Sun tarafından yazılmış tüm yazılar

Talebelik

Bir umumi vasıta ile seyahat için alınacak biletin tenzilatlı mı tenzilatsız mı olacağını belirten kelimelerle ilgili yanlış  düşünceler  var mıdır? Mesela, “tenzilatlı talebe bileti” isteyen bir yolcu “Şu mektep bitse de talebelikten kurtulsam, tenzilatı yerinde kalsın.” şeklinde; “tenzilatsız tam bileti” alan bir yolcu ise “Benim talebelikle, kitapla, dersle işim yok! Ekmeğimi elime almışım. Bana iyi para kazandıran bir işim var” şeklinde düşünür mü?

“Talebelik”, okulla ilişiğin kesilmesiyle biter mi? Alınan bir biletin “tenzilatsız” olduğunu ifade için kullanılan  “tam” sıfatını yolcunun kendine çok yönlü bir şekilde haksızca teşmil etmeye ve kendini tekamülü için çalışmaktan müstağni, kamil bir insan olarak görmeye ve göstermeye çalışmaya hakkı var mıdır?

“Kamil” ve “tam” bir insan olmanın şartı sadece bizzat ve ihtiyacı için yeterli para kazanabilmek midir? Sadece bu vasıfla yaşayana “bütün meselesini halletmiş; bu dünya hayatının gayesine erişmiş” gözüyle bakılabilir mi?

*  *  *  *

Talebelere umumiyetle “müstehlik” nazarıyla bakılır. Bazılarının, evlatlarına ilim öğrenmek fırsatını vermemelerinin sebebi, talebelik hakkındaki bu yanlış kanaatleridir. Acaba “müstehlik” olmayan insan var mıdır? Bir insanın hayatiyetinin devam edebilmesi için Kâinatın Sahibi tarafından ona verilenlerin çokluğuyla  insanın istihlâkinin yanında, insanın istihsali ne kadar azdır!

Bütün insanlar küllî manada “büyük birer müstehlik” olmak bakımından birbirlerinden pek farklılık arz etmediklerinden, istihsali nispeten az olana “müstehlik” demek icap etse, bu “müstehlik” sadece talebeler midir?

Dünya malını yerinde kullanıp ondan en iyi istifadeyi temin edebilmek için de ilme ihtiyaç vardır. Talebelerin tahsil edeceği “faydalı ilim”, aslında en büyük dünya servetlerinden daha kıymetlidir. Zira “faydalı ilim” onlara ebedî ve en büyük saadetlerin, kazançların yolunu gösteren bir “define haritası” gibidir.

 *  *  *  *

Talebe, dilimize Arapçadan gelme bir kelimedir. Bu kelimedeki “talep edilenin ne olduğu” sorusuna karşılık, umumi efkarın verdiği cevap: İlimdir.

Demek ki talebe galiben, “ilme talip olan” manasında olup aslında bu mana da mekteplilere mahsus değil, umumidir. Herhangi bir ilk, orta veya yüksek dereceli okula kayıtlı talebelikten başka bir de: “Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz” Hadis-i Şerifiyle bütün insanlara ömürleri boyunca emredilen “talebelik” vardır.

Çünkü “İnsan bu âleme ilim ve dua ile tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibariyle her şey ilme bağlıdır.” (Risale-i Nur Külliyâtı, SÖZLER)

İlimle meşguliyeti sadece “İlmiyye Sınıfı”na bırakarak faydalı ilmi öğrenmeye günlük yaşayış programında hiç yer vermeyen ve ihmal eden bir hayat seyri içinde “yuvarlanıp gitmek”ten bizi Kur’an tefsirinden nakledilen cümleler de, menediyor; insanın ömür zamanının kısımları olan günlerini çeşitli meşgalelerle doldurarak tüketirken, ilim ve dua ile tekemmüle de çalışmamasının insanlık fıtratına zıt olacağını ders veriyor.

Bu meselenin üzerinde iyice durmak, düşünmek ve muhasebesini yapmak mecburiyetindeyiz. İçimizde bizi daima hayırdan alıkoymaya ve şerre sevk etmeye çalışan, hayırdan geri durmamız ve şerre koşmamız için çeşitli gerekçeler öğreterek fikrimizi, niyetimizi, kararımızı ifsâda çalışan şeytanın varlığını da unutmamalı; bütün vakıaları ve sözleri öylece değerlendirmeliyiz.

Her insana dünyadaki imtihanları için tayin edilmiş olan ömür müddetleri, sanki iplere dizilip ellerine verilmiş tesbih taneleri gibidir. İnsanlar kendilerine verilmiş bu tesbih dizisindeki tanelerin sayısını bilmiyorlar, sonuna varmaya daha kaç tanenin kaldığını kestiremiyorlar; fakat dünya hayatları esnasında yaşadıkları her gün ister istemez o tesbih tanelerinin bir tanesini daha çekiyorlar, her gün bu dizinin sonuna biraz daha yaklaşmış oluyorlar…

Acaba biz ömrümüzün günlerine benzetilebilecek olan tesbih tanelerimizi boşa mı çekiyoruz, doluya mı? Boşa çekiyorsak, bize “Yeni baştan” denilecek ve bu tesbih tanelerinin hakkını vererek yeniden çekmek hakkı tanınacak mıdır?

