sonyildiz1876 tarafından yazılmış tüm yazılar

Üç Tür İdareci Tipi ve Kabul Dili

Yap-Boz deneme tahtasına dönen Milli Eğitim camiasında, eskiden torpil ve Dayının gücüyle yapılan yönetici atamaları, şimdilerde kağıt üzerindeki sınavlarla yapılmaya başlandı. Gerçekçi Yöneticilik ve idarecilik kriterlerine bakılmaksızın yapılan bu atamalar neticesinde; ezberi kuvvetli, insanlar arası ilişkileri sağlıklı olmayan, kendilerini bile idare etmekten aciz idareciler türemeye başladı.

Böylelikle bizim payımıza da, bu yazıyı kaleme alarak, böylesi toplumsal bir yarayı analiz etmek ve sorunun asıl kaynağını teşkil eden idareci ve yöneticilerimize tavsiyelerde bulunmak düştü.

……….

Önce iletişim…

Çoğu insanlarda mükemmellik saplantısı vardır. Kendileri mükemmel olmadıkları halde, idarelerindeki ve sorumluluklarındaki insanların her konuda mükemmel olmalarını isterler.

İnsan 100 kapılı bir saraya benzer. 99’u kapalı olsa, bir tanesi açık olsa; o saraya girilemeyeceği söylenemez.

Her insanın onu kazanacak bir tarafı vardır. Yeter ki sağlıklı bir iletişim kursun.

İnsanları sorunların bir parçası olarak görürsek; sorun olur. Çözümün bir parçası olarak düşünürsek sorunların çözümünde o insanları da kendi safımıza almış oluruz.

Bir çocuk ne kadar serseride olsa anne ve baba; çocuklarından sevgi ve şefkatlerini esirgeyemezler.

Bir baba ne kadar haksız da olsa, çocuk babasına karşı saygısızlık yapamaz.

Bütün bu genel geçer kaidelere binaen, İdareci ve Yöneticilerin sahip olması ve uygulamada yaşaması gereken, görevlerinden kaynaklanan bazı vasıfları şöylece özetleyebiliriz:

Öğretmenlerini, evvela birer insan oldukları için olduğu gibi kabul etmek.

Raiyetinde(emri altında), muhalifiyle taraftarıyla bütün personelini kucaklamak zorundadır. Onları riayetinden hariç göremez onları dışlayamaz.

Emri altındaki personellerine, bilerek veya bilmeyerek yaptıkları hatalarından dolayı kin ve nefret beslemek suretiyle dışlayıp cezalandırarak, sevgi ve şefkatini esirgeyemez.

Öğüt vermek, çözüm ve öneri getirmek.

Nasıl yapacağını göstermek, her fırsatta mantıklı düşünceler önermek.

Sorunları gerçekçi yaklaşımlarla Yorumlamak, analiz etmek ve teşhis koymak.

Güven vermek, ümitlendirmek ve cesaretlendirmek.

……….

Kabul dili ve üç tür idareci…

Yapılan araştırmalar, edindiğimiz tecrübeler ve yaptığımız gözlemler neticesinde eğitime bakış açıları, insani ilişkileri ve yöneticilik uygulamalarına göre üç tür idareci tipi vardır.

1.Kazananlar(..!)

Bu gruptaki idareciler; sorumluluklarındaki insanlar üzerinde güç ve otoritelerini kullanarak her konuda haklı olduklarını savunurlar.

Kurallar ve sınırlar koymaya, kısıtlamaya, emir vermeye alışıktırlar. İdarelerindeki insanlarında bunlara uymak zorunda olduklarına inanırlar.

Uymadıklarında ise; sevgi ve şefkatlerini esirgeyerek, baskı yaparak, haklarını kısıtlayarak, ceza vererek onları hizaya getirmeye çalışırlar.

Aralarında bir anlaşmazlık ve çatışma çıktığında ise daima kazanan taraf kendileri olacak şekilde çözüm üretirler.

Tutum ve davranışlarını savunurken şöyle derler; “Eğitim sisteminin bozuk işlemesinin ve çocukların bu kadar kötü hale gelmesinin tek sebebi öğretmenlerdir.”

Eğitim-öğretim faaliyetlerini idare ederken suçlayıcı ve korkutucu bir yaklaşım içindedirler. “Derse geç gelirsen, sarı zarfı alırsın.”

Böylesine korkuya ve olumsuz bakışa dayalı bir eğitim öğretim ortamında, öğretmenlerin ve de dolayısıyla öğrencilerin korkak, endişeli ve kendilerine güvensiz olmaları gayet normaldir.

2.Kaybedenler

Bu gruptaki idareciler, öğretmenlerin her istediğini yerine getirir.

Gereğinden fazla özgürlük vardır. Sınır ve kural koymaktan kaçınırlar.

Bunu yaparken de baskıcı ve otoriter eğitimin ruh sağlığına aykırı olduğunu düşünerek, sorumsuz, sorumluluktan kaçan bir idareci portresi çizer ve dengeyi kaybederler.

3.Arada Kalanlar

Bu gruptaki idareciler “otoriterlik” ve “serbestlik” yöntemlerinden hangisini uygulayacaklarına karar veremez, duruma göre sert veya yumuşak davranışlar arasında gidip gelerek; insanlara güven vermemekle birlikte, her an ne yapacağı belli olmayan, dengesiz bir idareci portresi çizerler.

***

Yukarıda bahsettiğimiz bu üç tür eğitim yaklaşımında da; idareciler, sorumluluklarındaki insanları eğitirken, iletişim kurarken; hatalı tutum ve davranış sergiledikleri için, niyet ve beklentilerinin tam tersi sonuç almaktadırlar ve almaya devam edeceklerdir.

Kabul Dili

Etkili ve yararlı bir eğitim ortamının oluşturulması, sağlıklı bir iletişim zeminin meydana getirilmesi için; sahip olunması gereken en önemli becerilerden biri “Kabul Dili”dir.

Personelimizi olduğu gibi kabul etmek, bize bir şey anlattığı sırada akıl vermeden, yargılamadan, eleştirmeden, dikkatlice dinlemek ve onu dinlediğimizi söz ve davranışlarımızla geri dönütler vermek suretiyle belli etmek; personel ile olan ilişkilerimizin olumlu bir sürece girmesi açısından önem kabul dilini kullanmakla mümkündür.

İnsanların olduğu gibi kabul edilmesi çok önemlidir. Her hangi bir ilişkide kabul edilen Personel; kişiliğini ve kabiliyetlerini olumlu yönde geliştirme fırsatı bulur.

Öğretmen etkin bir şekilde dinlenerek kabul edildiğinde, en başta yapıcı ve olumlu bir havada nasıl konuşulacağını öğrenirler.

