Toprak tarafından yazılmış tüm yazılar

Yasak Ezan

Bayram süresince, sevgili kardeşim Yusuf Özkan Özburun’la İHH’nın Tacik müslümanları için topladığı kurban yardımlarını dağıtmak, kurbanların kesimine nezaret etmek üzere Tacikistan’da olduk.. Yüzde 97’si müslüman, idarecileri de müslüman olan bir memleketin başkentinde (Duşanbe) ezan sesinin yasak olduğu için hiçbir vakit duyulmayışının hüznüyle, komünist rejimin tasallutundan resmen kurtulmuş olmakla birlikte hala daha psikolojik ve sosyal olarak kurtulunamadığını görmenin şaşkınlığı ile, her şeye rağmen yaya kaldırımına ayak basan yayaya ülkemizde gösterildiğinin bin katı saygı gösterildiğini görmenin tesellisiyle, yine her türlü yoksulluğa rağmen insanların gönüllerinin zengin olduğunu görmenin huzuruyla, bayram boyu her evde her gelene hiç kimlik sormaksızın dilediği kadar yiyebileceği ve ardından çekip gidebileceği özel bayram sofralarının hazırlandığını, bu sofraların bayram boyu hiçbir saat kaldırılmadığını görmenin sevinciyle, böylesi fakir kardeşlerimizin evlerini ve yurtlarını huzurumuzun zekatı olarak görmemiz gerektiğini farketmenin itminanı ile sizi selamlıyoruz

Senai Demirci

Asıl Cesaret

Her dönemde öne çıkan bazı değerler oluyor ve biz her şeyin onlardan ibaret bulunduğu şeklindeki hatayı, çeşitli farklarla fakat aynı mantıkla her dönemde yapıyoruz. Hiç değişmiyor bu. En son Tanzimat’tan beri aynıyız. “Devlet de hatalar yaptı”. Tamam, kabul. Fakat her şeyi devletin hatası olarak göstermek abartısı farz mıdır? Sol-sağ kavgasında provokasyon vardı. Tamam vardı. Peki, başka şey yok muydu? Olaylara karışanlar kuzu muydu, melek miydi? Hakikaten hayret edilecek bir haldir. Okumada terkip yapamıyoruz ki, analizlerimiz işe yarasın. Eksik verilerle dar alanda analiz ne ifade edecek?

Eylem yapan solcularda da sağcılarda da basiretsizlik vardı. İki taraf da şiddete meyilliydi ve düşünmüyorlardı. Bu gerçeği niçin görmezlikten gelelim? Kışkırtıyorlarsa, aklını kullan kışkırma kardeşim! Kocaman adam olmuşsun. Cebir geometri biliyorsun, edebiyat biliyorsun, sosyal biliyorsun. Ne kadar okumasan, mecburen yine okumuşsun. Apaçık şeyleri nasıl göremiyorsun? Niçin biraz düşünmüyorsun? Sen düzen yıkıp düzen kuracak yaşta ve başta mısın? Herhangi bir darbe olsa ülkeyi size mi yönettirecekler? Önce sizi toplayacaklar, hizaya getirecekler. Açık değil miydi bunlar?

Pozitivist ve ateist geleneğe kaba saba bağlılık gösteren şiddetten darbeden devrimden yana bir sol moda oldu, hiç düşünmeden birileri bunun peşine moda aşkına sarıldı, buna karşı da, bir şiddet tepkisi ideoloji meydana getirildi; millet bunları sadece hayretle seyretti. Bu fırtınanın geçmesi için 20 yıl bekledik. 1950’lerde olmayan şeyler 1960’larda birdenbire nasıl var oldu? Böyle bir sosyolojik süreç olur mu? Böyle gelen, geldiği gibi gider. Hiçbir birikim artısı ve izi bırakmadan, sadece hasar bırakarak… Hâlbuki aklı başında bir sol olabilirdi, aklı başında bir milli-manevi-muhafazakâr bir toparlanma onun yanı sıra gelişebilirdi. 80’li yıllarda ders aldık ama, hep tepki dersleri aldık. “Okur-yazar-düşünür-hisseder” olmamızda doğru dürüst gelişmeler yaşanmadı. Bankerler faslını hatırlayın; millet faiz bile değil, tefeci kuyruğuna girdi! Yüzde yüz, yüz elli dağıtacak olanların peşine takıldı! Dün sokağa çıkamıyorduk, ardından da böyle olduk. Uyduruk ideolojiler yerini depolitizasyon sürüklenmelerine bıraktı.