Okul sıralarından geçmiş olanlar bilirler, bazı imtihanlar için birden fazla giriş hakkı vardır. Bazı imtihanlar için ise, sadece tek giriş hakkı vardır.

Misaller âlemi olan “bu dünyanın insanlar için bir imtihan yeri”, ömrün de “imtihan müddeti” olduğu anlaşılıp kabul edildikten sonra, “bu dünya imtihanına tek giriş hakkımızın olduğunu”, bize verilen ömür müddetince bu “tek giriş hakkımızı” kullandığımızı, bu imtihanın da “bir soru bir cevap” şeklinde cereyan ettiğini düşünmeliyiz.

Bu dünyadaki tüm hayat süremizde bize verilmiş akıl emanetiyle bu dünya imtihanının bir hususiyeti de, dünya hayatımız içindeki diğer imtihanların aksine olarak, “defter ve kitabın açılmasının yasak olmaması, istenen cevabın araştırılıp verilebilmesine yardımcı olabilecek her bilgi kaynağına müracaat izninin ve –onun daha da ötesinde- ısrarlı tavsiyesinin bile bize yapılmış olmasıdır.”

Ayrıca, suallerin cevabını bulmak için “imtihan yerindeki diğerleriyle konuşmak, cevabı bilenleri araştırıp onlara sormak, hattâ toplu müzakerelerde bulunmak bile serbesttir ve tavsiye edilmiştir!

Kazananlara mükafatının, kaybedenlere ise cezasının çok büyük olması, bu dünya imtihanının diğer bir hususiyetidir.

Görüldüğü gibi aslında usulleri, kaideleri hiç de ağır olmayan; mükafatı da cezası da çok büyük bir imtihanın içerisindeyiz…

Bu hayat imtihanımız esnasında bizden istenilen “ilim ve dua ile meşguliyeti” ihmâl eder ve bu en mühim imtihanımızı kazanmak için niyet, azim ve gayret göstermezsek, “imtihan olunan yerde yapılması gerekenleri yapmayarak ve yapılmaması gerekenleri yaparak imtihan vakitlerini tüketenlere” benzemez miyiz? Bizim başka herhangi bir imtihan yerinde böyle halleri göstermemiz o imtihan yerinde bulunuş gerekçemize nasıl zıt düşerse, “âkil-bâliğ birer insan olarak bir ömür boyu imtihan yerimiz olan bu dünyada bulunurken ilim ve dua ile tekemmüle çalışmayışımız” da “fıtratımıza ve hakikî insaniyet sıfatımıza” öylesine zıt ve garip bir durum arz eder.

Bu dünya hayatımız esnasında bir okulda kayıtlı olmasak bile, madem ki bize verilmiş akıl emanetiyle bu dünyada yaşadığımız müddetçe devam eden en büyük imtihanın içindeyiz; en mühim mahiyetteki bu talebeliğimizi de mutlaka bilmeli ve bu imtihanda yapmamız gerekenleri mutlaka yapmalıyız. .

“Umumî manâdaki bu talebelik”, gündüz maişetini kazanmak gibi işlerle meşgul olup gece okullarına devam edenlerin talebelikleriyle de kolay kıyas edilip anlaşılabilir. Onlar nasıl ki, muayyen bazı işleri kendilerinin ve bakmakla mükellef olduklarının maişetleri için her gün yapmakla kalmayarak bu işlerden artan zamanlarında kendilerine daha fazla bilgi ve yükselme imkanı verecek bir talebelik programına riayet ederler; bizler de -işçi, memur, esnaf, sanatkâr, tüccar ve hangi meslekten olursak olalım- günlük işlerimizden artan zamanımızı “faydalı ilimlerle meşgul olan bir talebeliğe” tahsis edebiliriz. Böylece ilimle ve bunun yanında  devam edeceğimiz dua ile, her gün bir önceki güne nazaran daha fazla tekemmüle çalışabiliriz.

Atalarımız, “Azmin elinden hiç bir şey kurtulmaz.” sözünü mübalağalı olarak söylemiş ve Allah istemedikçe sadece bizim istememiz yeterli olmamasına rağmen,  insan niyet ve azim ile her gün ilimle meşguliyete de azmetmeye ve buna da zaman ayırmaya çalışmalıdır. “Vaktim yok”, “Akşamları yorgun oluyorum, dikkatimi teksif edemiyorum”, “Televizyonda haberleri ve bir diziyi seyrediyorum”.. vb. sözler bu mevzuda geçersiz bahanelerdir. Çünkü “ilimle ve dua ile meşguliyete” nisbeten çok daha önemsiz işlere günlük yaşayışında yer veren insan istese, ilimle ve dua ile meşguliyete de her gün zaman ayırabilir.

