Sun tarafından yazılmış tüm yazılar

Bediüzzaman’ın mutluluk formülleri

 Florida State Üniversitesi’nden Furkan Aydıner ve Eron Manusov’un, mutluluk kavramını Risale-i Nur okuyanlar üzerinde sorguladığı ankete göre Bediüzzaman’ın eserlerini okudukça, insanların hayattan memnun olma seviyeleri yükseliyor.

Bediüzzaman Said Nursi’nin meşhur sözlerinden biri şöyle: “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” Nursi, insanoğlunun var olduğu günden bu yana aradığı mutluluğu bulmanın yolunu sanki bu tek cümle ile özetler. ‘Güzellik’ kavramını âdeta üç boyutlu gözlük hâline getirir ki, onu takanlar yaşadıkları her olayın sonucunda mutluluk görüntüsünü yakalayabilsin. Bediüzzaman, insanın fıtratı gereği mutluluk arayışının hiç bitmeyeceğini hatta bu arayışın hem bu dünyayı hem de ahireti kapsadığını bildiği için belki de gerçek mutluluğun formüllerini müellifi olduğu Risale-i Nur külliyatının pek çok yerine serpiştirir. Mesela Sözler’de mutluluğun kaynağının sınırsız olmadığını vurgular: “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye lüzum yoktur.” gibi. 

Bediüzzaman’ın mutluluk formülleri, ABD Florida Üniversitesi’nde Nöroiktisat dersleri veren Furkan Aydıner ile aynı üniversitede tıp alanında öğretim görevlisi olan Eron Manusov’un ilgisini çeker. Nöroiktisat, beyindeki faaliyetlere dayalı olarak insanların acı duyusunu, lezzet algısını ve taleplerini ölçmeye çalışan bir bilim dalı. Manusov ve iki senedir Florida Üniversitesi’nde çalışmalar yapan Aydıner, farklı hayat tarzına sahip ve değişik yöntemlerle mutluluk arayan insanlar üzerinde bir araştırma yapmaya karar verirler. Ekim ayında düzenlenen Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu’nun ‘İnsanlık Onuruna Layık Bir Gelecek İçin İlim, İman, Ahlak’ söylemi de çalışmak istedikleri alanla örtüşünce Risale-i Nur okuyanların hayattan memnuniyetlerini ölçecek bir anket yaparlar. 2010 yılının yaz aylarında 1.523 Risale-i Nur okuyucusuna e-posta yoluyla mesaj gönderen ikili, yüzü aşkın sorunun yarısından fazlasına cevap vermeyenleri dikkate almaz. Sonuçta 341 kişinin anket sonuçlarını değerlendirerek bir tebliğ hazırlar ve sempozyuma katılırlar. 

Furkan Aydıner, bugüne kadar Batı’da mutluluk konusunda yapılmış pek çok çalışmada, daha fazla tüketim ve eğlenceye dayalı hayat tarzının insanlara mutluluk değil, psikolojik ve sosyal sorunlar getirdiğinin ortaya çıktığını vurguluyor. Ona göre Said Nursi, eserlerinde bu sonucu manevi değerler ve moral değerlerinden uzaklaşıp hazcı ve materyalist değerlere yönelmeye bağlıyor. İnsanın beşerî ihtiyaçlarının ötesinde manevi, sosyal, zihinsel ve vicdani ihtiyaçlarının olduğuna dikkat çekiyor. Hakiki ve daimi huzurun, bu ihtiyaçları dengeli bir şekilde karşılamakla mümkün olabileceğini söylüyor. Materyalist ve hazcı hayat tarzlarını benimseyen insanların bu dünyada inşa etmeye çalıştıkları yalancı cennetlerin aslında bir nevi cehennem olduğunu, öte yandan hayatını manevi değerler ve moral değerleri üzerine inşa eden insanların daha dünyada iken bir nevi cenneti yaşamaya başladıklarını iddia ediyor. İşte Aydıner ve Manusov yaptıkları ankette Said Nursi’nin bu mutluluk tezinin doğru olup olmadığını Risale-i Nur okuyanların hayat görüşleri üzerinden anlamaya çalışıyor. 