Uzatmayalım, uzatırsak tadı kaçacak. Tehlikeler de tepkileri de, iyileşmeler de faydaları da, modacı abartılara maruz bırakılıyor. Bir dönem bile itidale misafir olamıyoruz! Şöyle aklı başında, dengeli, istikametli, huzurlu, tedbirli, düşünceli, verimli bir hayatımız olamıyor. İyiye gidişlerimiz bile, akıl almaz falsolarla ve ihmallerle dolu. Bizim dünyamız böyle dönüyor.  Menderes döneminde de, yapılmaması gereken bazı şeyler yapıldı. Hiç lüzumu yoktu. Kırşehir’i ilçe yapmak neyin nesiydi? Olacak şey miydi? Misal olarak söylüyorum, başka şeyler de vardı. Demirel, “41’lerin ayrılışı benim hatamdır, isteseydim idare ederdim” dedi. Özal, “Siyasi yasakları savunmam hataydı. Haklarını ben vermeliydim” itirafında bulundu. Peki, bunlar niçin oluyor? Tabir caizse, rüzgâra kapılmaktan. Zaten moda rüzgârı da nefsaniyet rüzgârıdır. İfrat yazılar ve sözler, cesaretten değil, modadan haz duyan nefsimizdendir. Dikkat edin, bu yazıların ve sözlerin hepsi modanın akıntısı ve rüzgârı yönündedir.

Asıl cesaret isteyen itidal duruşudur, özeleştiridir, nefsini yenmektir, otokontroldür, şaha kalkmış ve öfkeye heyecana kapılmışken de haksızlık ve hata yapmama basiretidir. Zor olan, cesaret isteyen budur. Modaya akıntıya, sürüklenişe, fırtınaya karşı kişilik direnci gösterebilmektir. Özel sorumluluklar taşıyorken, başarılı işler yapmanın gururu içindeyken, hata yapmama duyarlılığı daha da artmalıdır. Çünkü o zaman nefsanî rüzgârlar da esmeye başlar. Mesela arabayla sürat yaparken cesaret gaza daha çok basmak değil, o psikolojiden kurtulup muhtemel riskleri ve tedbirlerini düşünebilmektir. Öbür türlüsü bir nevi sarhoşluktur, kendini salmaktır. Sarhoşluğun verdiği cesaret tehlikeyi unutma gafletinden ibarettir. Realiteye toslayıp ayılınca korkudan titremeye başlarsın.

Ahmet Selim
Fotograf : Flickr Doganu

Hazır Cevaplar

Hazır Cevaplar aynı dini paylaşmak
Eski ağır siklet boks şampiyonu MuhammedAli, 11 Eylül günü yerle bir olan Dünya Ticaret Merkezi’ni olaydan bir ay kadar sonra ziyarete gittiğinde, gazeteciler kendisine; “şüpheliler ile aynı İslâm inancını paylaşmasından dolayı neler hissettiğini” sorarlar. Muhammed Ali nazikçe cevap verir:
Siz Hitler’le aynı dini paylaşmaktan dolayı ne hissediyorsunuz?
Ne Mümkün? Son derece cahil bir arkadaşı, Mustafa Nihad Özön’e ilim satmak isteyen bir tavırla:
—Seninle aynı zamanda aynı şeyi düşünsek, buna telepati mi derler? diye sorunca, ondan şu cevabı almış:
Hayır, dostum, buna mucize derler!...
Seneleri Saymak Yazarlarımızdan Selim Gündüzalp ve Ali Suad, yolda bir ihtiyara rastlarlar. Selim Gündüzalp, ihtiyara selam verir, hâlini hatırını sorar ve yaşını merak ettiğini söyler. İhtiyar bu soru üzerine duraklayınca, Ali Suat onun yerine cevap verir:
— Söyleyemeyecek kadar çok!..
Yeni metod Nezle’ye karşı keşfedilen yeni bir ilaçtan bahsedilirken, orada bulunanlardan biri Dr. Fahri Can’a sormuş:
”Yeni ilaç kullanıldığında nezle kaç günde geçiyor?
Fahri Can ”iki haftada efendim” demiş.
Adam, sorularına devam etmiş:
—Peki ya kendi hâline bırakılırsa?
Doktor bey, biraz düşünüp cevap vermiş: —On dört gün sürer.

Selim Gündüzalp
Fotograf : Flickr denniseagles

Sevildiğini Bilene Yasak Sökmez.

İnsanın önünde hep bir deniz olur da, bir türlü girmeyi akıl edemez ya… Olur böylesi tuhaf nasipsizlikler. Çok yakın zamanda bir ayetin sonsuz ılık maviliğine dokundu kalbim. Gözlerimin önünde yıllar yılı dururken, bir türlü gönlümü sokamamışım içine… Şimdi girdim mi denize peki? Yeterince daldım mı? Sonsuza temas da sonsuzdur elbet.

İnsan, sonsuzdan nasibini sınırlayabilir mi? Şimdi bu yazıyı “ben keşfettim” edasıyla yazmak bile keşfin “daha daha”sına saygısızlık olabilir. Hiç şüphesiz keşfedilecekler keşfettiklerimizden çok fazladır. Yine de keşfedilen kadarıyla paylaşalım. Birlikte dokunalım bu sözün sonsuz derin maviliğine. Adresini vereyim: Al-i İmran: 31 “De ki...” diye başlıyor. İşte bu “de!” hakkında “de!”necekler var. “De!”meyi Elçisi’ne bırakıyor Söz’ün Sahibi. Niye ki? Çünkü, az sonra Elçi’ye tâbi olmaya davet edecek bizi.

Ama Elçisi yapsın istiyor bu çağrıyı. Kendisi çağırmıyor Elçisi adına. Elçisi çağırıyor. Rabbani nezaketiyle önce Kendisi “ittiba etme” örneği veriyor bize. “De ki, Allah’a muhabbetiniz varsa, bana ittibâ edin ki Allah da size muhabbet etsin…” yerine şöyle de diyebilirdi: “Bana muhabbetiniz varsa Elçime ittibâ edin ki Ben de size muhabbet edeyim….” Hem böylece “De ki…” demeye de gerek kalmayacaktı.

Eğer öyle olsaydı, Elçi’ye tâbi olma çağrısı bu kadar beliğ olmazdı. Çağrıyı Elçi’ye bırakan, Elçi’ye ittiba etme örneği göstermektedir. Oysa Allah -haşa-mecbur değildir ittibaya, mecbur değildir önce Kendisinin ittiba ettiğini ima etmeye… Aslında “siz de mecbur değilsiniz!” mesajını bir dip akıntı olarak saklıyor ayet… Çünkü az sonra anlayacağız ki Elçi’ye itaate biz kullar “mecbur değiliz!” “O da ne?” dediğinizin farkındayım. Ne demekti “mecburiyet”? Zorunlu olmak. İçinde “zor” ya da “icbar” olan bir kelimenin Elçi’ye tâbi olmanın önünde ne işi var ki? Yakışık alır mı? Hele de bu “ittiba/uyum” çağrısının sebebi ve sonucu asla zorlamaya gelmeyen “muhabbet” ise… Gelin, Elçi’ye ittiba etme çağrısının şartına bakalım:

“Eğer Allah’ı seviyorsanız…” Elçi’ye tâbi olmanın sonucuna da bakalım: “ta ki Allah da sizi sevsin…” Ayette iki “sevme” arasında durur “ittiba etmek” Sevmek ile zorunluluk kelimeleri ne kadar da uzaktır birbirine! Zor varsa sevmek yoktur, hatta zorlanırsa insan sevdiğini bile sevmez olur. Muhabbetin olduğu yerde mecburiyete gerek yoktur, icbardan söz edilemez. “Zorla güzellik olmaz” sözünün derininde şu anlam da saklıdır: “Zorla güzellik kalmaz.” Zorlandığında bütün güzellikler tahrip olur.

Güzellik zorlamaya gelmez. Sevmek kalbin eylemidir; kalp ise zorlanamaz, zorlamaya gelmez. (Eğer kasların eylemi olsaydı sevmek, belki zorla sevilebilirdi, mecburen sevenler olabilirdi!) Elçi’ye ‘ittiba’nın iki ‘muhabbet’ arasında durması, bize “sünnet” diye belletilen davranışların içeriksiz kabuklardan ibaret olmadığını, sadece kaslarla değil kalple yapılan işler olduğunu hatırlatması için olmalı. Demek ki, sünnet kasların kasılıp gevşemesiyle değil en başta kalbin katılımıyla gerçekleşiyor. Allah’a muhabbetle başlamayan bir davranış, Allah’ın muhabbetini beklemeyen bir eylem, biçim olarak sünnet davranışına denk geliyor olsa da, özünde “sünnet” denmeyi hak etmiyor.

Tam burada yeniden düşünelim “sünnet” ve dahi farzları. Zaten farzlar da Hz. Peygamber’den[asm] çıktığı için de en azından “sünnet” değil mi? “Ya uyarsın, ya yanarsın!” şantajıyla mı çağrılırız Resulullah’a [asm] uymaya? Yüzümüzü yoktan var eden, aynaya baktığımızda bizi kendi kendimize yeniden sevdiren Yaradan niye bizi “zoraki” bir yolda beklesin ki? Kendi varlığımızdan ne kadar memnun isek, gözümüzün üzerindeki kirpiklere ne kadar itirazsız isek, O’nun bize çizdiği “yol”u zoraki bilmeden, zorlanarak değil, mecburiyet olarak değil, o kadar muhabbetle yapıyor olmalı değil miyiz?

Beni ben yokken bile seven, ben beni sevemezken de beni sevip özenerek insan diye var eden Yaradanım, beni niye “sevimsiz”, “lüzumsuz”, “faydasız”, “zoraki” bir yola çağırıyor olsun ki? Sevmeye bağlıdır Elçi’ye ittiba… Sevmene bağlı. Hem de Allah’ı sevmene.

“De ki,eğer sevmeye Allah’tan daha lâyık birisini biliyorsan, bana tâbi olma…” “De ki, eğer Allah’ı değil de bir başkasını sevmek senin için daha kârlı ve faydalıysa, bana uyma…” “De ki, seni hiç yoktan çıkarıp insan olarak var edeni sevmek sana zor geliyorsa, beni izleme…” Yine, “De ki, seni hiç kimsenin anmadığı günlerde anıp da herkesin anmaya değer gördüğü biri olarak seçen Rabbini değil de, yolunu hiç gözlemeyen, yokluğunda seni hiç anmayan bir başkasını daha çok seviyorsan, benim izimden yürüme…” Bir de, “De ki, eğer seni senin kendini sevmenden önce seven Bir’ini değil de, yeryüzünde yüzünün görünmediği binlerce yıl boyunca seni anılmaya bile değer bulmayan birilerini daha çok sevmeye değer görüyorsan, benim değil onların yolunda yürü…”

Sözün özü: Elçi’ye tâbi olmanın ön şartı, sevmek. Sevmekte zorlama yok. Sevmek, ite kaka olmaz, olamaz. Sevmek, yokuş yukarı çıkmak değildir. Bir akıştır. Gönüllü katılıştır. Yokuş yukarı da olsa, gönlünce yürümektir. Sevmekle yorulmaz insan. Sevmekle dirilir, diriltir. Kimseden zorla sevmek beklenmez. Öyleyse, “zoraki” değildir sünnetin hiçbir davranışı. Her ittiba çağrısının ikinci bir sorusu daha vardır: “Uyarsam n’olacak?

Nereye varacağım O’nun izinden yürürsem? Ne elde edeceğim, O’nunla yürüyerek? Rabbimizin buna cevabı da tanıdık ve sevimli: “sevilmek” “De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin…” Yani; “De ki, eğer Allah’tan başkası tarafından sevilmekle daha çok kâr edeceksen, bana itaat etmesen de olur.” Yine, “De ki, eğer Allah’tan başkasının seni sevmesi seni yokluktan, hiçlikten kurtaracaksa, benim izimden yürüme…” Yine, “De ki, hiç kimsenin hatırını saymayacağı, herkesin yokluğunu kanıksayacağı, seni unutacağı, seni unuttuğunu da unutacağı gelecek günlerde, Allah’tan başkası tarafından sevilmek seni toprağın altından çıkaracaksa, benim ardıma düşmesen de olur…” Bir de şöyle “De ki, eğer kusurlarına rağmen senin rızkını hiç kesmeyen, ayıplarını bildiği halde seni kimselere rezil etmeyen Allah değil de bir başkasıysa, bana tâbi olmasan da olur…” Ne güzel ki, ayet cümlesinin son ibaresi, Allah tarafından sevilmeyi zirve bir tasvire çıkarıyor: “öyle sevsin ki Allah sizi, günahlarınızı kusurlarınızı toptan bağışlasın. Adeta görmezden gelsin.” İşte bu yüzden, sanılanın aksine Allah’ın “emir ve yasaklar”ı yoktur. Yani, Allah, bize alışık olduğumuz anlamıyla “emir”ler yağdırmaz. Askeri anlamdaki “ast-üst ekseninde” anlaşılırsa haksızlık ederiz Allah’ın emirlerine ve yasaklarına… Muhabbetin olduğu yerde emir ve yasağa gerek yoktur ki… Muhabbeti hak etmeyenler kuru emirler yağdırır.

Sevilmeyenlere ve sevmeyenlere mecburen tâbi olunur. Zoraki uyulur. Muhabbetle başlayan ve muhabbetle biten sünnetin hiçbir yerinde “yasak” yoktur; “haram” vardır. “Haram” kelimesi “hürmet” kökünden anlamını alır. Yani müminlerin “yasak”ı “hürmet”ten kaynaklanır. Kuru ve inadına yasağı olmaz sünnetin. Hürmetin her zaman bir hedefi vardır. Muhabbet etmediğine hürmet edemez insan. Kime muhabbeti varsa, kimden muhabbet bekliyorsa, ona hürmet eder. Muhabbet ettiğinin ve muhabbet beklediğinin hürmeti hatırına kendine kimi işleri emreder ya da yasaklar. Bu yasak dışarıdan değildir; içeriden, içten geliyordur. Aynı şekilde, “farz” kelimesini de “zorunlu” olarak tercüme edemeyiz. Zorunlulukta gönüllülüğe yer yoktur; farzda gönüllük vardır. Allah’la yaşayan, Allah’ın hatırını sayar, Rabbine hürmet eder, Rabbine hürmet ederek “yapma!” dediğini yapmaz, “gitme!” dediği yere gitmez, “yeme!” dediğini yemez. Haramın ve emrin konusu olan her iş, o işle ilişki içinde olduğumuz her insan ve her şey, Allah’a tâbi olmanın görünen yüzüdür.

Hatırlayalım: Melekler ve İblis Âdem’e secde etmekle sınandılar; doğrudan Allah’a secde etmekle değil. Allah’a itaatleri Âdem’e itaatleri üzerinden test edildi. Melekler isteneni hemen yaptılar, itaat ettiler, hesap yapmaya kalkmadılar. Ama İblis gerekçe peşine düştü; çünkü Allah’ın hatırı yoktu üzerinde… “Evet ama…”larla kıvırmaya başladı.. “İyi ama, ben ateştenim Âdem topraktan…” demelere davrandı. “Ateş topraktan üstündür, ateş olan toprak olana secde etmez” dedi. İpe un serdi. Oysa, sorun toprak olan Âdem değildi, sorun toprak ya da ateş fark etmez, Âdem’e secde edilmesiydi… Meleklerin imanı, Âdem’in toprağında Allah’ın hatırını gördü; İblis ise Âdem’in toprağından başkasını görmedi. Böylesine kör olanlar ancak kuru emir ve yasaklardan anlarlar. Gönüllerine yer yoktur itaatlerinde.

Bu körlükle, kendisi topraktan Âdem ise ateşten olsaydı, secde eder miydi İblis? Asla! Ya da, kendisi topraktan, Âdem ateşten diye secde etmiş olsaydı, hakkıyla itaat etmiş sayılır mıydı? Hayır! Çünkü bu halde de Allah’a hürmet olmayacaktı. Örneğin bir mümin domuz eti yemez; bu bir haramdır. Bir mümin tesettürlü olmaya çalışır; bu bir emirdir. Domuz etiyle muhatap olurken, domuzla değil “domuz eti yemeyin!” diyen Rabbinin hatırına bakar. Domuz etinin zararlarının bilimsel açıklamalarına vs. dayandırmaz itaatini. Saçını saklarken, güzelliğini herkese göstermemeyi tercih ederken, saçlarının hatırından önce saçlarını ziynet diye veren Allah’ın hatırını görür, gözetir. Allah’ı “gören”in tesettürü gönüllü olur, zoraki değil. Demek ki tesettür tenine örtü örtmekten fazlası, Allah’ın hatırını bilecek kadar iman etmeyi içeriyor içinde. Bunun ise kılık kıyafeti olmaz; hatır bilmek başörtüsü bağlama biçimi gibi tartışılacak, ölçülecek, kesilip biçilecek bir şey değil ki. Allah’ın hatırına yemez, içmez mümin. Allah’ın hatırına örtünür ve saklanır. Bu yüzden tesettür de “iman eden erkek ve kadınlara” emredilir. Allah tarafından görüldüğüne iman edenler bakışlarını, saçlarını ve tenlerini “ziynet” diye bilir çünkü. Yoksa… Emir almaz; kadir bilir; emir telakki eder. Yasaklara aldırmaz; hatır sayar, kendine haram eder. Muhabbet’ten koparılmış her türlü uyum “ittibâ”nın nezaketini ihlal eder. Bu yüzden sevmeyi en çok hak edeni sevmek kadar dolu doludur sünnet. Sevgisiz uymaların her türü insan gönüllülüğünü ihlal eder. Ancak sevildiğini bilenlerin farkında olduğu içten bir nezakettir sünnet.

Senai Demirci

Zamanın Yusufları

Yusuf dedi: Biz metaımızı kimde bulursak, onu alırız…” [Yusuf, 12/79] Kıssada Yusuf’un tuzağının bir parçasıydı bu sözler..

Güzellerin eline geçmek istiyorsan, o güzellere layık bir dane olmalısın.

Hakk ki kendini “..tuzak kuranların en hayırlısı..” ilan etti, Yusuf’un ağzından bize böyle seslendi. Kardeşi Bünyamin’i yanına alabilmek için, yükleri arasına “bizim metaımız” dediği “saraylı bir kap” yerleştirdi.  Böylece Bünyamin kardeşlerinden temyiz edilecek, o alınacak, kardeşleri bırakılacaktı..

Rabbimiz de bize demek ister ki: “Sizi varlık kıtlığından çıkarıp, insanlık yükünü omuzlarınıza yükledim. Emanetim sizde. Hiç hak etmediğiniz halde, Benim muhatabım oluverdiniz. Hiç hakkını veremeyeceğiniz halde, Benimle sonsuz birlikteliğe aday oluverdiniz. Ama içinizde bana Bünyamin olacakları alırım yanıma… Yüklerinizi yüklenip ardınızı Bana döndüğünüz halde, ardınız sıra haberciler yetiştirdim. ‘Yükleriniz içinde metaımız var’ diye elçiler ve Kitap’lar gönderdim. Kalbiniz bana ait. Yalnız Beni sevmeye ayarlı. Yalnız Benimle razı olmaya razı. Sadece Beni anarak tatmin olur.

Şaşırdık hepimiz bu çağrı ile.. Çoktan dünyaya razıydık. Ötesini istemekten vazgeçmiştik. Fazlasını yanımızda bulacağımıza dair ümitlerimiz sönmüştü. Dünyayı yüklendiğimiz develerimizi durdurduk. Çoğaltma, biriktirme tutkumuzun iplerini gevşetip çözdük… Hırslarımızı doldurduğumuz yü(re)klerimizi omzumuzdan indirdik, istemeye istemeye.. Geri çağrılı olduğumuzu duyar gibi olduk.

Sonunda O’na döneceksiniz!” gerçeği ile didik didik edildi yüklerimiz. Bir tek Bünyamin’lerin yükünde çıktı kalb. İmanla dirilmiş kalp. Tevhidle kanlanmış kalp. Havf ve reca ile, korku ve ümitle bir kasılıp bir gevşemiş kalp..

Dediğince Geylani’nin:”Kalb, Allah’la olursa, Hakk onu sebeplere ve halka bırakmaz. Sebeplerle alışverişini keser. İşe yaramazların tezgahına yormaz. Düşük hallerini ayağa kaldırır. Rahmetinin kapısında oturtur. Lutfunun baş köşesinde uyutur.” Dediği gibi Hakk’ın: “Allah müşteridir müminlerin “Ben” dediğine ve “Benim” dediklerine, karşılığında cenneti vermek üzere…” Kendini “mümin” bilenin her hali, her işi, her sözü, her susması, her edası, her bakışı, her yürüyüşü, her duruşu… Allah’ı müşteri edercesine kıymetlidir, paha biçilmezdir.. Bünyamindir onlar.. Yusuf’ça güzellerin tuzağına layık daneler taşırlar içlerinde, işlerinde… Kalbin, Yusuf’un Rabbinin alıkoymasına değiyor mu? O’nun metaı var mı göğsünde? Dön de bir bak…

Size bir tuzak kurduk: Yükleriniz arasındaki “saraylı kap”ı göresiniz diye.

ÜçYusuf ÜçRüya ÜçGömlek kitabımız çıktı. “Kimse sınanmadığı günahın masumu değildir” gerçeğini bir kez daha hatırlatmak için. Kıssaların tarih olmadığını, Kur’ân’ın geçmiş zaman anlatıcısı gibi okunmayacağını uygulamalı göstermek için. En önemlisi de “Yusuf ile Züleyha aşkı”nın köpürtülmüş detaylarına hapsedilmiş, “masal kuyusu”na itilmiş, “hakikat gömleği yırtılmış” Yusuf Kıssası’nı özgür kılmak için.

Senai Demirci