en güzel muallim, en güzel ve sâlih bir önder oldun. Peşinden gelenleri muhabbet ve îmân kaynağına ulaştıran en mükemmel imâm oldun. İşte bu yüzdendir ki, biz seni bütün kalbimizle sevdik. Sana sımsıkı bağlandık. Çünkü; Allah bizimle seni en sağlam, en derin ve en devamlı bağlarla bağladı. Çünkü bunlar, muhabbet bağlarıydı. Bizler üzerimize düşeni hakkıyla yerine getirsek de, senin hakkını asla ödeyemeyiz. Yapabileceğimiz tek şey, seni en güzel ve en hayırlı bir şekilde mükâfatlandırması için dâima Allah’a duâ etmektir. Zirâ, Allah’ın her şeye gücü yeter ve gayretlerin karşılığını en iyi veren de O’dur.

    Efendim;

    Bu mektubu, sana İstanbul’da, gayet ihlâslı talebelerinin gayretleriyle düzenlenen sempozyumdan döndükten sonra yazıyorum. Türkiye seyâhatim esnâsında yaşadıklarımı mütevâzi kalemim anlatmaktan âcizdir. Çünkü gördüklerim, kalbimin en derin köşelerinde mâ’kes buldu. İlâhî muhabbeti en hârika bir surette, orada müşâhede ettim. Vefâ ve ihlası en asîl mâ nâ larıyla orada anladım. Toplum içinde nefsin fenâ bulmasını, insanlar arasındaki ruhî bütünlüğü orada gördüm. Tıpkı denizin dalgaları gibi coşan, başlangıcı ve sonu olmayan, sana âşık kalplerinden taşarak bir umman hâline gelen bu nur halkalarını kalemimle nasıl anlatabilirim, ey İmâm-ı Celîl? Ne kadar anlatmak istesem de kalemim âciz kalıp duruyor. Dilim ifâde etmekte zorlanıyor.

    Efendim;

    Şu kısa aklımla, o sevgili beldeni ziyâretim esnâsında sana olan şevk ve düşkünlüğümün biraz dineceğini veya sizin hakkınızdaki rûhî bilgilerimin artacağını zannetmekteydim. Ziyâretimden döndükten sonra, senin büyüklüğünü yeterince bilme konusunda cehâletimin daha da arttığını gördüm. Çünkü, hemen her mekânda gördüğüm o göz kamaştırıcı nurlar, benim şaşkınlığımı daha da artırdı. Aynı zamanda, kalbimin bu nurlara ne kadar çok hasret kaldığını da anladım. Çünkü kalbim, alabildiği kadar o nurları toplama, gücü yettiği kadar feyzini artırma gayretindeydi. Bu kalb, muhabbet nurlarıyla doldu. Tâ ki sonunda o nurlar, bütün benliğimi tamamen kapladı. O kısa zaman diliminde, kendimi rahmet feyizlerine kaptırmış vaziyetteydim. Âdeta zaman ve mekândan sıyrılmıştım.

    Gerçekten o anlar, benim için benzersiz anlardı. Belki bir asra bedeldi. İnsan ruhunun ancak uzun ömürler yaşayarak tadabileceği manevi hazlarla doluydu. Bu hazların ne hadd u hesabı, ne de sınırı vardı. O anda kendi kendime dedim ki: O kısacık zamanda alabildiğim mânevî nurlar böyleyse, Enbiyâ ve Resûllerin, Melâike-i Mukarrabînin ulaştığı nurlar nicedir? Âlemlerin Rabbi olan Allâh’ın nûru nasıldır?

    İşte böyle ey İmâm-ı Celîl; kendi nefsimi bir yandan böyle bir heyecan, bir yandan da geçen ömrümü hebâ etmişliğin hüsrânı içinde buldum.

    “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn!.”..

    Allah’tan uzaklaştığım ölçüde nefsime zulmettim… Allah’ın rızâsı dışında atmış olduğum her adım için nefsime zulmettim… Nefsimin bitmek tükenmek bilmeyen istekleri ve heveslerini gerçekleştirdiğim ölçüde nefsime zulmettim…

    Şimdi ey efendim; Aslâ geri dönmeksizin ben bu nefsime harp ilân ediyorum. Çünkü o, benim nur sefînesine zamanında kavuşmamı engellediği için, düşmanlarımın en büyüğüdür. En sonunda senin Nur Risâlelerinin nuruyla basîretim aralandı. O eserlerini senin vefâlı ahbâbının kalplerinde gayet diri bir vaziyette gördüm. Ama, nefsimin karanlıkları arasında o nur perdelerini aralamaktan hâlâ âcizim. Rahmet nurları ile insan nefsinin karanlıkları birbirinden ne kadar ve ne kadar uzak değil mi?