Bu dünya hayatımızda her gün birini daha geride bıraktığımız günlerimizi geçirirken, kendimizin ve bakmakla mükellef olduklarımızın maişetini, sözlü ve fiilî dualarımızla talep etmekten elbette geri kalmamalıyız. Fakat bunun yanında, “bize faydalı olan ilmi” her gün talep etmekle talebeliğimizi de  ihmal etmemeliyiz. Bu “talebeliğimizin icabı” olarak, bize ve aile efradımıza faydalı kitapları bulup günlük hayatımızın münasip zamanlarında okumalı, mevzuları üzerinde düşünmeye ve düşündürmeye çalışmalı; en yakınlarımıza öncelik vererek, onları başkaları ile de paylaşmalıyız. Bizzat -veya o mümkün olamazsa, internet vasıtasıyla- ilim meclislerine iştirak etmeli; faydasız veya günahlı konuşmalarla geçebilecek sohbetleri de “ilim meclisi” haline getirmeye ve bu şekildeki talebeliğimizi, iki cihetle “hayrı tahsille” yapmaya çalışmalıyız.
Prof. Dr. Mustafa Nutku

Bir zamanlar böyleydi…

14 daireli apartmanın kapısından giren biri genç diğeri orta yaşlı iki kişi, apartmanın giriş holünün karanlığında bekleyen birkaç adam gördü ve onlar başka hiç bir şey söylemeden, sadece kendilerine yukarı katlara çıkmamalarını ve biraz beklemelerini söylediler. Kendilerine bunu söyleyenlere, genç olan:

“–Bir cinayet falan mı olmuş?” diye sordu, cevap alamadı. Tekrar sordu:

“–Yukarıya niçin çıkılmıyor? Bir hırsızlık mı var?”

Bu sorulara cevap vermeyen o adamlardan biri, o sorulara kendisi de bir soru ile mukabele etti:

“–Siz kaçıncı daireye gidecektiniz?”

“–Giriş katına…”

“–Öyleyse, çal zilini..”

Genç adam giriş katının zilini çaldı. Tekrar çaldı. Açan olmadı. Giriş katının penceresinde hiç ışık görünmüyordu. Saatine baktı. “Herhalde yatmışlar, uyuyorlar dedi. Birlikte geldiği kişiyle oradan  ayrılmağa teşebbüs ederlerken, polis olmaları muhtemel adamlar onlara:.

“–Biraz bekleyin” dediler.

Genç adam bu defa sebebini sormadı. Belki apartmanın üst katlarında kumarhane, kaçakçılık veya başka kanun dışı işlerin yapıldığı polisler tarafından öğrenilmiş bir daire vardı. O polisler belki bir suç şebekesini kıstırmışlardı. Suçlularla suçsuzların karışmasını önlemek istiyorlardı. Kim bilir, belki de bir suçla ilgili yaptıkları baskının zaptı tutuluncaya kadar o bina polis tarafından kontrol altına almış olabilirdi.

Bu gibi düşüncelerle genç adam sırtını bir duvara dayadı; beklemeğe başladı. Gecenin bu geç vaktinde dışarıda tatlı bir serinlik, sokakta tam bir sükûnet vardı. Yalnız karşı kaldırımdaki sokak lambasının ışığı onu bu bekleyiş müddetince meşgul edebildi. Elektrik lâmbasından çıkan ışık, bazen tek ışın gibi görünüyor bazen de bir aydınlık hâlesi olarak intiba husule getiriyordu. Zihni bir an çağrışımla ona ışık hakkındaki fizik bilgilerini hatırlattı. Newton’un, Loui De Broglie’nin, Planck’ın ışık teorilerini düşündü. Bir fizik formülü ile tabiattaki bir hadiseyi izah ettiğini zanneden, bunun da ötesinde o hadise hakkında fikren, ruhen tatmin olma iştiyaklarını köreltmeğe çalışan, buna da ”akılcılık ve fencilik” adını verip, hiçbir şey bilmediğini bilecek kadar bile feraset gösteremeyenleri hatırladı. Kendi kendine düşündü:

“İlmin manâsı geniştir. Bütün ilimlerin başı olan marifetullah, Allah’ı bilmek ilmi de ilmin manâsına dahildir. Fen ilimleri, tabiatta vuku bulan olaylarda müşahede, tecrübe, deney, hesap gibi kendine mahsus metotlarla çalışarak açıklamalar yapmaya çalışan, formüller bulan, mevcut olan tabiat nizamının kanunlarını bu nevi usullerle keşfetmeye çalışan ilim nevileridir. Fen, “en hakikî mürşit” asla olamaz!. Ama, ilim güneşi büyük sahabî Hz. Ali’nin ‘Hayatta en hakikî mürşid ilimdir’ sözüyle bahsettiği ilmin ne demek olduğunu bilmeyerek, onu değiştirip söyleyen çok sayıda adamlar da var.” diyerek iç geçirdi.

   *  *  *

Sokak lambasının ışığı, karanlığı yırtmağa çalışıyor gibiydi. O lamba ışığını elektrik santralından alıyordu. Elektrik santralından dağıtımı yapılan elektrik enerjisiyle insanların yerleşim yerlerinde ayni anda binlerce ampuller ile karanlık deliniyordu. Bir ampulün ömrü bitse, yerine başkasını takıyorlardı.. Karanlık menfî bir şey olmalı.. Gündüz, güneş; gece ise lambalar ve güneşin ışığını aksettiren ay…

*  *  *

Polis olması çok muhtemel o adamlardan biri, apartmanın giriş holünde beklettiklerinden son gelen ikisine tekrar sordu:

“–Siz kime gelmiştiniz?”