Ankette Risale-i Nur külliyatında yer alan pek çok eserden faydalanılsa da en fazla başvurulan kaynak Gençlik Rehberi oluyor. Yaşam Memnuniyeti Skalası, Aspirasyon İndeksi ve Lezzetler Skalası şeklinde üç bölümden oluşan anket sonrası yapılan analizde Risale-i Nur okuyanlar başlangıç, orta ve ileri seviye diye gruplara ayrılıyor. Bu gruplar Risale-i Nur külliyatını bitirme, günlük okuma, tesbihat yapma ve haftalık sohbetlere katılma sıklıklarına göre belirleniyor. 

Yaşam Memnuniyeti Skalası’nda başlangıç düzeyindekilerin yüzde 62’si, orta düzeydekilerin yüzde 82’si ve ileri düzeydekilerin yüzde 93’ünün hayatlarından memnun olduğu ortaya çıkıyor. Bu oranları Türkiye İstatistik Kurumu’nun bu yıl yetişkin nüfus için ölçtüğü yüzde 54’lük yaşam memnuniyeti oranıyla kıyaslayınca başlangıç seviyesindeki Risale-i Nur okuyucuları yüksek memnuniyet kategorisinde, orta ve ileri düzeydekiler ise en yüksek memnuniyet kategorisinde yer alıyor. 

Aspirasyon İndeksi’nde ise Risale-i Nur okuyanların hayata dair pozitif ve negatif değerlerinin Bediüzzaman’ın fikirleriyle ne oranda örtüştüğü ortaya çıkarılıyor. Bu sebeple katılımcılara 14 farklı alanda 86 soru yöneltiliyor. Çıkan sonuçlara göre maneviyat, dürüstlük ve hakkaniyet, aile ve arkadaşlık bağları, entelektüel faaliyetler, kişisel gelişim, estetik deneyim, çevreye uyum, yardımlaşma ve fedakârlık, sağlık gibi pozitif değerlerin yanı sıra hazcılık, şan-şöhret, para, imaj, endişe ve korku gibi negatif değerlere belli puanlar veriliyor. Sonuçta Risale-i Nur okuyucularının pozitif değerleri önemsediği ölçüde, negatif değerlerden uzaklaştığı görülüyor. 

Lezzetler Piramidi’ne gelecek olursak, Aydıner, Maslow’un meşhur ihtiyaçlar piramidinin dışında yaptıkları çalışmanın alanında belki de ilk olabileceğini düşünüyor. Risale-i Nur okurlarının en çok nelerden lezzet aldıklarının bulunmaya çalışıldığı bu bölümde manevi yaşam, zihinsel faaliyetler, sevgi ve şefkat gibi duygusal lezzetler piramidin zirvesinde yer alırken, yeme-içme gibi duyusal lezzetlerin en alt sırada olduğu görülüyor. 

Furkan Aydıner, anket sonuçlarında içsel değerlere ağırlık verenlerin en yüksek seviyede olmasını, günümüzde insanların çoğunun mutluluğu yanlış yerde aradığının göstergesi olarak yorumluyor: “Bediüzzaman’ın ‘meşru daire’ diye tarif ettiği manevi değerler ve moral değerlerine dayalı hayatın en yüksek mutluluğu sağlaması, söz konusu meşru dairenin keyfe kâfi olduğunu gösteriyor.” 

Eron Manusov da maneviyatın mutluluk getirdiği görüşünü destekliyor: “Özellikle, ‘Ne kadar okur, öğrenir, maneviyatta güçlenirsen, o derece hayatından keyif alırsın’ diyor bizim çalışmamız. Şu gayet açık ki, Risale-i Nur, okuyucularına hayattan memnun olmanın yolunu gösteriyor. Daha ötesi, ne kadar çok kendini Risale-i Nur öğretisine adarsan, o kadar çok mutlu oluyorsun.” Ama Manusov, bunun genel olarak maneviyata yoğunlaşmaktan da kaynaklanabileceğine, bu sebeple başka gruplar üzerinde benzer çalışmalar yapılırsa, Risale-i Nur’un spesifik etkisinin daha iyi anlaşılabileceğine dikkat çekiyor. “Bir âlimin insanların hayatı üzerinde bu denli tesirli olabileceğine şaşırmadım.” diyen Manusov, Türkiye dışında insanların Nursi gibi bir âlimin öğretisinden haberdar olmayışını ise şaşkınlıkla karşılıyor. 