    Sevgili efendim;

    Eğer benden Türkiye yolculuğum ve burada katıldığım nûrânî sempozyumun neticelerini gayet kapsamlı bir ifâde ile vasfetmem istenseydi, ben hâl ve kàl lisâniyle şöyle derdim; “Yakîn Yolculuğu”…

    Bu kısa ifadeyi biraz açmam gerekirse:

  •     Kur’ân-ı Kerim ve Resûl-ü Habîb’in sözlerindeki azameti yakîn bir bilgiyle bu yolculukta öğrendim. Rabbimin kelimelerini eğer denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsalardı dahi yazmaktan nasıl aciz kalacakları; Resûlüllâh’a (s.a.v.) cevâmiü’1-kelîm (kısa ifâdelerle çok derin mânâlar ifâde edebilme) özelliğinin nasıl verildiğini gerçek mânâda öğrendim.

 

  •     Bu yakînin derinliklerinden çıkan mânâ şuydu: Kur’ân hakikatlerinin mükemmel bir yorumu olan Risâle-i Nur üzerinde araştırmalar yapan zâtların alanları farklı, bilim dalları farklıydı. Bununla birlikte Risâle-i Nur, henüz temas edilmemiş, henüz keşfedilmemiş bir kaynaktı. Sayısız Kur’ân hakikatlerini elde edebilmek ve öğrenebilmek iştiyâkında olan talebelere ve araştırmacılara yol göstermek, rehberlik yapmak için beklemekteydi. Öyle Kur’ân hakikatleri ki, ilimler ilerlese de, asırlar geçse de kendisini bütün insanlığa ilân ederek göstermekteydi. Yeter ki insanlık, ondaki mu’cizelikleri, incelikleri, zenginliği ve hikmetleri araştırsın.

 

  •     Yakînen gördüm ki üstâdım; sen gayb perdelerinin ardından, gelmektesin. Senin talebelerini, Allâh-u Teâlâ tâ ezelden seçmiş. Çünkü senin ilim mihrâbına giren her bir taleben, gerçekte, kaderde belirlenmiş randevusuna icâbet etmektedir. Böylelikle talebelerinin seninle olan bağlantısı, seni takdir ederek etrafında halkalanmaları, beşeri müdâhelelerin veya çeşitli propaganda ve gayretlerin tamamen dışındadır. Bilakis bu hâl, Hakîm ve Habîr (her şeyi hikmetle yapan ve her şeyden haberdâr olan) bir Zât’ın ta’yininden; bütün denge ve ölçüleri aşan tasarrufundan başkası değildir. Ne mutlu sâna efendim! Ne mutlu bize, Allâh-u Teâlâ senin gibi bir imâm, derin ve kıymetli bilgileri bize öğreten bir muallim, hayatımızdaki karanlıkları parçalayıp aydınlatan, Rabbimizin katına yükselme yolunda bize yardım eden, sohbet-i Nebî şerefine ulaştıran bir örnek nasib etmiş!

 

  •    Yakînen anladım ki, sen sıradan bir şahıs değil, bil’akis Rabbânî bir rahmetsin. Allah, seni nice ulvî nurlarla bezedikten sonra bizi nimetlendirmiş. Senin risâlelerin, hareketlerin, tasarrufların, velhasıl bütün özelliklerin sıradan değil. Her bir halinde, hatta talebelerinle yaptığın mulâtefelerinde dahi sıradan bir insan olma özelliği değil, mevhibe-i ledünnî, yani İlâhî bir ihsan olma özelliği bulunmakta. Hiç birisinde ne bir abes, ne de bir tesâdüf yok. O hallerinde hevânın hükmü değil, Rabbânî bir keşfin yönlendirmesi var. Yakîn yolunda emniyetle ilerleyebilmede bizlere bürhân olman için, o özellikleri Allâh sana hîbe etmiş.