“–Biz gazeteciyiz.”

“–Hangi gazeteden?”

“–(…) dan.”

Soru soran adam bir an durakladı. Sonra yukarıya çıktı, indi.

“–Gazeteciler gidebilir”, dedi. Şu anda hiçbir şey öğrenemezler. Diğerleri de. İsterlerse gitsinler.”.

Gazeteci olduklarını söyleyen genç, onunla birlikte gelen orta yaşlı adam ve diğer bekleyenler gittiler.

*  *  *

O gece gittiği apartmanın kapısında bekletilen genç adam, ertesi gün ve daha sonraki günlere ait gazetelerde, basılan kumarhane, fuhuş yeri, yakalanan katil, hırsız, kaçakçılar ve diğer polisiye suçlarla ilgili haberleri inceledi. O gece gittiği apartmanda polisler çok önemli bir baskın yapmış olmalıydılar.. O apartmanın semtinde ise böyle bir baskın ile ilgili hiçbir haber göremedi. Yalnız o semtte, kendisinin gittiği apartmana çok benzeyen büyük bir apartmanda dinî kitap okuyan 100 kişiyi tutuklayıp nezarete götürdüklerine ve ifadelerini alıp mahkemeye sevk ettiklerine dair bir haber gördü.. Buna biraz hayret etti, üzülür gibi oldu. Kendi kendine bu olayı izaha çalıştı. “Cinayet, kumar, fuhuş, hırsızlık, sahtecilik vb suç ama dindarlık da mı suç?” diye düşündü.

*  *  *

Kendi kendine bu konuda biraz düşünüp neticeye varamayınca, vaktiyle bir arkadaşının göndermiş olduğu mektup aklına geldi. “Orada galiba bunun izahı ile ilgili cümleler olacaktı.” dedi. Üşenmedi, o mektubu aradı; buldu. Mektup, 19 Mayıs 1966 da Berlin Teknik Üniversitesinde talebe lokalindeki bir konferanstan bölümler almıştı:

“İnkâr edilemez ki: Kâinatta dindarlık ile dinsizlik Hz. Âdem (a.s.) zamanından beri cereyan edip geliyor ve kıyamete kadar devam edecektir.

Dinsizliğe karşı dindarlığın bu zamanda takip edebileceği en selâmetli bir yol ve hareket tarzı: Aynen ihtiyar bir annenin evlâdlarını büyük bir tehlikeden kurtarmak için fedâkarca didinmesi gibi, akılları tenvîr ve kalpleri mutmaîn etmek için yılmadan şefkatle yapılacak ‘Nuranî bir müdafaa’ olabilir.

Tabiatçı felsefenin zulümâtı ile, medeniyetin seyyiatını mehâsin zannederek, beşeri sefahate ve dalâlete sevk eden Avrupa’nın bozuk kısmının tesiri altında bütün dünyanın, bilhassa İslâm âleminin ekser yerlerinde din, çeşitli tazyikler altında tutulmakta veya ihmâle uğramaktadır.

Dindarların, zalim düşmanlarına ve dinde alâkasızlara karşı aynen zalimlerin tarzında ve hattâ her çareye başvurarak haklarını müdafaa ve hâkimiyetlerini idame ettirmek ve dinde alâkasızlığı kırmak için; izafî adaletle iktifa, siyaset topuzuyla hareket ve menfî bir şekilde maddî ve manevî tahripten kaçınmayarak boğuşmaya atılmaları; çekici, fakat pek tehlikeli, gürültülü ve korkulu olup kazanç ihtimâli az olmakla beraber zarar ihtimâli pek fazla olan bir yoldur!.

‘Tam ve mutlak adalet’ dersiyle içtimâî hayatta emniyet, selâmet, insaf, uhuvvet ve muhabbeti temin ile ‘Kur’anî ve nuranî isbatlarla insanları ikna ve irşad etmek’ suretiyle tamirci ve müsbet bir tarzda gitmeliyiz.

Bununla beraber:

‘Vazifemiz hizmettir. Muvaffakiyet, muzafferiyet vazifemiz değildir. O, vazife-i İlâhiyedir. Vazife-i ilâhiyeye karışmak haddimiz değil.’ deyip dindarlığın özü olan ihlâsla Allah rızası için îman hakikatlerine hizmet etmekte maddî muvaffakiyeti esas tutmamalı; sırf ‘uhrevî neticeye’ müteveccih olunmalıdır.

…Bu milletin ve bu vatanın hayat-ı içtimaiyesini anarşilikten kurtarmak ve büyük tehlikelerden halâs etmek için beş esas lâzımdır ve zarurîdir:

Birincisi       : Merhamet

İkincisi         : Hürmet

Üçüncüsü    : Emniyet

Dördüncüsü: Haramı helâli bilip,  haramdan çekinmek

Beşincisi      : Serseriliği bırakıp itaat etmektir.”