Kabul dili sayesinde Personel kendini iyi hisseder. Konuşmaya cesaret eder, duygularını daha rahat açıklar ve en önemlisi kendilerine olan güvenleri artar.

Kabul Sözlük” yada “hayır” dili kullanıldığı zaman, personelde yetersizlik ve suçluluk hissi uyanır. Duygularını açıkça dile getiremezler ve bunun sonucunda sosyal hobi oluşur.

Unutulmamalıdır ki, gerçek sevginin gereği de, personelleri olduğu gibi kabul etmektir.

Kabul dilinin en önemli boyutlarından biri, paylaşmaktır. İnsanı mutlu eden, dertlerini azaltan, varlığından mutluluk duyuran paylaşma eylemi, karşımızdakini öncelikli kabul etmekten geçer.

Hiç düşündünüz mü, neden bazı insanlarla beraber olmak bize sıkıntı verir. Çünkü onlarla paylaşacak fazla hiçbir şeyimiz yoktur da ondan.

Herhangi birisinin tipimizi, davranışlarımızı ve görüşlerimizi beğenmediğini, yani bizi olduğumuz gibi kabul etmediğini hissettiğimiz zaman, onunla birlikte olmayı, birlikte çalışmayı haliyle istemeyiz.

Neden bazı insanlarla beraber olmaktan zevk alırız? Neden çekinmeyerek onlara sırrımızı açabilir, içimizi dökebiliriz.

Çünkü; bizi olduğumuz gibi kabul eder, değiştirmeye çalışmazlar. İyi bir dinleyicidirler. Bizi dinlerken akıl vermeye kalkmaz, eleştirmez, suçlamazlar. Onlarla konuştuktan sonra kendimizi rahatlamış hissederiz.

Peki Yanlış davranışlar kabul edilmeli mi?

Bütün bu anlatılanlardan sonra akla şöyle bir soru gelebilir. “Öğretmenlerin yanlış davranışları karşısında ne yapacağız? Bu davranışlarını da olduğu gibi kabul etmek mi gerekir?”

İnsanlar; toplum içinde yeni bir rol üstlenip, statütüsünden kaynaklı makamı yükselince, nedense her şeyden önce “insan” olduklarını unutarak tuhaflaşırlar.

Bu tuhaflaşmayı, bulundukları makamın getirdiği bir sorumluluk zannederler. Her insan gibi duygularının, kusurlarının ve yaratılıştan gelen kişisel eksiklikleri olabileceğini unuturlar.

İyi bir idareci olmak için kızgınlıklarını, hatalarını, bilgisizliklerini gizleme gereği duyarlar. Personellerine iyi örnek olmak için kendilerini daima tutarlı olmak ve hep iyi şeyler yapmak zorunda hissederler.

İdarecilerimizin iyi niyet damgası taşıyan bu alkışlamaya değer davranışları; ne yazık ki personeller üzerinde çok az etki yapar. Çünkü personel her şeyden önce insan olarak iyi bir gözlemcidirler. Hep iyi ve kusursuz görünmek için müdürlerinin kendilerini ne kadar zorladıklarını fark ederler.

Gerçek olan şudur ki; Öğretmenler, amirlerini insan olarak istiyorlar, melek olarak değil veya başlarında kin kusan bir zebani olarak hiç değil… Hatasıyla, sevabıyla amirlerini oldukları gibi görmek istiyorlar. Davranışlarında şefkatli olmalıdır, çünkü hiç kimse mükemmel değildir. İnsan bazen sinirlerine hâkim olamaz, gereğinden fazla sert davranabilir, hatta kin dahi duyabilir.

Burada kritik olan nokta, personelimize davranışımızın gerekçesini açıklayıp, açıklayamadığınızdır. Eğer davranışımız gerekçesini nazikâne, nezihine ve kavli leyine(yumuşak ve tatlı bir dille) açıklarsak, personelimiz bize anlayış gösterecek ve böylelikle duyguları incitmeyecektir.

Hem de o personelinizin aynı hatayı yapma olasılığı kalmamakla birlikte, onu da kazanmış oluruz.

Her eve kapısından girilir. Her evin bir de kapısı vardır ve her evin bir kilidi vardır.

Müdür; Eğitim öğretim ortamında, öğretmenler arasındaki koordineyi sağlar.

Bütün personellerine sevgi ve şefkat konusunda eşit mesafe dedir.

Hiçbir öğretmenini kendi riayetinden hariç düşünemez, dışlayamaz.

Zira Maneviyattan yoksun bir eğitim sisteminin meyvesi olan başta öğretmenlerimizin ve diğer personellerin her şeyde önce manevi bir motivasyona ihtiyaçları vardır.

Hasan Tayfur

Hizmetkârlık olan Memuriyet ve Kutsal Öğretmenlik Mesleği

İslâmiyet’in bir Kanun-u Esasîsi şu hadîs-i şeriftir: Milletin efendisi, onlara hizmet edendir.” hakîkatiyle, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti, baskı aracı değil.

Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubûdiyetin za’fiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyet ve müstebidane bir mertebe tarzına getirdiğinden; abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adâlet olmaz, esasiyle de bozulur.

Ve hukuk-u ibad da, kul hakkı da zir ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçmiyor ki, hak olabilsin; belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.

Bu durum Şu anda devletin kapısında bekleyen –hizmetkâr olmak için değil, belki devletin deniz gibi malından helal haram demeden yararlanma düşüncesinde olanları kastediyorum- memuriyet hakkını kazanmak için malını-mülkünü peşkeş çekerek kul hakkını yok sayıp her türlü kayırmayı mübah gören, hatta mukaddesatını feda etmekten bile çekinmeyecek milyonların maalesef imtihan kaynağı olmuştur.

Bediüzzaman hazretlerinin ifadeleriyle Geçim için tabiî(insanın yaratılışına uygun), olması gereken ve hayattar yol zanaattir(sanayi), ticarettir, ziraattır. Tabiî olmayan yol ise memuriyettir ve kamuda idareciliktir. Bence, memurluk ve idareciliği geçim kaynağı edinenler, bir nev’i cerrar(üzerine düşen vazifeyi menfaat kaynağı edinen), âciz ve dilencilerdir. Bence, memuriyet ve idareciliğe giren, yalnızca ülkeye ve millete hizmet için girmelidir.