 

  •     Ey efendim; senin yaşadığın mekânları gezerken, hayâtın boyunca senin inâyet-i İlâhiye ile korunduğuna olan yakînim daha da ziyâdeleşti. Bunun da temel sebebi, elbette risâlelerini yazman ve böylece Allâh’ın seni yaratmasındaki gayenin gerçekleşmesidir. Allah senin için öyle mekânlar seçmiş ki, her ne açıdan bakılırsa bakılsın ibretlerle dolu. Bir yandan büyüleyici ve tatlı tabiat manzaraları ile eşsiz mekânlarda yaşamışsın. Bir yandan da benzersiz yalnızlıklar, elemler ve acılarla dolu zindanlara atılmışsın. Birbirine zıt her iki halde de îmânî şahsiyetin daha da cilalanmış. İnsanî gayelerin en yücelerinin gerçekleşmesi ve nefsanî afetlerle mücahede etmeyi sağlayan ledünnî ilimlerin hazineleri önünde açılmış.

 

  •     Bir konuda daha yakînim oldu ki; Rabbine ibâdet için mekân edindiğin, yerle göğün sükûnet ve itmi’nân ile omuz omuza verdiği Çam dağının en zirvesindeki şu mübârek ağacın yanında, ey efendim, senin pâk ruhundan gelen esintiler hâlâ devam etmekte. Geçen zaman boyunca ziyâret eden nice nesillere konuşmakta, nice yüksek mânâları anlatmakta, azamet-i Deyyân’ı dile getirmekte, kâinattaki nice sırları hâlâ nakış nakış kalplerimize işlemekte…

    Senin ruhunun bu konuşmaları bana sınırsız bir yakîn ile şu gerçeği gösterdi ki; Ruh ölümsüzdür ve hakikaten Rabbimin emirlerindendir. Yoksa bu hâli aklımızla nasıl tefsir edebilirdik? Bir insan ki, onlarca sene evvel âlem-i bekâya göçmesine rağmen hâlen ruhu bizimle birliktedir. Bütün bu mânâları bize anlatmakta, muhabbet ve vefâ mânâlarıyla oradaki her mekânda bizi karşılamakta, îmânın en zirve noktalarını bize öğretmektedir. Her ne kadar şu fâni dünyadan çok zaman önce göç etmiş olsa da, Nur Risâlelerinde söylediği her sözünü, her cümlesini kalbimizin tâ derinliklerine yerleştirmektedir.

    Hakikaten ey efendim, senin eşsiz ruhunun dile gelmesi yoluyla çok ama çok miktarda bilgi edindiğimiz bu hitâp bir ömre bedeldir. O seslenişten kaynaklanan nurlar bütün benliğimize işlemiş, bütün her yanımızı göz kamaştırıcı ışıltılarla aydınlatmıştır. Bu hâlet bizlere Rabbimizin azametini yakîn olarak bilmemizi sağlamış, bizleri ulvî ufuklarda dolaştırmıştır. Böylesi mübârek bir sohbetle, böylesi yüce feyizlerle ve böylesi Rabbânî esintilerle bizi nimetlendirdiği için Allâh’a şükür secdesine kapanmaktayız.

  •     Bu yüksek dağda (Çam Dağı) üzerimize doğan yakîn nurlarını hayatım boyunca asla unutmayacağım, ey efendim. Özellikle bana hatırlattığı şu fikirler ve hâtıraları: Senin ibâdet ve tefekkür kasdıyla zirvesine çıktığın bu dağda da ne bir abesiyet, ne de bir tesâdüf yoktur. Bil’akis Cenâb-ı Hakîm ve Habîr’in özellikle belirlemesi söz konusudur. Tıpkı Habibi Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) Mekke’deki Sevr Dağını seçmesi gibi… Tıpkı Musâ’ya (a.s.) Tûr Dağını seçmesi gibi… Tıpkı bizler için Hacc’ın en önemli şartı olarak Arafât Dağını seçmesi gibi…

    Hangi sırdandır ki, Allah-u Teâlâ bu dağları yeryüzüne birer direk, bulutların gelip geçecekleri birer geçit, rızıklar için birer anbar eylemiştir?.. Resûlleri ve evliyâsı için birer ma’bed kılmıştır?.. Esmâ-i Hüsnâsının en görkemli ve şa’şaalı birer tecelligâhı yapmıştır?..