Bunları okuyunca, sanki zihnini bir anda istila eden birçok soruya birden cevap bulmuş gibi derin bir nefes aldı ve haline şükretti. Sonra, iki gün evvel giriş katındaki arkadaşını ziyarete teşebbüsü gibi, bu defa da ayni apartmanın üst katlarından birindeki polis tarafından baskın yapılan o dinî toplantıya ev sahipliği yapanın kim olduğunu öğrenmek, üzüldü ise onu teselliye, üzüntüsünü gidermeye çalışmak ve ona “Geçmiş olsun!” diyebilmek için, aynı adrese doğru evinden yola çıktı.
Prof. Dr. Mustafa Nutku

Deprem Kader Değil mi?

Bediüzzaman Hazretleri, bir risalesinde, “insanların ağzından çıkan ve küfrü işmam eden kelimeler var,” der ve inananların bu kelimeleri “bilmeyerek” kullandıklarını söyler.

Küfrü işmam eden, yani “koklatan, kendilerinden küfür kokusu gelen” kelimeler… Bu tesbiti okuduktan sonra ben de kelimeleri koklamaya çalışıyorum. Gün geçmiyor ki böyle bir sözle karşılaşmayayım. İşte onlardan biri:

“Deprem kader değildir!”

Uluorta söylenmiş bir söz. Kadere iman ölçülerine vuruldu mu, rahatsız edici bir koku yayıyor etrafa. Bu sözü, kaderin ne olduğunu bilen biri söylerse tehlike büyük. Ben iyiye yoruyor, “inanan” birinin “bilmeyerek” söylediğini düşünüyorum.

Deprem kader mi değil mi, bunu tahlil etmek için önce kaderin ne olduğunu hatırlayalım:

Kader, her olayın ne zaman ve nerede olacağının Allah tarafından bilinmesi ve takdir edilmesi. Her hâdise “mukadderdir,” yani yeri ve zamanı ezelden belirlenmiştir. Kâinatta olup bitenler gibi, olacaklar da Allah tarafından bilinir. İlâhî ilmin dışında kalan hiçbir olay düşünülemez.

Her ne oluyorsa, adına kısaca “kader” dediğimiz İlâhî ilmin sınırları içinde olmaktadır. Kâinatta tesadüf yok, tevafuk vardır. Bütün yerleri ve bütün zamanları kuşatan kader hakikati tesadüfe meydan bırakmamıştır.

Deprem, ya bir ilim ve irade dahilinde oluyor veya tesadüfen. Başka türlü ifade edersek, bu nevi olaylar ya Allah Tealâ’nın ilmiyle, iradesiyle ve kudretiyle meydana geliyor veya kendi kendine.

Deprem de bir fiil. Her fiil gibi elbet failini gösteriyor. Dünyayı yoktan var eden, onu güneşin etrafında bir uzay gemisi gibi uçuran, büyük bir sistem dahilinde mevsimleri değiştiren, yeryüzünde bitkileri, hayvanları, insanları halkeden, sayısız işleri vakti vaktine, şaşırmadan, akıl almaz bir ölçüyle düzenleyen, nihayetsiz ilmi, iradesi ve kudretiyle atomları mucizevî bir şekilde yan yana getirip harikulâde eserler yaratan Allah, kendi mülkünde meydana gelen ve yokluk karanlıklarından çıkardığı insanları yakından ilgilendiren deprem gibi önemli bir hâdiseyi bilmesin, irade etmesin, başıboş bıraksın, tesadüfe havale etsin… mümkün mü!

Kâinattaki her olay gibi, deprem de Allah tarafından bilinmektedir. Ne zaman ve nerede deprem olacak, nasıl olacak, neticesinde kimler ölecek, kimler kurtulacak bütün bu unsurlar, bütün ayrıntılarıyla kaderde mevcuttur.

Bu temel hakikati böylece tesbit ettikten ve imanımızı tazeledikten sonra şimdi başka bir hususu inceleyelim.

Biri çıkıp diyebilir ki: “Biz bu cümleyi kaderi inkâr etmek ve depremin tesadüfen meydana geldiğini söylemek için kullanmıyoruz. Maksadımız, insanları tedbire davet etmek. Deprem kuşağında yerleşim birimleri kurmamak, deprem ihtimalini daima göz önünde bulundurarak binalar yapmak, inşaatlarda depreme dayanıklı ve hafif malzemeler kullanmak gibi tedbirlerle bu felâketin zararını bir derece önleyebiliriz. İşte biz, bu noktaları hatırlatarak ihmalcileri ikaz etmek istiyoruz.”

Eğer söylenmek istenen bu ise, hata kullanılan kelimeden kaynaklanıyor demektir. Biz de bu ihtimali nazara aldık ve bu sözü söyleyenleri bir çırpıda küfürle itham etmeyip, ihtiyatlı davranarak “inananlar bilmeyerek kullanıyor” dedik.

Körü körüne teslimiyetçiliğe “kader” deyip, tedbirler almayı “kaderi değiştirmek” diye ifade etmek yanlıştır. İslâmî tevekkül anlayışı hiçbir tedbir almadan sonucu beklemek değildir; elden gelen her şeyi yaptıktan sonra teslimiyetle neticeyi beklemektir. Sebeplere teşebbüs edip, sonucu Allah’tan istemektir. Çünkü, sebepler bir araya gelmekle mutlaka netice hasıl olur diye bir kural yoktur. Sebepler yaratıcı değil, birer vesiledirler. Tedbir için her ne yapılırsa yapılsın, yine de neticeleri yaratacak olan Allah’tır.