Aydıner’e göre, Said Nursi’nin anlattığı şeyler evrensel değerler ve bunlar bütün dinlerde hatta Aristo gibi filozofların söylemlerinde bile ortak: “Herkes dürüstlük, dostluk, samimi arkadaşlık gibi değerlerin iyi olduğunda hemfikir. Ancak mesele bunları hayata geçirmek. Özellikle bireyselliğin, hazcılığın, egoistik tatminin, gösterişin, şan ve şöhretin bütün cazibesiyle insanları kendine çektiği bir asırda moral değerlerine ve manevi değerlere dayalı hayat tarzı hayli zorlaşmış. Nursi, okuyanlarını bu zoru başarmaya teşvik ediyor.” Bu sebeple Aydıner ve Manusov, anket sonucunda elde ettikleri bulguların evrensel geçerliliğe sahip olduğunu ve benzer manevi değerleri tatbik eden herkes için geçerlilik arz ettiğini düşünüyor. Bunu ispatlamak içinse geriye, çalışmalarını farklı ülkeler ve sosyal gruplar üzerinde de uygulamak ve karşılaştırma yapmak kalıyor. Zaten ikili de bu konu üzerinde çalışıyor. 

Risale-i Nur okuyanların pozitif ve negatif değerleri Bediüzzaman’ın fikirleriyle örtüşüyor 

Furkan Aydıner, Aspirasyon İndeksinde ortaya çıkan tablonun Risale-i Nur’da yazılan fikirlerle nasıl örtüştüğünü bazı maddeleri Bediüzzaman’ın düşünceleriyle kıyaslayarak şu şekilde yorumluyor: 

Pozitif Değerler 

Nursi, delil ve bürhana dayalı tahkiki iman esaslı bir manevi hayata eserlerinde vurgu yapıyor. İbadet kavramının manasını geniş tutup, okuyucularını öğrenmeye ve tefekküre teşvik ediyor. Tahkikî imanın verdiği nurla okuyucularını huzuru aramaya davet ediyor. Dolayısıyla, Risale-i Nur okuyanların dünyasında maneviyatın en yüksek öneme sahip olması şaşırtıcı değil. 

Sigmund Freud’daki ‘süperego’ya denk gelen vicdan olgusuna dikkat çekip, okuyucularını dürüst ve hakkaniyetli yaşamaya teşvik ediyor. Tahkikî imanla, Allah’ın her yerde hazır ve nazır olduğunu görürcesine iman eden için yalana ve hileye yer olmadığını ısrarla vurguluyor. Bunun içindir ki, anketin sonuçlarına göre, katılımcıların Risale-i Nur okuma seviyeleri arttıkça dünyalarında dürüstlük ve hakkaniyete verdikleri önem artıyor. 

Entelektüel hayat, aile ve arkadaşlık bağları ile kişisel gelişim puanlarının yüksek çıkması Risale-i Nur öğretisiyle paralellik arz ediyor. Risale-i Nur söz konusu değerlere büyük vurgu yaptığı gibi okuyucuları da yoğun entelektüel ve sosyal aktivitelerle bu değerleri öne çıkarıyor. 

Estetik deneyim için hesaplanan pozitif değer, Nursi’nin eserlerinde kâinatın estetik boyutundan Allah’ın isimlerinin tecellisi olarak söz etmesiyle uyumluluk gösteriyor. Nursi, okuyucularına bu güzellikleri görüp, onların sanatkârını tespih etmeye davet ediyor. 

Nursi eserlerinde okuyucularını herkesle hatta her şeyle olan kardeşliği görmeye teşvik ediyor. İnsanı da söz konusu evrensel harmoniye katılmaya çağırıyor. 

Fedakârlık ve yardımlaşma için pozitif puanın çıkması da, Nursi’nin gerçek arkadaşlığı, sahabelerde olduğu gibi, ihtiyacın karşılanmasında kardeşinin ihtiyacını kendi ihtiyacının önünde tutmak ve kardeşinin başarısına kendi başarısı kadar sevinmek gibi fedakârlık değerlerine dayandırmasıyla açıklanabilir. 

Negatif Değerler 

Hazcılığın en kötü puan alması şaşırtıcı değil. Çünkü Nursi eserlerinde hazcılığa karşı kuvvetli argümanlar ortaya koyuyor. Gayrimeşru lezzetleri zehirli bala benzeten Nursi, insanların onlardan sadece sahte ve elemli lezzet aldıklarını ifade ediyor. Ayrılık, yokluk, kıskançlık gibi elemleri içerdiği için uzun vadede insana öldürücü zehir tesiri yapar. İnsana layık olan, meleki ve insani lezzetlere talip olmaktır. Nursi, okuyucularını hazcılık ve sefahetten uzaklaştırmaya çalışırken, alternatif olarak, ‘daha yüksek lezzetler’ diye tarif ettiği, manevi, entelektüel, sosyal, vicdani, özverisel, estetik lezzetleri öneriyor. Bundandır ki, insanlar Risale-i Nur okudukça hazcılıktan nefret edip uzaklaşıyor ve içsel değerlere yoğunlaşıyor. 