Bediüzzamanın dikkate değer bu tespitini hali hazır yaşantımızda ibretle temaşa etmekteyiz. Çünkü sadece maddi kazanç için (birinci öncelik) veya şahsi dünyevi rahatlığı için memuriyet ve idarecilik kadrolarını işgal eden âdemoğullarının, ne vatanına, ne milletine ve ne de hiç kimseye menfaati dokunmamakla birlikte, toplumun sırtında bir yük olmaktan başka hiçbir işe yaramadığına bütün insanlık şahittir.

***

Ey gaflete dalıp ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup, dünyaya talip bedbaht eğitimci(..!) arkadaş! Bilir misin neye benzersin? Deve kuşuna… Avcıyı görür, uçamıyor; başını kuma sokuyor, tâ avcı onu görmesin. Koca gövdesi dışarda. Avcı görür. Yalnız o, gözünü kum içinde kapamış, görmez.

Diğer taraftan bu durumun diğer bir yansıması ise, eğitimci ve idarecilerimizin bulundukları farklı ortamlarda müşahede ettiğimiz muhabbetlerinde kendisini göstermektedir. Zira Devlet kadrolarını çoğunlukla dolduran eğitimcilerimizin büyük çoğunluğu başını kuma sokup koca gövdesi dışarda olan Deve Kuşu misali koyu bir gafletin içinde bulunmaktadır.

Gözlerini kör eden bu gafletlerinden dolayı, çevrelerindeki 7’den 77’e bütün bir milletin nazarlarının altında ibretle ve sessizce sorgulandıklarından bihabermiş gibi bir hayat sürmek nereye kadar..

Hal böyle iken, uyanık olan birinin, uykuda olanları uyandırmaya; azınlıkta kalmış kıymettar bir avuç hamiyetperverin, amaçsız ve gayesiz olan ehemmiyetsiz çoğunluğa “kral çıplak” demesinin zarureti hâsıl olmuştur. İşte başlıyoruz..

***

Eğitimcilerimiz çıplak(..!) Nasıl mı..?

Geleceğimizin sahipleri olan çocuklarımız için hiçbir hayırlı faaliyet ve etkinliğin içinde olmamakla birlikte, her ortamda zamanın kötülüğünden ve gençlerin kötülüklerinden bahsetmekle yetinirler..

Hiçbir zaman çözüm üretmemekle birlikte, çözümün bir parçası dahi olmayı düşünmezler. Yetmiyormuş gibi sorunların çözümü adına uğraşan hamiyetperverlere çok sıkı muhalefet yaparak, zaman ve enerji kaybına neden olurlar.

Bunların gelecek adına hiçbir ümitleri yoktur. Sadece günü kurtarmanın telaşesi ve ayın 15’ini bekleme heyecanı içinde olan eğitimci aydınlarımızın(..!) bırakın etrafına ışık yaymasını beklemek, aksine etraflarındaki; gençliğin yarınını kurtarma telaşesi ve bu gençliği her iki cihan saadetine kavuşturmanın heyecanı içinde olan ÜmitVarların Ümit Nurunu söndürme gayretlerini yaşayarak görüyor, anlıyoruz.

Bu deve kuşu milleti olan eğitim camiasının sohbetlerinde mevzu olan konular (Ek dersler, önceki akşamdan yapılan veya seyredilen maçların analizleri, günlük siyasi hadiselerde üzerimize vazife olmayan mevzuların gereksiz tartışmaları, cafe muhabbetleri ve tapınacak din haline getirilen sendika muhabbetleri) belli olmakla birlikte, kazara mevzularda(nefis muhasebesinin gerekliliği, gençliğin sorunları için çözüm arayışları vb.) farklılık ve değişkenlik olduğunda, çareyi medeni(..!) insanlar gibi ortamı terk etmek veya nazikçe sohbet konusunu değiştirmekte görürler.

Geleceğe dair hiçbir amaç, gaye ve projeleri yoktur. Zira sırtlarını devlet babaya dayamanın rahatlığı içinde olanların proje üretmek gibi bir dertleri olmasa gerek.

Kitap okuma gibi iyi bir alışkanlıkları olmadığı gibi, öğrencilerine kitap okumanın gerekliliği konusunda yaptıkları gayri ciddi nasihat etme gibi kötü bir alışkanlıkları vardır. Evet, Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez.

Yenilikçi fikir ve projelere bırakın saygı duymayı, bunları dinlemeye bile tahammülleri yoktur. Zira kendilerine göre bu fikirler gereksiz olmakla birlikte, üretilen projelerin akıbetinin kötülüğü hakkında falcılık yaparak gelecekten haber vermekten bile çekinmeyecek kadar sabit kafalıdırlar.

Özeleştiriye tahammülleri yoktur. Zira kendilerini, yalancı ayinelerin de mükemmel bir meslek insanı olarak görürler.  Hikmetini bilmedikleri her olayı fütursuzca dişlemekle birlikte, bu hadiselere konu olan insanları da acımasızca eleştirmekten kendilerini alıkoyamazlar.

Siyasi partilere üye olamamakla birlikte; siyaset yapmakta, siyasilerden daha fazla bir iştihaya sahip olup, siyaseti bir hak olarak görmekte, günlük siyasi hadiselerin tarafı olmakta bir beis görmemekte ve bunu eğitim adına yaptığına sadece kendisini inandırabilmiştir.

Devlet, Millet ve memleket yararına, Eğitim öğretim alanında yapılan veya yapılması düşünülen her türlü reform hareketlerine; ideolojik saplantı, siyasi görüş veya şahsi menfaat kaygıları yüzünden, muhalefet partilerinden daha fazla bir tepki vermekten geri durmamakta; maalesef yaptığı bu muhalefeti de masum(..!) bir “sendika” faaliyeti etiketi altında yapmaktadırlar.

Evet, Bediüzzaman hazretleri şahsi menfaatlerini, her şeyin önünde görenleri, insan yerine bile koymayarak şöylece tarif eder; “Kimin himmeti milleti ise, O tek başına bir millettir. Kimin himmeti(çalışması) nefsi ise o insan değildir.

“Arife, bir işaret yeter” kaidesince eğitim camiasının içinde bulunduğu içler acısı vaziyeti göstermesi bakımından bu kadar hayatın içinden tablo yeter, Seyretmesini ve ibret alıp ders çıkarmasını bilen ariflere..

***

Helaket ve felaket Asrının öğretmeni Bediüzzaman hazretlerinin biz eğitimciler için çizdiği yol haritasına bir nazar edip kulak verelim..

Muallimin iyisi minare başında, kötüsü kuyu dibindedir. Muallimler için ortası yoktur, ya âlay-ı illiyyinde(aşağıların en aşağısı) veya esfel-i safilindedirler(yücelerin en yücesi). Ortası yoktur.