Tedbir alınsın veya alınmasın, her iki halde de olup bitenler ‘kader’dir. Tedbir almakla kaderin dışına çıkılmaz. Gemi rota değiştirmekle okyanustan çıkmış olmaz. Biz insanlar kader okyanusunda yüzen birer gemi gibiyiz. Rotamızı ne yana çevirirsek çevirelim, tedbir alalım veya almayalım o ilim okyanusundan ayrılmış olmayız. Tedbir almamaya kader deyip, tedbir almayı kaderden kurtulmak zannetmenin doğru kader inancı ve anlayışıyla hiçbir alâkası yoktur.

Hâller değişir, ama kader değişmez. Meselâ, bir fakir çalışıp zengin olmakla “Ben kaderimi değiştirdim,” diyemez. Değişen onun hâlidir, fakirliğin yerini zenginlik almıştır. Şöyle demesi gerekir: “Benim kaderimde önce fakir olmak, sonra da çalışıp zengin olmak varmış.”

İslâm bize, “Kadere inanıyorsan tedbiri bırakacaksın,” demiyor. Aksine, önce tedbir alıp, sonra tevekkül etmemizi istiyor.

İnsanın her ameli ve her sözü kulluğunun ifadesidir. Başıboş bırakılmayan ve bütün varlıkların üstünde bir önem sahibi olan insanın her sözü lehine veya aleyhine şahit olarak kullanılacaktır. Söylediği sözler, kâtip melekler tarafından yazılmakta ve Allah tarafından işitilmektedir.

Bazen bir cümle bizi yücelerin en yücesine çıkarır, bazen da bir söz aşağıların en aşağısına düşürür. Söyleyeceğimiz her kelimeyi İslâm terazisiyle iyice tartmak zorundayız.

Ağızdan çıkan yanlış kelimeler, tabancadan rastgele atılan mermilerden daha az tehlikeli değildir! Bizi gözetleyen, her söylediğimizi işiten, bütün amellerimizi yazanları unutmayalım. İçimizde kendi söz ve davranışlarımızı elekten geçiren bir sansür müessesemiz olsun.

Ömer Sevinçgül – Zafer Dergisi

İmanlar Çizilmesin

Yıllarca her gün İstanbul trafiğine çıkıp da arabasını çizdirmemek bugüne kadar kaç kişiye nasip olmuş bir ayrıcalıktır, bilemem. Fakat ondan çok daha zor olan birşeyi biliyorum:

Bugünün toplumu içinde bir hayat yaşayıp da imanını “çizdirmemek”…

Problemi daha da ağırlaştıran, imanımızın hasar gördüğünü çoğu zaman fark etmeyişimizdir. Arabasının boyasındaki ufacık bir çizik için hemen pasta-cilâ yaptırmaya koşan nicelerimiz var ki, ebedî hayatının yegâne sermayesi olan imanları hergün bir taraftan darbe yediği halde, bunu problem olarak dahi algılamıyor.

Buna karşılık, memlekette tek bir kişinin imanını sağlam bırakmamaya azmetmiş olan bir kısım mihraklar, hergün yeni bir kılığa bürünen tuzakları yolumuzun üzerine yerleştirmeye  devam ediyorlar.

***

Balkonuna bir kuşun yuva yaptığını sosyal medyada duyuran bir vatandaşın notuna, bir başkası “Ne mutlu size, bu iş için doğa sizi seçmiş” diye cevap veriyor! Bu cümleye imza atan bir kimsenin Müslümanlığına şahitlik edebilir misiniz?

Daha önce de, hatırlanacağı gibi, Müslüman memleketinde doğaya şükürler sunan bir ilânla malını satan firma, karşılaştığı onca tepkilere rağmen geri adım atmamış; yıllarca aynı duyuruyla ürününü satmaya devam etmişti. Belli ki bilerek bu işi yapıyor ve sonuç da alıyordu. Peki, bu ürünü bu kepazeliğe rağmen birkaç dakikalık menhus bir damak zevkinin hatırı için satın almaya devam edenler neyin sponsorluğunu yaptıklarını biliyorlar mı? Yahut, daha da kötüsü, bilmek istiyorlar mı?

Münhasıran Yer ve Gökler Rabbine ait olan şükrün mercii olarak doğa’nın gösterilmesi neredeyse yadırganmaz oldu. Artık “doğaya şükür” gibi sözler, birbirinden örnek alan insanların dilinde fütursuzca dolaşabiliyor. Şimdi ise, bunun bir adım ötesine geçilmiş, duaların mercii olarak da “evren” gösteriliyor. Eriştiği nimetler için şükran duygularını doğa’ya sunanlar, erişmek istedikleri nimetler için de evrene yöneliyor, dileklerini ona sunuyorlar. Ve, Allah’ın dualara cevap vereceğinden emin olan kullar gibi, onlar da evrene sundukları duaların mutlaka kendilerine kabul edilmiş olarak geri döneceğine dair bir tür “iman” besliyorlar.