Şan, şöhret ve imaj değişkenleri için hesaplanan yüksek negatif değerler, Nursi’nin enaniyeti ‘en tehlikeli tuzak’ olarak tarif etmesinden kaynaklanabilir. Nursi’ye göre, benlik, şan ve şöhret, bir nevi ilahlık iddiasıdır. Oysa, insan, fıtraten sonsuz acizlik ve fakirlikle yoğrulduğu için şirk olan enaniyeti bırakıp hakiki kulluğa bürünüp kendisine verilenler için şükretmeli. 

Para ve materyalist değerler için hesaplanan negatif değer, Nursi’nin dünyevi serveti amaç değil sadece araç olarak görmeye insanları teşvik etmesiyle açıklanabilir. Nursi, ‘bir lokma bir hırka’ felsefesini kabul etmiyor, aksine maddi servetin araç olarak gerekli ve faydalı olduğunu; ancak, maddiyatı amaç olarak görmenin çok büyük hata olduğunu söylüyor. 

Endişe ve korku için hesaplanan negatif puan, Nursi’nin her şeyi her an tasarrufu altında tutan ve bizatihi kendisi yapan mutlak iyilik sahibi bir ilah anlayışını anlatmasıyla açıklanabilir. Çünkü, böyle bir Allah’a iman eden, imanının derecesine göre, O’na teslim olarak tevekkül edeceği için korku ve endişelerden uzak olur. Üzerine düşeni fiilî dua kabilinden yapar, gerisi için endişe etmez. 

15.11.2010

ELİF NESİBE ÖZBUDAK / Aksiyon

Günahkar olmak kaderim mi?

“Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye imtihan için ölümü de hayatı da yaratan Allah’tır.” (Mülk suresi 2. Ayet) Böyle olduğu halde niçin öldürme işini gerçekleştirene katil deniyor ya da hayır ve şerri yaratan Allah ise niye ben günahkâr oluyorum diye aklımıza değişik sorular geliyor.

Aslında şerri tercih etmek, dolayısıyla şerrin oluşmasına sebebiyet vermek şerdir. Yoksa şerri yaratmak, şer değildir. Mesela güneşin tesirini tam hissettiğimiz öğle vakti kâğıt parçası ne kadar ince de olsa yanmaz. Ama güneşle kâğıt arasına yerleştireceğimiz merceğimize uygun bir açı vererek kâğıdın yanmasına sebebiyet verebiliriz. Kâğıdı yakan aslında güneşimizdir ama yanmasına sebebiyet veren merceğimiz ve mercekle oluşturduğumuz açıdır. O zaman kâğıdın yanmasındaki sorumluluk bize aittir.

Başka bir ifade ile dil bilgisi kuralına göre cümlede bütün yük yükleme aittir. Ancak sorumluluk öznenindir. Örneğin “Ali kitabı okudu” veya “Ali kitabı yaktı” dediğimizde, mana yükü tamamı ile okumak ve yakmak fiillerindedir. Ancak sorumluluk tamamen Ali’ye aittir. Ali yani özne, irademizin yönlenmesi, yani tercihimiz hükmündeyken, fiiller Cenâb-ı Hakk’ın takdiri manasındadır. Yani takdir ve yaratma fiili Cenâb-ı Hakk’a ait iken sorumluluk tamamıyla fiili işleyene aittir.

O zaman akla şu soru da gelebilir: “Madem ben hayır ve şerrin ortasında eşit mesafede bırakıldım, neden şerri seçince sorumlu oluyorum? Kaldı ki benim seçme kabiliyetimin yani küçücük ihtiyarımın meylinin sonsuz irade karşısında bir hükmü yok. Hatta kabul edilebilecek somut bir varlığı da yok. Niçin mesul oluyorum?” diye düşünülebilir.

Doğum ânımızdan 15 yaşına gelinceye kadar nerede ve ne şekilde ölüme yakalanırsak yakalanalım dinimize göre Cennet ehlinden kabul ediliyoruz. Yani durduğumuz nokta pozitiflerle negatiflerin tam ortasında sıfır noktasında olmayıp pozitiflerin içindeyiz. Pozitiflerin içinde olmamıza rağmen bilerek ve isteyerek negatifler zincirinin içine kendimizi atıyoruz.

Başka bir ifade ile biz cami ve meyhanenin ortasında bırakılmış, direksiyonu meyhaneye doğru kilitlenmiş bir arabada değiliz. Belki cami avlusunda yüzü camiye dönük bir vaziyette bırakılmışız, isteyerek ve bilerek direksiyonu meyhaneye kırıyoruz. O zaman da mesul oluyoruz. Çünkü üstünlük sebebi olmayan iki nesneden birini tercih etmek gayet doğal iken biri diğerine üstün olan iki olgudan zayıfı tercih etmek muhaldir. Yani akla aykırıdır. Muhali tercih ise sorumluluğu getirir. Sonsuz irade ise olumsuz tercihlerimizin neticesinde şerri halk ediyor. Sorumluluğu ise biz çekiyoruz. Çünkü daha önce bahsettiğimiz gibi açıyı yanlış vererek kâğıdın yanmasına sebep oluyoruz.

Aslında hayat; yapmak isteyip de yapamadıklarımızla, yapmak istemeyip yaptıklarımız arasındaki bir denge ve dengesizlikten oluşmaktadır. Bize ait olduğunu düşündüğümüz irademizin eli, hayır ve tamirde gayet kısa, günah ve tahripte ise gayet uzundur. Onun için dua ve tevekkül ile pozitiflere yani cennet meyvelerine uzanmalıyız. Tövbe ve istiğfar ile de negatiflerden yani cehennem tohumlarından uzaklaşmalıyız. Ta ki dünya ve Ahiret saadetine vasıl olalım.

Dr Mustafa Kara / Zafer Dergisi

Kim bu tabiat?

Tabiatın yaratıcı olduğunu iddia edenlere, şu soruları soruyoruz:

“İnsanları kim yapmıştır?”

Cevap: Tabiat.

“Bitkileri ve hayvanları kim yapmıştır?”

Cevap: Tabiat.

“Güneşi ve gezegenleri kim tanzim etmiş, yıldızları semaya kim dizmiştir?”

Cevap: Tabiat.

Bu ve benzeri soruları sormaya devam ederek, tabiatın yaptığı iddia edilen şeyleri de hayalen bir tarafa ayırdığımızda ortada ‘tabiat’ denilecek bir şey kalmıyor.

Eğer tabiat bu saydığımız şeylerin tümüne deniliyorsa, biz ona kâinat diyoruz ve zaten onun sanatkârını soruyoruz.

Yok şayet tabiattan yukarıda saydığımız şeyler cinsinden olmayan, yani mahlûk olmayan bir varlık kastediliyorsa, o da Cenâb-ı Hak’tır ve kendi isim ve sıfatlarını Kur’an-ı Kerîm’i ile insanlara bildirmiştir. Bu isimler arasında ‘tabiat’ diye bir isim olmadığı gibi, Allah adına böyle bir isim uydurmak da kimsenin haddi değildir.

Mehmed Kırkıncı / Zafer Dergisi

Efendimizin (s.a.v) tesellisi

Kurre ibni İyâs radıyallahu anh şöyle diyor:

Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam bir yere oturunca, arkadaşları etrafını çepeçevre kuşatırlardı.

O sahabelerden biri, daima yanında olan küçük oğlunu önüne oturtarak Resul-i Ekrem’i dinlerdi.

Bir gün bu çocuk öldü.

Babası, “Oğlumu hatırlayarak üzülüp etrafı rahatsız ederim” diye Hz. Peygamberin meclisine gelmez oldu.

Resul-i Ekrem onun yokluğunu görünce, “Falanı aranızda niçin göremiyorum?” diye sordu.

“Ey Allah’ın Elçisi! Her zaman onun yanında gördüğünüz oğlu öldü” dediler.

Hz. Peygamber, o sahabeyi bulup çocuğunu sordu.

Dertli baba yavrusunun öldüğünü söyleyince, Resul-i Ekrem ona başsağlığı diledi, sonra da kendisini şöyle teselli etti:

“Söyle bakalım! Vefat eden çocuğunun, yaşadığın sürece hep senin yanında bulunmasını mı; yoksa yarın Cennetin hangi kapısına gidersen, onun senden önce koşup kapıyı açarak “Buyur babacığım!1demesini mi isterdin?”

O sahabe:

“Ey Allah’ın Elçisi! Elbette onun benden önce koşup Cennetin kapısını açmasını isterdim” deyince, Resul-i Ekrem:

“Öyleyse istediğin olacak” buyurdu.

1. Nesâî, Cenâiz 120.

Tezahür ve Tecelli

TEZAHÜR ”Açığa çıkmak. Görünmek.”

TECELLİ ”Görünme. Bilinme.” ”Gaybî hakikatlerin kalplerde hissedilir hâle gelmesi.”

CİLVE ”Tecelliden hasıl olan şey.” ”Tecelli.”

Tezahür ve tecelli kelimeleri, çoğu zaman aynı mânâda kullanılırlar. Tezahür, ”zahir olmak, açığa çıkmak, görünmek” gibi mânâlara gelir. Tezahürde, gizli olan bir hakikatin açığa çıkması sözkonusudur. Tezahürün gerçekleştiği mekâna ‘mazhar’ denilir. Tecelli ise ”gaybî hakikatlerin kalplerde hissedilir hâle gelmesi,” şeklinde tarif edilir ve kalpteki bu tecelliye ‘cilve’ adı verilir. Cilve için, ”ârifin gönlünde parlayan ilâhî nur” denilmiştir.

İnsan kalbi gibi, âlemdeki her varlık da, kendi kabiliyetine göre, ilâhî isimlerden birinin veya birkaçının tecelli mahallidir. Yakın mânâlar taşıyan ve çoğu kez birbirinin yerine kullanılan bu iki kelime arasındaki ince farkı bir derece ortaya koymak için Nur Külliyatından bir misal verelim: ”Güneşin bekası onunla değil; belki âyinenin hayatdar parlamasının bekası, güneşin cilvesine tâbidir.” (Mesnevî-i Nuriye, 176). Bu cümlede güneşin aynadaki aksine cilve denilmiştir. Yani güneş, aynada tecelli etmiş ve onda güneşin nurundan bir cilve meydana gelmiştir. Bu aksin de kendine göre bir parlaklığı, bir ısısı vardır. Yani güneşin özelliklerinden bir cilveye sahip kılınmış, o da parlamış, o da hararet saçmaya başlamıştır. Öte yandan, meselâ, bir ilmî makalede âlimin gizli olan, görünmeyen ilmi zahire çıkmış, bilinmiştir. Böylece o yazı, müellifin ilmine, bir bakıma, mazhar olmuştur. Ama o yazının kendisinde, yani harflerinde, mürekkebinde ilimden bir cilve bulunmaz. Bu yazıda ilmin görünmesi, aynada güneşin görünmesinden çok farklıdır. Bu bir tezahürdür, güneşinki ise bir tecelli, bir cilve.

Yine Nur Külliyatında şöyle bir ifade geçer: ”…bir cilve-i kudret-i Rabbaniye olan kuvvet.” Burada, tabiattaki kuvvetlerin ilâhî kudretten bir cilve taşıdıklarına işaret edilir; aynadaki parıltının güneş ışığından bir cilve taşıması gibi. Tecelli kelimesi, daha çok kalb için kullanılır. İlâhî isimlerin ve sıfatların tecellisi en açık bir şekilde insan ruhunda, insan kalbinde görülür. Kâinattaki tecelliler, ona nispetle çok aşağı mertebede kalırlar. Meselâ, insan ruhunda bir irade sıfatı vardır, işte bu sıfat, ilâhî iradenin bir tecellisidir. Her ne kadar bu irade mahluk ise de ve ilâhî iradeyle hiçbir benzerliği bulunmasa da, ”bir şeyi dileme kabiliyetine sahip olması” cihetiyle ilâhî iradeden bir cilve taşır. Aynı şekilde, insan ruhundaki kudret sıfatı, ilâhî kudretin; ilim sıfatı, ilâhî iradenin; görme ve işitme sıfatları da ilâhî görme ve işitmenin birer cilvesine sahip olmuşlardır. Bu tecellileri müstakil olarak değerlendirdiğimizde, yani onları da bir çiçek, bir yıldız gibi birer mahluk olarak düşündüğümüzde, Allah’ın ilâhî sıfatları o tecellilerde kendini göstermiş, bu cihetle o tecelliler aynı zamanda ‘tezahür’ olmuşlardır. Bu misalden de anlaşılacağı gibi tecelli ve tezahür arasında çok yakın ilgi vardır. Ama aralarında böyle bir ince fark da bulunmaktadır.

Alaaddin Başar