Bediüzzaman hazretleri, öğretmenlerin dindar olanlarına çok ehemmiyet vermiş, hatta bu hususta biraz daha ileri giderek “Eğer vaktim olsa, hergün dindar bir muallime on altın lira veririm. Çünkü dünyada benim çocuğum olmadığından, bütün dünyadaki çocuklara şefkat cihetiyle alâkadarım” derdi.

Şu zamanın dindar bir muallime eski zamanın velisi nazarı ile bakıyorum. Çünkü eski zamanda dinî terbiye ebeveyne(anne-baba) verilmişti. Bu zamanda o vazife muallimlere verilmiş. Muallimin iyisi çok iyi, fenası da çok fena. Çünkü masum çocuklar muallimlerine çok dikkat ederler, âdeta mıknatıs gibi hocalarından ne görürse, iyiyi de fenayı da çekerler.

Gençleri dalâlete(kötü yollar ve zararlı akımlar) düşmekten kurtarıp, hidayet yolunda yürümelerini sağlamak için özellikle öğretmenlere çok büyük vazife düşüyor.

***

Asırlardır bu milleti kuvvetle, madde ile, topla, tüfekle yıkamayan, Türkün, Kürdün, Çerkez’in vs. bütün bir İslâmın düşmanları taktik değiştirmişler.

Bir din yok edilmek, vicdanlardan çıkarılmak isteniyor.

Bir millet yere serilmeye azmedilmiş.

Gençliğinin dimağları boşaltılmak, bu boşluğu bâtıl fikirler, solak düşüncelerle doldurulmak isteniyor.

Anasına itaat etmeyen babasına hürmeti olmayan, hocalarına isyan eden, cem’iyete isyan eden, İlahî kanunlara isyan eden, Allah’a isyan eden, kendine isyan eden, ne yaptığını bilmeyen bir âsi gençlik meydana getirilmek isteniyor.

Ve işte sinema köşelerinde kuyruk, sokak başlarında işsiz, kahve köşelerinde kumarbaz, mektepte başarısız!

Gazetelerde yazarlara sermaye, haberlerde kaçak, cani, hırsız, ahlâksız ve kimsesiz…

Ana ondan dert yanıcı, baba ondan şikâyetçi, öğretmen ondan şikâyetçi, polis ve hükûmet ondan şikâyetçi; pedagoglar onlar için toplanır.

Eğitim kongrelerinde birinci sandalyeye onun konusu oturtulur.

Mütefekkirlerimiz onlar için kafa yorar, mürekkep harcar, kâğıtlar karalar…

Fakat cem’iyeti yeyip bitirmekte, anarşizmin korkunç girdaplarına sürüklemekte olan içtimaî verem gittikçe had safhaya girmekte; ikinci, derken üçüncü devreye vâsıl olmaktadır.

Biz bunun sebeblerini, müsebbiblerini ve ilâcının ne olabileceğini düşünmekle meşgul olup toplantılar tertiplerken, ahlâksızlık girdablarına batmakta olan cem’iyet gemisini selâmetli ahlâk sahiline çıkarmak ve onu kurtarmak için te’lif edilmiş bir eser olan Risale-i Nurlar meydanda ve bahtiyar ellerde..

Onu okuyan, onda bu hakikatı gören, yüzlerce, binlerce, yüzbinlerce insan kendini o girdabdan kurtarıyor.

İmansızlığın ve onun neticesi olan ahlâksızlığın sıkıntısından, azabından kurtulup, tahkikî ve hakikî imanın lezzetleriyle sükûna, emniyete kavuşuyor.

Böyle bir insan, kendine bu saadeti bahşeden bir müellife, bir esere elbette minnettar olur, ona karşı sırf Allah rızası için kalbinin derinliklerinden gelen, ölçüsüz bir sevgi ile hürmet duyar, alâka gösterir.

İşte, size bir Nur talebesinin objektif bir portresini çizdim.

Risale-i Nur imanî mes’elelerde hem ruha, hem kalbe, hem akla ve hem de yirminci asrın idrakine uygun bir tarzda izahatta bulunduğu için tesiri büyük oluyor.

Bu sebepledir ki, şimdiye kadar hiçbir Nur talebesinin adliyeye intikal eden müstekreh bir hareketi vuku bulmamış, asayiş-i umumiyeyi ihlâl eden, kanunlara uymayan hiçbir davranışı, hiçbir zaman hiçbir yerde görülmemiştir.

***

Bir hamur gibi, yarınlarımız olan gençliğe; kendisine, ailesine, vatanına, milletine ve bütün bir insanlığa faydalı olacak bir şekle sokup, maddi ve manevi güzel bir kişilik kazandırmak, bu zamanda eğitimcilerin ellerine bırakılmıştır. Öğretmenlik mesleğinin bu vasfından dolayı Bedîüzzamân Bu zamandaki muallimler ya minarenin tepesinde veyahut kuyunun dibindedir, ortası yoktur” diyormuş.

Kur’an tefsirleri olan Nur Risâlelerindeki tahkikî iman dersleriyle gençlerin imanlarını kuvvetlendiren, onlara güzel ahlâkı, vatan sevgisini, anne ve babaya itaati, büyüklere hürmet, küçüklere sevgi ve şefkat etmeyi öğreten öğretmenler elbette minarenin tepesindedirler.

Rabbim(c.c) bizleri, minarenin başındaki eğitimcilerin sınıfından olanlardan eylesin.. Âmin

Hasan Tayfur

www.NurNet.org

Kazanmak veya Kaybetmek

‘‘Kıyamet ne zaman kopacak?’’ sorusunun cevabını merak edip araştıran insanoğlu; Ölümün aslında kendisinin bir nevi kıyameti olacağını neden düşünüp sorgulama ihtiyacı hissetmez ki…

Gecenin karanlığıyla, güneşin aydınlığının bir araya gelmesinin mümkün olmayacağını bilip aklen buna inanan insanoğlu; her gün dünya hayatının geçiciliğini haykıran göz önündeki binlerce vefiyatları, ölümleri görüp te, ölümün hayattan ziyade bir isteği olduğu hakikatine nedendir ki kayıtsız ve bigâne kalır.

Peygamberler zincirinin son halkası Efendimiz(s.a.v), islamiyetin ölüm kalım savaşı olan uhud harbinden dönerken şöyle buyurmuştu sahabilerine; ‘‘Küçük cihad bitti, büyük cihada gidiyoruz!’’

Dünyevi küçük bir menfaati için, her türlü fedakârlıktan geri durmadan savaşan, gerektiğinde uğruna mukaddesatını dahi feda edebilecek kadar mücadeleci bir ruha sahip insanoğlu; Efendimizin(s.a.v) ‘‘büyük cihad’’ olarak tarif ettiği nefis ile mücadelesinde nicedir ki geri duruyor, biricik düşmanı olan şeytanı ile savaşında teslimi silah ediyor…

‘‘Amerika tavukları ne kadardır?’’ gibi kıymetsiz şeylerle, kıymettar vaktini geçirmekle, en elzemini bırakıp, güya binler sene ömrü var gibi, en lüzumsuz malûmatla vakit geçiren insanoğlu; acaba ‘‘Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?’’ gibi soruların cevaplarını bulmaya çalışmakla tılsım-ı kâinatı keşfetmesi ve yaratılış gayesini anlamaya çabalaması gerekmez mi?

Hedef ve amacı ‘‘imtihan’’ olan bütün bu zıtları iç âleminde yaşayan insanoğluna; elbette hayatın asıl gayesini Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur.” kudsi hakikatiyle haykırmakta, kulağına fısıldamaktadır.

Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dâiresinden ve cesed ve hâne dâiresinden, mahalle ve şehir dâiresinden ve vatan ve memleket dâiresinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dâiresinden tut tâ zîhayat ve dünya dâiresine kadar, birbiri içinde dâireler var. Herbir dâirede, herbir insanın bir nev’i vazifesi bulunabilir.

Fakat en küçük dâirede, en büyük ve ehemmiyetli ve dâimî vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük mâkûsen mütenâsib vazifeler bulunabilir.

Fakat büyük dâirenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dâiredeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyâni ve âfâkî işlerle meşgul eder.

Sermâye-i hayatını boş yerde imhâ eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.

Herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir da’va açılmış ki: Her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek da’vayı kazanmak için bilâtereddüd sarfedecek.

İşte o da’va ise, yüz bin meşahir-i insaniyenin ve hadsiz nev’-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, kâinat sâhibinin ve mutasarrıfının binler vaad ve ahdlerine istinâden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin, îman mukâbilinde bu zemîn yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâkî ve dâimî bir tarla ve mülkü kazanmak(cennet) veya kaybetmek(cehennem) da’vası başına açılmış.

Eğer îman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o da’vasını kaybediyor.

Hatta bir ehl-i keşf ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekerâtta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler.

Acaba bu kaybettiği da’vanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?

O büyük da’vayı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o da’vanın kazancının vesikası ve senedi ve beratı olan îman-ı tahkikîyi eline veren ve Kur’ân-ı Hakîm’in mu’cize-i ma’nevîyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamanın birinci bir da’va vekili bulunan Risâle-i Nur’dur.

Evet, bir adamın imanı, ebedî ve dünya kadar bir mülk-ü bâkinin anahtarı ve nurudur. Öyleyse, imanı tehlikeye mâruz her adama, bütün küre-i arzın saltanatından daha fâideli bir saltanat, bir fütuhat kazandırmıştır Risaletü’n-Nur. 

Risaletü’n-Nur hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor.

Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risaletü’n-Nur’dadır.

Evet, on beş sene yerine on beş haftada Risaletü’n-Nur o yolu kestirir, iman-ı hakikîye isal eder.

Bu zaman, imanı kurtarmak zamanıdır. Zira böyle bir zamanda en lüzumlu, en ehemmiyetli, en birinci vazife imanı kurtarmaktır.

Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder?

İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar.

Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.

Demek Onu tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır.

Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.

Kurt, Gövdenin İçine Girdi! Demokrasi Eşkiyaları

“Mü’minin ferasetinden korkunuz. Zira o Allah’ın nuruyla nazar eder.” demişti peygamberler zincirinin en son ve en büyük halkası (s.a.v)…

Öyle bir Nur ki, zamandan ve mekândan münezzeh; çağları aşan ve bütün zamanları bir kitabın tek bir sayfası gibi gözü önünde müşahede ve mütalaa ettiren bir nazara sahip kılar; müttaki, ihlaslı ve muhsin kullarını…

Bir tarafta yaptıkları hesap kitaplarla, çevirdikleri dolaplarla, beşeriyet âleminde yaktıkları fitne ateşleriyle insanlığı fesada veren hayvanat-ı muzırra nev’indeki birer firavuncuk olan insancıklar ve bunlara ait plan ve programları

Diğer taraftan “Bizim uğrumuzda mücahede edenlere, mutlaka yollarımızı gösteririz.” buyurarak iman ve kur’an uğrunda candan ve cihandan geçen mücahitlere hakikat ve hidayet yollarını göstereceğini vaat eden büyük Allah ve bütün zamanları içine alan ezeli kader plan ve programı…

Allah’ın nuru ile nurlanmış gönüller “Bildirilirse, bilirler.”  kaidesince Cenab-ı Hakk’ın hıfz ve himayesinde ilhama mazhar olmakla, o ilahi nurun billur ışığı altında kader programının en ince çizgilerini ve en hassas noktalarını görüp sezebilme nimetine kavuşmuşlardır.

İşte Bediüzzaman böyle harikalar harikası bir inayete mazhar olan mübarek bir şahsiyettir.

Zira o, ruhundaki Şecaat-i imaniye ile kat’i inanıyordu ki, dava ettiği hakikat bir gün milletçe benimsenecek…

İnsanlık camiasında neşrettiği hakaik-i imaniyenin fütuhatı başlayacak…

Afakı İslam’ı saran zulmet bulutları, Kur’andan eline verilen bu meş’ale-i hidayet olan Nur Risaleleriyle dağılacak…

Ölmeye yüz tutmuş zannedilen iman ruhu yeniden canlanacak; canlara can katacak, manen ölmeye yüz tutan millet-i islamiyeyi ihya edip diriltecek…

Ve âleme efendi olan İslamiyet’in –Biiznillah- cihana efendiliğinin maddi manevi mübeşşiri, müjdecisi olacaktı.

Haşa, Cenab-ı Hak va’dinde hulfetmez; yeter ki, bu azim va’di ilahiyi icap ettirecek şartlar tahakkuk etsin.

Çünkü dünya dar-ül hikmettir. Bir şeyin vücud bulması sebeplere bağlanmıştı kader programında.

Evet, Bediüzzaman kaderden bildirilen bu müjdelerin tahakkuku için cebbar kumandanlara boyun eğmemiş, kudsi davasından dönmemiş, dağlar gibi hadiselerden dalgalarından yılmamış, şarkın yalçın dağ ve derelerinde milletini irşat etmekten ve Kur’an nuruyla nurlandırmaktan bir an dahi geri durmamıştı.

Ümitsizliğin içimizde yeniden hayat bulup dirilmesi üzerine de yılgınlık göstermeyerek asırdaşlarıyla konuşmayı terkedip; yüz sene sonra gelecek olan müstakbeldeki nesl-i ati ile yani bizlerle konuşmuştu.

“Feraset” nimetine nail olmakla birlikte Cenab-ı Hakkın hususi inayetine de mazhar olan bu zat-ı şahane, sadece bulunduğu zamandaşlarıyla alakadar olmamış, belki kıyamete kadar kader programında mevcut olan ve bildirilen çok ehemmiyetli gaybi haber ve müjdeler vermiştir, yüz sene sonraki asr-ı hazır insanlarına…

Evet, 1911’de Münazarat adlı bir eser neşreder. Şark seyahatleri esnasında sorulan sualleri ve cevaplarını içeren bu eserde, Bediüzzaman gayb aşina bir nazarla gördüğü gelecekteki bazı hadiseleri haber veriyordu.

Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarını “manasız bir isim ve resim” olarak değil de, hakiki manasını izah ettikten sonra, şöyle ilginç bir soru ile karşılaşır;

“Tarif ettiğin demokratik hak ve özgürlüklerin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?”

Bediüzzaman, Cumhuriyet ve Demokrasinin coğrafyamızdaki gelişim serüvenini ve önündeki engelleri tahlil ederek; Şu anda yaşadığımız hadiselere ışık tutup perde arkasında yaşanılanları anlatan şöylece bir ders verip, bizleri ihtar ederek uyarıyor:

“Demokratik hak ve özgürlüklerin ancak on kısmından bir kısmı size gelebilmiş. 

Zira sizin şu vahşet-engiz, cehalet-perver, husumet-efza olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehalet ejderhalarından, husumet kurtlarından biçare “demokrasi” korkar. Kolaylıkla gelmeğe cesaret edemez. 

Eğer siz tembel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz.  

Zîrâ sizinle İstanbul arasındaki mesâfe bir aylıktır; fakat sizinle ehl-i meşrûtiyet arasındaki mesâfe bin aydan fazladır.  

Zîrâ eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nâzik meşrûtiyet, İstanbul havâlisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesâfeden geçmekle, cehâlet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husûmet gibi gâyet keyşer dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast gelecektir.  

Ezcümle, bâzı cezâ-i sezâsını hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bâzı bir meşhur bektâşi gibi mânâ verenler, yol üzerine çıkıp, gasp ve gâret ediyorlar. Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır; bâzı bahane ile, parça parça etmek istiyorlar.

Helaket ve felaket asrının adamı, verdiği bu cevapta şu an yaşadığımız hadiselere temas eden çok ilginç noktalar vardır.

Demokrasinin Vahşet ayıları, cehalet ejderhaları ve husumet kurtları gibi çok sayıda düşmanı olduğundan bahisle, bu düşmanların demokrasinin gelişme gösterip hayatımızın bir parçası haline gelmemesi için büyük gayret gösterdiklerini de ayrıca belirtmiştir.

Bu olağanüstü gayret ise maalesef birçok cephede artarak devam etmektedir.

Özellikle şark bölgesinde yaşayan insanlar üzerinde büyük oyunlar oynanmaktadır.

Şahsi Menfaatleri icabı, Bölge insanları siyasi bir rant kapısı olarak kullanılmakta bir beis görülmemektedir.

Bu oyunların hepsinin ortak noktası, bu insanları, bu bölgeyi, bu kültürü bahane ederek demokrasinin bu ülke için lüks olduğunun her fırsatta ifade edilmesiyle; bu topraklarda yaşayan insanlarımızın, insanlık şerefine yaraşır bir hayat sürmesine, özgürce düşünüp karar vermesini engellemek çabalarıdır.

Baskı, Zulüm ve şiddetten beslenen ve varlıklarının devamiyeti buna bağlı olan bir avuç zavallı; demokratik hak ve özgürlüklerin hayatımızın her alanında yaşanır hale gelmesinden elbette rahatsız olacaklardır.

Zira Türk ve Kürt ırkçıları bu rant kapısını asla kaybetmek istemiyorlar.

Evet demokratikleşme adımları, uzunca bir süreden beridir Ankara havalisindeki yılanlardan kurtulmanın kavgasını vermektedir.

Hayatları boyunca kendi vatanlarına çakılı bir çivisi olmayan; Sürekli olarak tertip ve kaos planları yaparak ve bunları uygulayarak saltanatlarını devam ettiren bu bedbaht zındıka komitesi; yıllardır sürdürdükleri hakimiyetlerinin yıkılmaya başlamasının şaşkınlık ve bu şaşkınlığın beraberinde getirdiği hırçınlık ile ne yapacaklarını bilemez bir haldedirler.

En büyük baş düşmanımız olan cehaletin esiri olarak, hak ve hukukumuzun farkında olmadan onurlu ve hür vatandaşlar olarak insanlık şerefine yaraşır bir yaşam sürmemiz mümkün değildir.

Milletçe, Fakirlik gibi, insanları dehşete düşüren kıraçlara benzeyen dünyamızı yeşillendirmeden ve canlandırmadan medeni dünyanın onurlu ve değerli bir üyesi olarak kendimize yer bulamayız.

Düşmanlık gibi, aramıza kin ve nefret tohumları eken büyük bir manevi hastalığı tedavi edip “Bütün mü’minler, ancak kardeştir.” İlahi mesajına kulak verip muhabbet bağlarını kuvvetlendirmeden, yeryüzünde bir ailenin fertleri gibi huzurlu ve mutlu bir hayat sürdürme şansımız yoktur.

Bütün bu engelleri aşsak bile, bu sefer de karşımıza çıkacak eşkıya ile de mücadele etmek ve bunları da alt etmemiz gerekir.

Demokratik hak ve Özgürlüklerden bütün bir milletin istifade etmesini engellemek için her yolu mübah gören ve bu uğurda canlarını, mallarını ve mukaddesatlarını bile feda etmekten geri durmayan Demokrasi eşkıyaları, Bediüzzaman’ın ifadesi ile dört ana gruba ayrılmakla birlikte dört farklı cephede demokrasiyle savaş verecektir.

Bunlardan birincisi, demokrasinin cezâ-i sezâsını hazmetmeyenlerdir.

Bu, herkesin hak ettiği bir şekilde yaşaması, sahip olması gereken haklarını elde etmesi ve bu konuda herhangi bir engel ile karşılaşmamasıdır.

Bu durumun bazı kesim insanları rahatsız ettiği açıktır.

Zira bu bedbaht güruh, kendi insanlarının mallarını ceplerine indirdikleri gibi bunların akıllarını da ceplerine indirerek, bunları güdülecek bir koyun sürüsü olarak görüp, bu milletin demokratik hak ve özgürlüklerine kavuşup uyanmalarını hazmetmeyecekleri aşikârdır.

Bunu engellemek için de ellerinden gelen bütün yalan, hile, tertip ve oyunların içinde olacaklardır.

 

İkinci grup eşkıya ise, başkasının etini yemekten dişi çıkarılan hunhar ve yamyamlardır.

Bu grup insanlar, kendi kurulu düzenlerini bozmamak ve saltanatlarını kaybetmemek için, hak hukuk tanımadan nice mazlumun ahını alıp, nice ocakları ateşe vermekten geri durmamışlardır.

Tam demokrasinin yerleşmesi ile birlikte, böyle bir imkandan, rant ve sömürü düzeninden mahrum kalacak olan bu komiteler, demokrasinin önünde bir büyük engel olarak durmaya devam etmektedirler.

 

Üçüncü grup eşkıya ise, bâzı bir meşhur bektâşi gibi mânâ vererek, demokrasiyi hem yanlış  anlamakta ve hem de yanlış anlatarak engellemeye devam etmektedir.

Demokrasinin bütününe karşı olan insanların, bazı değişiklikleri onaylamaları veya bu konuda atılacak adımlara destek vermeleri beklenmemelidir.

Demokrat görünüp, esas yapıları itibariyle demokrasiye karşı olan, maddi makamlarını bazı imtiyazlar ile sürdüren insanlar ile dinde kavi ve muhakeme-i akliyede nakıs bazı insanları da bu kategori içinde değerlendirmek mümkündür.

 

Dördüncü grup eşkıya ise, bir kısım gevezelerdir ki; hiç yoktan bahaneler ile  demokrasiyi parça parça etmek istiyorlar.

Bunlar esas itibariyle herhangi bir görüşe ve düşünceye dayanarak değil, kendilerini göstermek ve dikkatleri üzerlerine çekmeye devam etmek için laf salatası yaparak ve hezeyan dolu bazı bahaneler ileri sürerek demokrasiye karşı çıkan insanlardır.

Bu bahaneler çok farklı şeyler olabilir.

Tam demokrasinin yerleşmesi ile kabiliyetsizlikleri ortaya çıkıp geri planda kalacak insanlardan tutun, demagoji ile her şeye muhalefet edip karşı çıkmayı meslek edinen bazı insanlara kadar, çok kişi bu grup içinde mütalaa edilebilir.

Esasında, bu konuda, bunlar çok fazla dikkate alınması gereken insanlar değildir.

Ankara havalisindeki yılanlar ile yolda tuzaklar kurmuş eşkıyadan kurtulmak için gayret gösteren demokrasi cananına, yol açmak ve gelişmesini tamamlamak için gayret göstermek, her vatandaşın görevi olmalıdır.

Bütün bir insanlığın geleceğini alakadar eden demokratikleşme yolunda atılan adımların, yapılan çalışmaların ve gösterilen gayretlerin her kimden ve nereden gelirse gelsin hoşamedi ile karşılayıp sahiplenmek gerekir.

Zira demokrasinin dili, dini, ırkı yoktur ve olamazda.

Artık tembellik yaparak, atılan adımları görmezden gelme gibi bir lüksümüz olmadığı gibi lakayt kalma gibi bir şansımız ve sabrımız kalmamıştır.

Belirli bir zümrenin yahut komitenin, derinden derine yıllardır sürdürdüğü baskı ve zulümlerin bedeli çok ağır bir şekilde ödenmiştir.

Dünya, büyük bir maddi ve ma’nevî buhran geçiriyor.

Dünyanın her yerinde insanlar, insanlık şerefine layık bir yaşam sürmek ve yıllardır gasp edilmiş doğuştan yaratıcımızın bizlere hediye ettiği demokratik hak ve özgürlüklere yeniden kavuşmanın canları pahasına kavgasını vermektedirler.

Ne zaman ki tahribat, zulüm ve baskılar haddini aştı, uçurum kendini gösteriyor.

Büyük felaketler güler yüzlü uyanışlar doğurur.

En büyük saadetler büyük ve acı felaketlerin neticesidir.

Hazreti Yusuf, mısır azizliği gibi bir saadete; ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nail olmuştur.

Pürşer beşer, türlü oyun ve kaos planlarını yapıp bunları devreye sokarak bütün bir milletin huzurunu bozmaya çalışadursun; Cenab-ı Hakkın kader plan ve programı yürürlüktedir ve “Allah nurunu tamamlayacaktır. Kafirler istemese bile” va’dini yerine getirmeye muktedirdir.

Evet, evet.. eğer sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa; sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz.

Zîra, kâinatı nağamatiyle raksa getiren ve hakâikın esrarını ihtizaza veren mûsika-i İlâhîyye hiç durmuyor, mütemadiyen güm güm eder.

 

Hal aldatıyor… Aldanmayınız. İstikbal hesabına konuşuyor… Öyle dinleyiniz.

Zira İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.

Evet ümitvar olunuz.. Şu istikbâl inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır!.

İstikbâl, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak; ve hâkim, hakâik-ı Kur’âniye ve îmaniye olacak.

Vesselam

kuraneczanesi.com

Doğu Meselesine Reçete II

Gürültülü, karmakarışık ve intizamsız bir fıtrata sahip olan ekradın, sorduğu suallerin evveli Baskı ve istibdat rejimi hakkındaydı.

Evvela, “İstibdat nedir?” diye bir soru sorulması lazımdı ki; meşrutiyetin can düşmanı olan, asırlardır kürtleri vahşet batağında, fakirlik ve sefalet derelerinde durduran “İstibdat ve Baskı rejimi” nasıl bir görüntüyle karşımıza çıkıyor bilsinler ve bu fikriyata sahip Cehalet Ayılarını tanısınlar..

Zira Kürtlerin tabiat-ı meşrutiyetperveranelerine binaen saadetleri meşrutiyettedir.

Ve baskı ve zulümlerden herkesten ziyade biz zarardide olmuştuk.

Bundan dolayı meşrutiyet ve istibdatın ne anlama geldiğini, halkın zihinlerindeki yansımasının ne olduğunu teşhis edip tespit etmek vazifesi de bu asrın manevi doktoru Bediüzzaman hazretlerine aitti.

 Burada bahse konu olan“meşrutiyet” kelimesi, halkın yönetimde söz sahibi olduğu ve kendi seçtiği temsilciler vasıtasıyla yönetildiği “Cumhuriyet” ve bunun halk içinde yaşamsal yansıması olan  “Demokrasi” anlamlarıyla eşdeğer bir ifadedir.

 Bununla birlikte “İstibdat” kelimesi ise haksızlık, adaletsizlik ve keyfi muamelelerin egemen olduğu, “Baskı” ve “Zulüm” rejimleri anlamında kullanılmıştır.

 Evet, meşrutiyeti, demokrasiyi ve bunun muhalifi olan İstibdat ve baskı akımlarını gayet garib bir surette telakki eden bu millete evvela İstibdat rejimini şöylece tarif edip ders veriyordu:

“İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan bir hastalıktır.”  

 Bediüzzaman evvela istibdat ve baskı diktasını en geniş çerçevesiyle ve farklı yönleriyle ele alıp ders veriyor.

 Zira “Şeytan, hiç kimseyi; ben şeytanım deyip aldatıp kandıramaz.” kaidesince, hariçten sözlerine ve görünüşüne bakıldığında “Demokrat” görünen, ama damarlarında baskı, zulüm ve isyan ateşleri dolaşan; kan ve şiddetle beslenen; dışı süs, içi pis; bulduğu her fırsatta çirkin ve vahşetli yüzünü gösteren beşer; bu milleti en fazla zarardide kılmış, sefalete atmakla mazinin en derin derelerinde durdurarak gelişmesine ayakbağı olmuştur.

 Evet “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.” düsturu bu zaman ve zeminde en fazla tatbika ve yaşanmaya değer, ihtiyaç duyulan bir külli kaide ve hüküm olmuştur.

Şimdi bizler de, Asrın doktorundan aldığımız derse binaen, şöylece etrafımızı bir süzgeçten geçirip, ince eleyip sık dokuyarak; “Demokrat” geçinen zevatı, sözleriyle değil, yaptıklarıyla bir parça tecrübe edip teşhis edeceğiz; ta gerçekte ne fikriyatta oldukları anlaşılsın;  maskelerinin ardındaki gerçek yüzleri ortaya çıksın ve şeytanın arkadaşları olan bu pürşer beşer, gariban ve safi milleti kandırıp yoldan çıkarmasın, maddi ve manevi felaketlere sürüklemesin.

Sureten medeni, fikren mazinin en derin derelerinde olup, insanlığı ateşe atan bu bedbaht ruhlu beşeri, gözlemlerimize dayanarak şöylece teşhis edip tanımaya çalışıyoruz;

Örf adet bilmez; kanun ve nizam tanımaz; her türlü ahlaksızlığı ve fuhşiyatı irtikap edip işlemekten geri durmayarak keyfi muamelelerde bulunur..

Önderliğini yaptığı ve temsil ettiğini iddia ettiği milletinin mallarını ceplerine indirdikleri gibi, akıllarını da ceplerine hapsederek düşünmelerine ve konuşmalarına söz hakkı tanımayıp tahammülsüzlük gösterdikleri gibi; mukadderatlarını ve geleceklerini de ağızlarından çıkan, gerçekte de nefis ve şeytanlarından gelen şahsi kararlarına mahkum ederler..

Asırlardır aynı topraklarda sırt sırta, kardeş kardeşe yaşayan; aynı havayı soluyup, Bir olan Rablerine Secde ederek, ibadet edip kulluk eden; Allahın farklı renkleriyle boyanmış milletler arasında huzursuzluk çıkarıp kin, nefret ve düşmanlık tohumlarını ekip yetiştirmek için her türlü fedakarlıktan çekinmeyerek, canlarını ve mallarını feda etmekten geri durmazlar..

Hak ve hakikate değil; parasına, güç ve kuvvetine, nüfuzuna güvenip dayanarak; sadece ve sadece kendi menfaatlerini düşünüp, hakikatte de nefsinden başka hiç kimseyi sevmemekle birlikte milletini küçümseyip hor hakir gören; aynı zamanda umumun menfaatine olup bu amaçla yapılan çalışma ve gayretleri boşa çıkarıp mani olmak için türlü desise, hile, iftira ve dolaplarla engellemeye çalışırlar. Ne acıdır ki, şeytanın hesabına yaptıkları bu şer işlerinde; can, mal ve namus demeden her yolu mubah görürler.. Hak hukuk demeden yakıp yıkarlar…

Ve son olarak şunu da açıkça belirtmek gerekiyor; bunların temel felsefesinde, yaratanımız Allah’la, firavuncuklar misali savaşmak vardır. “Kork, Allahtan korkmayandan” diye güzel bir tabirimiz vardır. Zira bunların Allah korkusu olmadığı içindir ki; böyle telafisi mümkün olmayan büyük acılara sebebiyet vererek, nev-i beşerin her iki cihan saadetini mahvetmeye azm-ü kast etmişlerdir bu bedbaht cehennem yolcuları..

Bütün bu müşahedelerimize istinaden, kitlelere muhatap olan zevatı sorgulamak mecburiyetindeyiz. Millet olarak saf, temiz yaratılışımızdan dolayı “Her gördüğümüz sakallıyı; Hacı” olarak algılayıp tabi olup peşine takılarak çabuk aldanıyoruz. Zira bu millet, hadiselere konu olan zevatı; akıldan geçen bir sorgulama neticesinden ziyade, Gözüyle gördüğü ef’aline bakarak hüküm veren bir inanca sahiptir.

Şimdi.. Körü körüne inanıp, safiyane tabi olmanın neticesi olarak, birilerinin cebinde mahpus olarak bıraktığımız akıllarımızı serbest bırakıp özgür kılmanın zamanı..

Şimdi.. Maddiyatta bizleri cahil bırakıp, sefalete atan, zenginlerin ve paranın kölesi olup, zulüm sisteminin kurbanı haline getiren ve fakirliğin kaderimiz olarak önümüze sunan cehalet ayılarından kurtulma zamanı..

Şimdi.. Maneviyatta da bizleri BeNamaz bırakıp; (haşa!)Allahı zalim(güya haklarını vermemiş yahut kendilerine yapılan baskılara müsaade etmiş gibi tasavvur ediyorlar), indirdiği dinini de ayak bağı görerek, kendi fikriyatlarına uygun olarak bu semavi dini arzileştirerek, bizlere dayatmaya çalışarak; ebedi hayatımızı mahvetmeye çalışan yılanların zehirlerini Asrımızın iman nurları olan Risale-i Nurlar ile tedavi etme zamanı…

Şimdi.. Fikren mazinin en derin derelerinde bizleri yuvarlayıp, insani değerlerimizi ayaklar altına almakla vahşetlere gark eden; baskı, zulüm ve keyfilik prangalarını kırma zamanı..

Ve Şimdi.. Asrın imamı Bediüzzaman hazretlerinin çağları aşan mesajlarını yeniden okuma, anlama ve anlatma zamanı… Vesselam

Hasan Tayfur

www.NurNet.org