***

“Bir ateistin en talihsiz ânı, şükretmek isteyip de şükredilecek birisini bulamadığı andır” diyor Dante Gabriel Rossetti. Doğayı, evreni karşılarına alıp onlara şükür ve dileklerini sunmak, onları bir nebze olsun rahatlatıyor olmalı. Toplum içinde alenen Allah’a şükretmekten ve Ona niyazda bulunmaktan sıkılanlar da belki bunu bir çıkış yolu olarak görüyorlardır, kimbilir?

Ne yazık ki, bu niyaz ve şükürler sadece belirli kişilerin şahsî tercihleri olmakla kalmıyor, medyada sistemli bir şekilde işlenerek toplum içinde yaygınlaştırılıyor. Bu konuda en önemli rolü de dizilerin üstlenmiş olduğunu anlıyoruz.  Bir dostumuz, “Şimdi evrene dua edelim” şeklindeki bir ifadeyi son zamanlarda en az dört beş defa muhtelif dizilerde işittiğini söyledi. Bu durum, evrenperestlik gibi bir itikadı halk arasında yaymak hususunda televizyon dizilerinin bir misyon üstlenmiş olduğunu göstermiyor mu?

***

Kurt gövdenin içinde ilerliyor, fakat bu bize bir rahatsızlık vermiyor. Çünkü tehlikeyi vaktiyle fark edip de ondan korunma yollarını araştırmış değiliz. Hoş, fark etsek de fazla birşey değişecek değildi. Tiryakisi olduğumuz bir diziyi veya zıkkımlanmaktan bir türlü vazgeçemediğimiz bir içeceği gözden çıkarmak, imanımızı tehlikeye atmaktan daha ürkütücü geliyor bize. Birileri de bizim bu zaafımızı çok iyi bildiği için, bizi yoldan çıkaracak ifadeleri ustalıkla beynimize çakıyor.

Evvelâ biz bu sözleri işite işite yadırgamaz oluyoruz. Daha sonra aynı sözler yavaş yavaş bizim lisanımıza da bulaşıyor. Bu safhaya geldiğimizde zaten hassasiyetlerimiz bütünüyle devre dışı bırakılmış olduğu için, işittiklerimiz veya söylediklerimiz, bizde herhangi bir alarmı tetiklemiyor. Derken, bir de bakmışsınız, o menhus sözler sıradan insanların konuşma ve yazışmalarında boy göstermeye başlamış bile!

Oysa dilde hafif, cezada çok ağır nice sözler var ki, hiç düşünülmeksizin ağızdan çıkar, sonra da sahibi için ebedî bir pişmanlık sebebi olur. Bunların başında imanı “çizdiren” sözlerin geldiğinde hiç şüphe yoktur. Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamayacağını açıkça ilân ettiği gibi (Nisâ, 4:48, 116), ebedî hayatın güvenliğini de “imanına şirk bulaştırmama” şartına bağlamıştır (En’âm, 6:82).

Bu kadarı, imanı çizdirmemeyi hayatın en önemli becerisi olarak görmek için yetmez mi?

ÜMİT ŞİMŞEK

Çocuklara Din Terbiyesi Verme Usulü (Çocuk ve İslami Eğitim-1)

Çocuk ve İslami Eğitim-1

Nasıl Başlamalı?

Konunun özü itibariyle çok kapsamlı olması dolayısıyla, yazı dizisi şeklinde devam etmenin daha doğru olacağını düşündüm. Ve bu bağlamda, öncelikli olarak yer verilmesi gerekenin, en sık sorulan “nasıl başlamalı” sorusu olduğuna kanaat getirdim.

Bir önceki yazıda, çocukta dini eğitime başlama noktasında acele edilmemesi gerektiğinden, Kuran öğrenimi, sure ezberleme gibi konuları çok erken yaşta dayatıp çocuğu bunaltmamak gerektiğinden, çocuk bunu sıkılmadan yapıyor olsa bile, ilk etapta önemli olanın bu olmadığından bahsetmiştik. Peki bu işin tohumlarını nasıl atacağız? Nereden başlayacağız?

Çocukta müspet anlayış küçük yaşta şekillenemediğinden, bir an önce Allah, melek, şeytan vs. gibi kavramları çocuğun zihnine yerleştirmemek lazım. Acelemiz yok, çocuk büyüdükçe zaten bir farkındalık oluşacak. Anne-babanın evde kıldığı namazını, tuttuğu orucu, her gün okunan ezanları ve bunların kim için yapıldığını sorgular hale gelecek. Biraz daha beklemek gerek. Ayrıca çocuk zihninde somutlaştırmak isteyecek ve bazen istemediği durumlar karşısında “çünkü Allah istiyor” cevabı vermek çocuğu kızdırıp, Allah’a kötü söz söylemesine neden olabilir. Neticede o, ne olduğunu bilmediği ve sizin deyiminizle Allah olan varlığın, canlı kanlı somut bir şey olduğunu düşünerek hakaret de edebilir, abuk sabuk iltifatlar da.