    İşte bu sorulara cevap ararken, en sonunda bu meseleleri gerçek mânâda anlamakta ne kadar âciz kaldığımızı, bize verilen ilimle bu hakikatlerin çok az bir kısmını anlayabileceğimizi yakînen gördüm.

        Saygıdeğer Üstadım;

    Bütün bunları gördükten, sonra kalbim gayet mutmain olarak gördüm ki, Allah’ın va’di haktır. Bu yakinin tahkikine dâir en parıltılı alâmet ise, sana âşık ihlaslı talebelerindir. Buradan da anladım ki, Allah insanların kalblerini muhabbet nurundan oluşan bağlarla bağladığı zaman, Allah’ın inâyeti ve fazlıyla bu bağlar kudsî bir hüviyet kazanır. Ve asla düşmanları tarafından parçalanamaz bir hal alır. İşte bu tabloyu görünce, göğsüme bir rahatlama geldi; kalbimde sebat ve yakin hâsıl oldu.

        Sevgili Üstâdım;

    İstanbul’daki sempozyum boyunca yaşadığım bu duyguları ve edindiğim izlenimleri asla unutmayacağım. Kendimi senin de aramızda bulunduğun muhteşem bir törende hissettim. Bizi sen dâvet etmiş, her bir misafiri sen karşılamış, kendini onun ruhuna tanıtmış gibiydin.

    Aynı şekilde, ey efendim, oradaki Allah’a, Resûlüne ve Said Nursî’ye âşık kalpleri asla unutmayacağım. Öyle ki bu aşk, onların yüzlerinde bir nur, sürûr ve sabır şeklinde aksetmekteydi. Bu kalplerdeki muhabbet her tarafımızı sarmış gibiydi. Bütün dünyayı âdeta mânevî küçük bir Cennet gibi görür haldeydik. Tıpkı Cennetlikleri tasvir eden “İhvânen alâ sürurin mütekâbilîn” “Karşı karşıya kurulmuş Cennet iskemlelerinde oturan kardeşler” âyetinde olduğu gibi. Kendi kendime dedim ki: Keşke benim milletim de bunu bilseydi. İnsanlar arasında îmân, sevgi ve hoşgörü hâkim olduğunda, daha dünyadayken yeryüzü bir Cennet olmaz mıydı? Ancak bu şekilde beşeriyyetin bütün emniyet ve barış hayalleri gerçekleşme imkânı bulmaz mıydı?.

    Orada yaşadığım mübarek îmân sohbeti sayesinde tattığım saâdeti artıran bir diğer husus da, Allah’ın ve Resûlünün şu vaadine olan yakînimdir: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” İşte bu gerçekten hareketle kendimi gayet ulvî ve nûrânî bir halkanın içinde hissetmekteyim. Allâh-u Teâlâ’dan duam odur ki, bu nûrânî halkaya ebedi Cennet hayatında da bizi dâhil eylesin.

    Sonuç olarak, îmân ve İslâm nimetiyle bizi nimetlendirdiği için AIlah’a sonsuz hamd ü senâ eyleriz. İmân menbaından ve İslâm nurundan fışkıran îmân kardeşliğini, bize nasip ettiği için O’na şükrederiz. Dâr-ı âhirette ebedî nimetlerle bizleri nimetlendirmesini dileriz.

        Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû.

Nur Talebesi Hatice en-Nebrâvî

Kahire-MISIR

———————————

 Not: Isparta, Barla ve Çamdağı’nda ziyaretlerinde, beraberlerinde olan ağabeylere dualar temenni eden bu mektubdaki bazı kısımlar, hususiyet arzettiğinden neşredilmedi.

Severseniz, uzmanı olursunuz!

Risale-i Nur’larda dikkatimi çeken bir husus var ; Risale-i Nur, her zaman her yerde kapısını herkese açmıyor. Bir hocamız, Arapçayı, Farsçayı biliyor, dolayısıyla Osmanlıca onun için çok basitti. Risale-i Nur’ların yüzde altmışı Arapça ve Farsçadır.

Benim gibi kimseler, onu anlamak için kendisini yetiştirmek zorunda kalmıştı, öte yanda gerçekten hoca olan bir kimse Risale-i Nur’u okuyor, ama ‘anlamadım’ diyor, kitabı bize uzatıyor. Her kelimeyi anlıyor fakat dersin topladığı manayı, o toplayamıyor.

O zaman anlıyorum ki o şahıs, Risale-i Nur’lara tenkit yönünden yaklaşmış ve kapılar yüzüne kapanmış.

Risale-i Nur’u anlamıyor muyuz, anlamak mı istemiyoruz? Belki anlamak istemiyoruz… Halbuki derslerde yedi yaşından yetmiş yaşına kadar pek çok kimse bulunuyor, memnun kalıyor ki devamlı geliyor. On yaşındaki bir çocuk ya da kelimeleri tam anlayamayan bir genç “Ben bu dersten bir şey anlamadım” derken, hemen ilâve ediyor: “Ama hoşuma gitti, yine geleceğim.” Demek ki bu derin ruh, çocuğun ruhuyla bütünleşmiş. Zaten asıl olan da budur. Ruh, Allah’ın hayat sıfatından olduğundan, çok geniş bir sahayı içine alır.

Bir insanın her şeyi anlaması mümkün olmayabilir. Anlamadığı halde Risale-i Nur’a taraftar olsa, o kitabın, o âlimin atmosferine girmiş olur. Hangi ilim olursa olsun, bir ilim kime kapılarını açmışsa o insan o ilimde ileri gider. Şimdi bilim diyorlar. Her bilimde bir uzman varken, bir insan canının istediği bilimde uzman olamıyor. İsterseniz deneyin. Fizikte, divan edebiyatında, uzman olabilecek kaç kişi gösterebiliriz? Fakat bir sır var; SEVERSENİZ UZMANI OLURSUNUZ!

Bunu ben kendi hayatımda çok denemişimdir. Sevdiğim bilim, beni sevdi. Diğerlerinden sanki uzaklaştım.

Risale-i Nur’lar çok önemli kitaplardır. Anlamak için uğraşmak lazım, uğraşmak için sevmek lazım. Ne söylenmişse ispatlayan, kara noktaları tek tek aydınlatan, günümüzün sorularına cevap veren bir ilim hazinesidir O…

Risale-i Nur’da iman, beyinden geçip kalbe gider. Akılla vahyi bütünleştiren Risale-i Nur’da herkesin sorusuna cevap vardır.

Risale-i Nur anlatılamaz, anlaşılır, yaşanır. İnsan her bildiğini anlatamıyor, kelimeler yetmiyor. Bazen söz, onlara ulaşamaz.

Risale-i Nur’lar, hapishanedeki mahkumların içtiği sigara paketlerine yazıldı. Üstad hiç uyumaz, ağaçların üstünde oturur, talebelerine yazdırdığı yazıları tekrar tekrar okur, düzeltirdi. Üstad’ın okumadığı hiçbir Risale yayınlanmadı. Hepsini kelime kelime okumuş ve bu yazılanları bizzat yaşamıştır.

Ben Risale-i Nur’dan ayrılmadım. Ömrümün kalan kısmını, Risale-i Nur’u anlamaya çalışarak geçirmeyi Allah’tan istiyorum…

Hekimoğlu İsmail – Zaman

Uzaktan Kumandaya Yakından Kumanda Etmenin 15 Yolu

Bu ülkede çocukların en çok nerede, ne tarafından kötüye kullanıldığı sorusu sorulsa, kimsenin tahmin edemeyeceği bir cevap çıkar ortaya: Televizyon. Evet, televizyon.

Çocuklar, en çok karşısında durdukları, sesini, rengini hayatlarının ilk yıllarından itibaren yanlarında hissettikleri televizyon görüntüleri sayesinde suistimale uğruyorlar. Bu suistimalin de en çarpıcı yanı, çocukların kendi evlerinde, kendi ana-babalarının gözü önünde, hatta bizzat onlar tarafından icra ediliyor olmasıdır.

Çarpıcı bir gerçek: Sekiz yaşın altındaki çocuklar gerçek ile kurguyu birbirinden ayıramıyorlar! Ve her gün televizyon karşısında kendilerince “gerçek şiddet”i, “gerçek cinselliği” seyrediyorlar ve öğreniyorlar. Şüphesiz bu korkunç cümleler televizyonun hepten kötü olduğu, kökünün kazınması gerektiği gibi bir sonuca gitmeyecek.

Sorunumuz ölçüsüzlük! Çözümümüz de ölçü! Buyurun ölçüsüzce tükettiğimiz ve acımasızca tükendiğimiz TV karşısında, hiç olmazsa çocuklarımız adına, neler yapabileceğimize birlikte karar verelim.

İlk tavsiyemiz yasaklamak değil elbette!

Böyle bir tavsiye geçerli olsaydı, sorunu hemen çözmüş olurduk ve diğer tavsiyelere gerek kalmazdı. Öncelikle televizyon konusunda, çocuğu doğrudan karşınıza almayın. “Bir yasak meyve” sendromu oluşturmayın. Televizyonun çocuğun dünyasında çok cezbedici bir eğlence olduğu gerçeğini görün ve kabul edin. Özellikle yasaklamanız bu cazibeyi daha da artıracaktır, unutmayın.

Kendinize bir bakın.. Televizyon sizin dünyanızda nerede?

Tahmin edeceğim gibi, televizyon evinizin en çok kullandığınız, aile bireyleri olarak en sık bir arada olduğunuz odada olmalı. Eğer bu tahminim doğruysa, televizyonun odanın içindeki konumunu da tahmin edebilirim: odanın en merkezi yerinde! Bütün koltukların yüzünün döndüğü yönde! Sizin için bu kadar önemli ve merkezi bir konumda olan televizyonu çocuğunuzun bir kenara atmasını nasıl bekleyebilirsiniz? Unutmayın ki, çocuğunuz televizyonun içindekileri olduğu kadar, hatta daha da fazlası, sizin televizyona dışarıdan atfettiğiniz önemi de algılar.

Evin en merkezi odasının en hakim konumundaki televizyonun çocuğunuza söylediği şey şudur: Televizyon vazgeçilmezdir! O halde televizyonu hayatınızın kenarına bir yere çekmeye ne dersiniz.

Siz televizyonu merkezi konumundan edebilirseniz, şimdi çocuğunuza televizyonu seyretme konusunda bir ölçü teklif edebilir konuma gelmişsiniz demektir.

Çocuğunuza bir “televizyon bütçesi” önerin; bir günde kaç saat, bir haftada kaç gün televizyon seyredebileceği konusunda ortak bir anlaşma yapın, tabii seyrettiklerinin içeriğini onaylamak kaydıyla. Günde bir ya da iki saat televizyon seyretmesi çocuğunuz için uygun olabilir; ancak siz bunu aklınızda tutarak esnek olmaya çalışın!

Televizyonu kapatmayı öğretin.

Televizyonu neden kapattığınızı ve neden her programı seyretmediğinizi ve seyretmesini istemediğinizi açıklayın. Gerekirse tartışın. Çocukları baştan kendi yanınıza alın. Bu konuda belirleyici ve zorlayıcı olmak yerine, liderlik rolünü üstlenin.

Çocuğunuz yatak odasına televizyon koymayın, koymuşsanız da alın.

Böylesi “özel seyretme alanları” televizyon ya da video oyunu seyretme ihtimalini iki kat artırır. Televizyonu ev için gizli olarak seyredilebilecek bir yerde değil, ancak ortak seyredilebilecek bir yerde tutun ama merkezî konumda tutmadan.

Çocuklara ödül olarak ya da ayrıcalık olarak TV seyretmeyi vaadetmeyin.

Daha ilginç ödüller bulabilirsiniz. En iyi ödül, ona yakınlık göstermenizdir ya da onunla birlikte geçirebileceğiniz bir meşguliyet önermenizdir.

Çocuklarınıza TV seyretme zamanı kazandıracak fırsatlar da tanıyabilirsiniz. Kendilerinin bir seçimde bulunmalarını sağlayarak, ödevini erken -ve doğru!- bitirmesi halinde artan vaktini TV’ye ayırabileceğini söyleyebilirsiniz. Böylece kendisine bir seçim imkanı sağlamış olursunuz; yasaklamayı hissettirmemiş olursunuz.

TV seyretmekten vazgeçtiği zaman ya da TV seyretmek yerine daha yapıcı bir işe yöneldiği zaman, onlara iltifatta bulunun. Çocuğunuzu televizyondan uzaklaştırmanın yolu, her zaman yapılageldiği gibi, televizyon seyrederken otoriter uyarılarda bulunmak değil, televizyon seyretmediği zamanlar iltifatlarda bulunarak ödüllendirmektir.

“Televizyonu kapatıp ödevine başlaman beni çok mutlu etti!” gibi bir cümle, “Ödevini yapmadığın halde niye televizyon seyrediyorsun!” gibi cümlelerden daha etkileyici ve yapıcıdır.

Daha iyi bir rol modeli olun.

Anne-baba olarak televizyon seyretmek yerine, okumak, bir hobi ile uğraşmak veya kendi aranızda sohbet etmek gibi aktiviteler yapın.

Çocuğunuzla birlikte televizyon seyredin.

Bu sayede neyi seyredeceklerine karar verirsiniz. Ayrıca, reklamlar gibi çocuğu tüketime yöneltici yayınların içeriğini de beraberce tartışabilirsiniz. Onların şiddet ya da cinsellik gibi yayınların etkilerine doğrudan maruz kalmasını beklemek yerine, önceden hareket ederek, meselâ bir tabancayla vurulmanın ne demek olduğunu, vurulan insanın ailesinin neler hissedebileceğini, öpüşme gibi sahnelerin neyi ima ettiğini anlatabilirsiniz. Onları ölçülü olarak olan bitenle yüzleştirebilir ve böylece bir tür bağışıklık sağlayabilirsiniz.

Televizyon duvar kâğıdı değildir.

Televizyonun sürekli açık olduğu evler hiç de az değildir. Televizyonun kapatılabileceğini, sürekli olarak açık kalması gerekmediğini böylece öğretebilirsiniz. Ekrandaki bir şeyin sürekliliği sizin ve çocuğunuzun onu sürekli seyretmesini gerektirmez. Bırakın dizilerin arkası gelmeyiversin! Can sıkıcı ve seviyesiz tartışmacıları tek bir parmak hareketi ile susturmanın, evinizden kovmanın keyfini sürün. Bunu çocuğunuza da öğretin! Unutmayın, habire bakıp durduğunuz cam yüzey hiç de masum değildir, çocuklarınıza sürekli bir şeyler telkin eder, öğretir!

Eğitim programlarını tercih dedin.

Televizyonların “prime-time” dedikleri saatler eğlenceye ayrılmıştır. Neden illa prime-time’da televizyon seyredesiniz ki! Kendinize ve çocuğunuza özel seyir saatleri oluşturun, hem daha az reklam seyretmiş olursunuz, hem de kimsenin prime-time’a koyma cesareti göstermediği kaliteli ve yapıcı programları seyredin. Videonuz varsa kaydedin; kendi prime-time’ınızı oluşturun, sonra seyredin.

Çocuklarınızı komşu çocukları ile okul arkadaşları ya da arkadaşlarınızın çocukları ile sık sık bir araya getirin.

Komşuluğun yozlaştığı, dostluğun köreldiği bir zamanda onlara komşuluk, dostluk ve arkadaşlık adına güzel şeyler yapabileceklerini, yaptıklarını beğendiklerini onlara hissettirin. Televizyon dışında gözle görülür, elle dokunulur başka eğlence türlerinin olduğunu da hatırlatın onlara ve kendinize!

Çocuğunuzun TV programcısı siz olun.

Onunla çok sevdiği bir programın benzerini yapmaya çalışın. Sunuculuk yapın ya da çocuğunuzun sunucu olmasına izin verin.
Evdekilerden kendinize seyirci bulun. Bunun belki daha sahici, belki daha başarılı ve kesinlikle reklamsız program olduğunu görebilir ve sevebilirler. Bunu yaparken TV’ye rakip olmaya kalkmayın, alternatif olmayı deneyin.

Televizyonu bir “çocuk bakıcısı” gibi kullanmayın.

Yapabileceğiniz en kötü şey budur! Ayak altından uzak olsun, sesi çıkmasın, ağlamasın diye çocuğunuzu televizyonun karşısına koymayın. Çocuğunuzun televizyon seyretme davranışının da sorumlusu sizsiniz! Bununla birlikte, zaman zaman bazı rutin meşguliyetlerinizi çocuğun televizyon seyretme saatlerine denk getirebilirsiniz.

Senai Demirci