Örneğin: Yağmur yağıyor oğlum bugün dışarı çıkamayacağız. “Bana ne ya yağmasın yağmur neden yağıyor ki!” Çünkü Allah istedi oğlum. “Bana ne ya, Allah istemesin. Ben o Allah’a…” Çok korkunç bir sahne değil mi? Gerek yok, bu durumlara ne çocuğu ne kendinizi düşürmeyin. Çocuk zaten Allah kavramını duyacak ve bilecek. Mesela yemek yedikten sonra Allah’a şükür demeyi öğrenecek, millet birbirine Allah cezanı/belanı versin diye bağırıp çağırırken duyacak(sizden duyacak demiyorum, milletten!). Ama sizin özel bir farkındalık oluşturmak adına bunu yapmanız yanlış olur.

Bizim başlangıç noktamız çocuklara manevi boyutta bir din yerleştirmektir. Din dediğimiz şey, kelime itibariyle de bir hayat tarzı demektir zaten. Çocuklarımıza aşılamamız gereken şey, Kuran ve sünnete uygun, hayatı hadislerle/sünnetlerle çevrili ve bundan sebep güzel ahlakı barındıran bir hayat tarzıdır.

Bunun için henüz bebekken bile her yemek yedirişimizde onun duyacağı şekilde besmele çekmek, doyup da ağzını silerken Elhamdulillah demek, yine hapşurduğunda Elhamdulillah demek, giyinirken önce sağ taraftan giyinmek vs gibi günlük hayatta yaptığımız her hareketi sünnete uygun bir şekilde yapmaktır. Esasen çocukların rol model alarak öğrendiğini düşünürsek, bunları zaten biz hayatımızda uyguluyorsak, yani bizim hayatımız ne derece Kuran ve sünnetle çevriliyse, çocuk o derecede bunu kendi yaşantısına geçirecektir. Bu nedenle de, çocuğu eğitmeden evvel, anne-baba olarak kendi hayatımıza dönüp bakmak ve esas kendimizi eğitmeliyiz.

Baba kapıdan içeri her girdiğinde ev halkına selam veriyor mu? Ya da anne günlük hayatta ne derece sünnete uygun yaşıyor? Bunlar çocuğa öğretilen şeyler değildir. Çocuğun edinmesi gereken şeylerdir. Daha önce dil gelişimi ile ilgili bir yazımda da edinme ve öğrenme arasındaki farktan bahsetmiştim ya, işte bu durum, bu konuda da özellikle geçerli. Çocuğa “şunu yap, şunu de!” demeyeceksiniz. Çocuğa yemeğe başlarken “bismillah de!” demek yerine, her yemekte sesli bir besmele çekerseniz, o gereken mesajı alacaktır. (hatırlatma babında söyleyebilirsiniz oğlum/kızım bismillah dedin mi diye, ama bu, çocuk bunu hayatına soktuktan sonra olmalı. Yani çocuk zaten bu alışkanlığı kazanmıştır ama arada biz de unutuyoruz sonuçta, unutmuştur. Siz hatırlatabilirsiniz. O zaman zaten, size ters ters bakmak yerine “aaa anne, unutmuşum yaa… Bismillah!” diyecektir.

Bizi her gün namaz kılarken gören çocuğumuz, bebeklikten taklide başlar zaten. Biraz daha büyüdüğünde ona minik bir seccade alabilirsiniz. Okumayı bilmese bile kendine ait bir Kuran’ı olmalı. Tabi bu da biraz daha büyük yaşta, yırtmayacağı, sağa sola atmayacağı, kısaca elinde oyuncağa çevirmeyeceği bir yaşta iken. (3-4 yaş. Çocuğun durumuna göre değişir tabi).

Etrafını Kuran ve sünnetle çevirme konusunda biz ona örnek teşkil etmeliyiz dedik, bunu büyük ölçüde başardık diyelim. Bu işin daha kolay olan kısmı, yani emri bil maruf dediğimiz iyiliği emretme kısmı. Peki nehyi anil munker kısmı (kötülükten men etme) ne olacak? İyi şeyleri hayatına yerleştirmeye çalışmak, kötü şeylerden uzak tutmaya çalışmaktan çok daha zor. Çünkü bu kısımda biz yetişkinler ziyadesiyle tökezliyor durumdayız. Çocuk da rol model alarak öğreniyordu ya hani!

Yanında başkaları hakkında konuşulması, gıybet edilmesi, çocuğa nasıl bir ahlaki değer olarak döner düşünsenize. Yanında yalan söylenmesi, yalanı şaka yollu söyleyerek “ben yalan söylemedim ki oğlum, şaka yaptım” denmesi, “şaka bile olsa yalan söylemeyin!”* emrine ters düşmüyor mu? Anne konu komşu çekiştirmesinde, bana işyerinde binbir dümen peşinde iken, eve gelip cemaat şeklinde namaz kılmaları, çocuğa dini eğitim vermek mi demek olacak? Yukarıda da değindiğim gibi, biz çocuğumuzdan önce kendimizi eğitirsek, gerisi Allah’ın izniyle çorap söküğü gibi gelecek; zira “balık baştan kokar!”.

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır