Muhammed Numan tarafından yazılmış tüm yazılar

Ehl-i Sünnet müslüman ve pürmerak Risale-i Nur Talebesi instagram sayfası: risaleinurdan.vecizeler

Dimağın son mertebesi “itikad”

Dimağın son mertebesi “itikad” olarak bilinir. İtikat mertebesinde insan bildiği bir şeyi yapmaya inanır.

Kendisini ona adar ve onun için mücadele etmeye başlar. Hatta bu konuda hayatını feda etmek derecesine gelir. “Öldürseniz bundan vazgeçmem ve geçemem!” der. İşte bu itikad mertebesidir. Bu mertebede iman kemale ermiş ve kişi “İman-ı Kâmil!”makamına çıkmış olur. İtikad mertebesinde insan “hukuk-i diniye ve dünyevîyesi için canını feda eder; meşrû olmayan şeylere karışmaz.”1  Ayrıca “hakkı hak bilir, imtisal eder; batılı batıl bilir, içtinab eder.”2 Böylece “Her hâlde, beşerin bu umumî itikadı, mebadi-i zaruriyeden neş’et eden ve müşahedat-ı vakıadan hâsıl olan ve muhtelif emarelerden tevellüt eden hadsî bir hükmün neticesidir.”3

İtikad mertebesinden salâbet  doğar.4 İtikad, bir şeyi kalp ile tasdik, dil ile ikrar etmek demektir. Artık bu aşamada fikirler ve düşünceler düşünce ve fikir değil, inanç meselesi haline gelmiştir. Bu inancın da çok mertebe ve makamları vardır. Düşünce fabrikasının mahsul ve ürün verme merhalesi denilebilir. Salâbet-i diniye ve imaniye hiçbir zaman enaniyet ve benlik olamaz. Çünkü “Enâniyeti terk etmeyen, salâbet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terk eder.”5  Salâbet-i diniye ve imaniye, bütün Müslümanlar için şâyân-ı misal olan yüksek bir seciyedir. Bundan dolayıdır ki Müslümanlar salâbet-i imaniyelerinin ve ihlâslarının ayinedarlığını bizzat îfa ederler. Müslümanların maddî ve mânevî terakkileri “dinin evâmir-i kudsiyesiyle ve takvâ ve salâbet-i diniye ile olur.”6

“Evet, İslâmiyetin şe’ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salâbet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş’et eden taassup değildir.”7 “Dindeki salâbet ise; takva, hakta sebat etme ve ahlâkta metanet göstermektir.”8 Çünkü, her şeyden evvel Müslümandırlar, hem de salâbet-i diniyeyi taassub derecesine îsal eden hakikî Müslümanlar”dır9. “İman, mantıkî tasdikten terekküb eder.”10

Eğer denilse: İman kendi lâzımı ile birlikte mantıkî tasdikten ibaret olduğu halde, yine de onunla mükellef kılınmış. Halbuki mükellef olan şey ise, ihtiyarî bir fiildir. Bununla beraber imandaki lüzum, zarurî; onu tasdik etmek ise infiâlîdir. Yani fiile geçme durumudur?

Cevap: Teklif ise, mukaddematın tertibiyledir. (Yani meselâ evvelen iman, sonra tevhid, sonra teslim vesaire gibi…)11 Bunu teyiden “Demek, iman tevhidi, tevhit teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.”12

Bediüzzaman Hazretleri küfrün mahiyetinde bulunan ilim, yakîn, itikad, tasdik ve iz’an hallerini şöyle izah etmiştir.” Küfür, iki kısımdır. Bir kısmı, bilmediği için inkâr eder. İkincisi, bildiği hâlde inkâr eder. Bu da birkaç şubedir: Birincisi, bilir, lâkin kabul etmez. İkincisi, yakîni var, lâkin itikadı yoktur. Üçüncüsü, tasdiki var, lâkin vicdânî iz’anı yoktur.”13 Ayrıca itikad-ı küfriye, iki kısımdır:

Birisi: Hakaik-i İslâmiyeye bakmıyor. Kendine mahsus yanlış bir tasdik ve bâtıl bir itikad ve hatâ bir kabuldür ve zâlim bir hükümdür. Bu kısım bahsimizden hariçtir. O bize karışmaz, biz de ona karışmayız.

İkincisi: Hakaik-i imaniyeye karşı çıkar, muaraza eder. Bu dahi iki kısımdır: Birisi: Adem-i kabuldür. Yalnız, ispatı tasdik etmemektir. Bu ise bir cehildir; bir hükümsüzlüktür ve kolaydır. Bu da bahsimizden hariçtir. İkincisi: Kabul-ü ademdir. Kalben, ademini tasdik etmektir. Bu kısım ise bir hükümdür, bir itikaddır, bir iltizamdır. Hem iltizamı için nefyini ispat etmeye mecburdur.14

Fikir itikad mertebesine ulaşırsa kemalâta ermiş olur ve salâbete kavuşmuştur. Hem de iman hem tasdik, hem iz’an, hem iltizam, hem teslim, hem mânevî imtisaldir. Mü’mine-i arife olan nefis ise, herşeyi iman ve iz’an ile isbatlı olarak Allah’a verir. Risale-i Nur hakikatleri bu salâbet-i îmâniye mertebesini taşır. Onun için hakikat mesleğine lâyıktır. Risale-i Nur mesleği hakikat mesleği, talebeleri de salâbet-i îmâniyeye kavuşmuş olur. Bu sebepledir ki en tesirli, hatasız, selâmetli yol da bu zamanda Risale-i Nur yoludur.

Dipnotlar:

1- İşârâtü’l-İ’câz, 2013, s. 46.

2- İşârâtü’l-İ’câz, 2013, s. 46.

3- İşârâtü’l-İ’câz, 2013, s. 407.

4- Metanet, dayanma, sağlamlık, mukaddesatı korumak hususunda cesaret, metanet ve sebat gibi sıfatlarla muttasıf olmak.

5- Mektubat, 2013, s. 739.

6- Lem’alar, 2013, s. 305.

7- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 294.

8- Eski Said Dönemi Eserleri (Hutbe-i Şamiye).

9- Eski Said Dönemi Eserleri (Makalat), 2013, s. 109.

10- Talikat’tan.

11- Talikat’tan.

12- Sözler, 2013, s. 501.

13- İşârâtü’l-İ’câz, 2013, s. 112.

14- Şuâlar, 2013, s. 175-176.

Abdülbakî ÇİMİÇ

www.NurNet.Org

Müslüman kadının şahsiyeti ve evi içerisindeki itibar savaşı

Müslüman kadının şahsiyeti ve evi içerisindeki itibar savaşı

anne-çocukBir toplumun bugünü ve yarınından haber veren en önemli unsurlardan birisi de o toplumdaki kadınların durumudur.

Kadının hayatın içindeki konumu, hayat algısı, kendine bakış açısı, hayatı niçin ve neye göre yaşadığı, aile ve toplumdaki konumu, aslında, o toplumun genel karakterinin bir yansıması olacaktır. Çünkü nesiller kadının ellerinde şekillenmektedir. Dolayısıyla düzelmenin de bozulmanın da başladığı bir noktadır.

Evet, kadın hassas ve nazik bir fıtratta yaratılmıştır. Bu yüzden hem kendi kendisine verdiği kıymet ve ehemmiyet, hem toplumun verdiği kıymet erkeklerden farklı olacak ve olmalıdır. Zira nazik ve seriü’t-teessürdür. Bu yüzden bozulmaya daha müsaittir. Fakat, şu da bir gerçektir ki, bir toplumda kadınlar sürekli konuşuluyor ise ve bu sebeple toplumun bozulmasından bahsediliyorsa, bu her iki cinsin bozulması ile ortaya çıkan bir neticedir.

Herkes kızının, eşinin, annesinin şahsiyetli bir kimliğe sahip olmasını ister. Hele bu erkeklerin kız çocukları, kendi annesi, kız kardeşi ise bu istek çok normal ve olması gereken bir durumdur. Fakat iş eşine geldiğinde, bu ibre biraz değişmekte beklentilerin ayarı bozulmaktadır. Hangi erkeğe sorsanız eşinin şahsiyetli olmasını ister, fakat şahsiyet oluşturmasına imkân tanımaz hatta kişiliğini zedeler. Bunu yaparken de geleneklerin bir neticesi olarak, annesi tarafından veya annesinin ev içerisindeki konumundan beslenerek ve rol model kabul ettiği babasından etkilenerek, eşinden beklentilerinin ayarını oluşur.

Meselâ erkekler, evleneceği eş adayında şu özellikleri arar: Sözümden çıkmayacak, izinsiz hiçbir şey yapmayacak, çok şey istemeyecek, ana ve babama saygılı olacak, fakat ben onun ana ve babasına saygılı ve hürmetkâr olmak zorunda olmayacağım, ben kafama buyruk hareket edeceğim vs… Şimdi sormak gerekir; tahakkümvari, karşılıklı fedakârlığa ve anlayışa dayanmayan bu istekleri hangi şahsiyetli kadın kabul eder. Kabul etmesi demek, kişiliğini kaybetmesi kendine olan özsaygısını yitirmesi demektir ki; işte asıl bozulma burasıdır. Zira kendisine saygısını yitiren bir kadın, bütün bozulmalara açık ve köleleşmeye müsait bir kadındır. Kişiliğini kaybetmiş bir kadın, ayrıca sağlam kişilikli çocuklar yetiştiremeyecek kadar aciz bir kadındır. Çünkü böyle bir kadının evi içerisinde tek derdi vardır, o da itibar savaşı vermektir.

Evet, hem sorgusuz sualsiz her şeye boyun eğmek ve hem şahsiyetli olmak bu ikisi birbirine zıt kavramlardır. Her insanın kişiliği, eğer bir binaya benzetirsek, ayakta kalmasını sağlayan ve onu hayata bağlayan ana temeller ve kolonlar gibidir. Bu temel ve kolonlar babası veya eşi tarafından kırılırsa; orada bırakın şahsiyetli insan olmasını, insan bile kalmaz.

Burada sözlerimin yanlış anlaşılmasını istemem.  Zira kadın elbette eşinin sözünü dinleyecek, itaat edecek, sadâkat en önemli hasleti olacak, saygı ve hürmette kusur etmeyecek. Şu nokta unutulmaması gereken bir noktadır ki,  şahsiyeti oturmuş bir kadın bunları zaten yapacaktır. Burada erkeğe düşen eğer bir kadın, evi içerisinde,  kişiliğini korumaya dönük itibar savaşı veriyorsa, tahakkümle yapmaya çalıştığı bu beklentilerini sorgulaması gerekiyor. Hakkını arayan kadını susturmak yerine, aynı hak dâvâsını annesi, kız kardeşi veya kendi kız çocuğu yaparsa nasıl karşılıyorsa, eşinin bu şahsiyet sınırlarını korumaya dönük mücadelesini de öyle karşılamalıdır.

Aksi halde kadının kişiliğini tahrip etmekle onu fıtratından uzaklaştırıp, Bediüzzaman’ın dediği gibi riyakârane bazı davranışların ve yanlışların içine itecektir. “Biçare mübarek taife-i nisâiye, zalim erkeklerinin şerlerinden ve tahakkümlerinden kurtulmak için, başka bir tarzda, zaafiyetten ve aczden gelen başka bir nevide riyâkârlığa giriyorlar.” (Lem’alar, s. 202)

İlginç bir nokta da şudur ki, toplumda erkek tarafından ezilmekten şikâyetçi olan birçok kadın, bir yandan oğullarını bir başka kadını ezecek şekilde yetiştirirken kızlarını da bu ezilmişliği kabul edecek şekilde yetiştirmektedir.

Hasılı; eşinin şahsiyetini tahrip eden bir erkek de kişiliksizdir. Zira kişiliği oturmuş bir erkek yasakçı olamaz, sadece haramları yasaklar. Bu da zaten Yaratıcının vermiş olduğu bir sorumluluktur.

Evet, Müslüman kadın hem çelik ve polat gibi sarsılmaz bir şahsiyete sahip olacak, hem de bir çiçek nezaketinde naif, zarif ve nazik olacaktır.

Kadının hak arayışı, ancak meşrû dairede kalmak ve fıtrî halini bozmamakla mümkündür. Şu da unutulmamalıdır ki; meşrû dairede kalıp kocasından şikâyetçi olan kadını, Cenâb-ı Hak Rahim ismiyle işitmektedir. Mücadele Sûresi’nde bu mesele ayrıntılı olarak anlatılmıştır.

Durum böyle olunca kadının gerek evi içerisindeki hak arayışı için bir nevi riyakârlığa ve yanlışlara girmesi, gerekse toplum nezdinde hak arayışı için “erkekle eşitlik” iddiasıyla yola çıkması bir sapmayı netice verecektir. Bunun bedelini de kadın feci bir şekilde ödeyecek ve ödemektedir.

Son söz olarak şunu söylemek gerekir ki; toplumda kadının şahsiyeti nerelerde ise erkeğin şahsiyeti de oralardadır.

Yasemin YAŞAR

www.NurNet.Org

“Dindar flört” (2)

“Dindar flört” (2)

Sağlam esaslar ve temeller üzerine kurulmuş evlilikler, maddî ve manevî mutlulukları getirmekle beraber, faziletli fertler yetiştirmenin ve hatta milletçe var olmanın da temelini oluşturur.

Evlilik meşrû bir birlikteliktir. İşte bu meşrû birlikteliğin temeli de meşrû başlamalı ve sonrası da meşrû bir biçimde devam etmelidir. Temelleri bozuk bir bina nasıl yıkılmaya mahkûm ise haram temeller üzerine bina edilecek evliliklerinde problemsiz olması mümkün değildir.

Mesele ile alâkalı olarak özellikle dindar gençler ve ailelerin durumla ilgili oldukça ciddî kafa karışıklıklarının olduğu bir gerçektir.  Modern hayat, evlilik öncesi birbirlerini tanımak için flörtü meşrû ve hatta lüzumlu görmektedir. Fakat bu modern dayatmanın bütün gençler açısından psikolojik ve sosyal sıkıntıları olduğu gibi özellikle de dindar gençlik için çok daha büyük maddî ve manevî sıkıntıları getirmektedir. Zira dinimizde böyle bir sürece izin verilmez ve haramdır.

Bu yüzden flört yerine dinimizin öngördüğü ve geleneklerin şekillendirdiği helâl usûl çerçevesinde flört değil de nişanlılık dönemi ve birbirlerini tanımalarına imkân verecek meşrû daire ve ölçülerle hareket etmek doğru olacaktır.

Evliliğe adım için en doğru metot Peygamber Efendimizin de (asm) uyguladığı ve yıllardır bizim kültürümüzde de uygulanan eş, dost ve akrabaların devreye girdiği adaylarında birbirini görüp rıza göstermesi şeklinde olan evlilikler en sağlıklı olanıdır.

Zaten dinde de evlenecek adayların birbirlerini görmesi tavsiye edilir. Buradaki ölçü meşrû daire içinde yalnız kalmadan ailelerin gözetiminde ve rızası doğrultusunda olacaktır. İki üç defayı aşmayacak bu görüşme zaten bir fikir verecektir. Bundan sonraki süreçte ise olumlu kararın ardından vakit geçirmeden flörte dönüşmeden ciddî adımların atılmasıdır.

Evlilik öncesi nişanlılık veya sözlülük durumu her iki tarafın birbirlerini tanıma sürecinin ailelerin de devrede olduğu bir çerçevede olması şarttır. Yani ferdi olarak birbirlerini tanıma ailelerin de birbirilerini tanıma faaliyetlerinin içerisinde gerçekleşmesi sağlıklı olacaktır. Bunun dışında olan birbirlerini tanıma süreci flörte veya gayr-i ciddî yollara kapı açacağından dikkat lâzımdır.

Nişanlılık dönemi meşrû bir dönem iken bu dönemin de flörte dönüşmesi tehlikesini göz ardı etmemek gerekir. Çünkü nişanlı olmak kız ve erkek arasındaki ve diğer aile fertleri arasındaki mahremiyeti kaldırmaz. Hâlâ yabancıdırlar. Bu yüzden nişanlılık meşrûiyeti içerisinde yalnız kalmak ve mahremiyeti kaldıracak beraber bulunmaklar, hem şahsî hem toplumsal pek çok yaralanmaları doğuracaktır.

Nişanlılık döneminde birbirleriyle daha rahat konuşsun, tanışsın, gezsin tozsun diye din kılıfında meşrûiyet kılığında flört anlamına gelen dinî nikâh meselesi de toplumsal bir yaradır. Yani helâl, ama flört. Yan yana gelmeyecek kadar birbirinden uzak iki kavram, güya meşrûlaştırılmış olmaktadır. Bu geri dönülmez hataların kapısını aralamak anlamındadır. Nikâhın düğünle yani resmî nikâhla beraber olması özellikle bu konuda daha çok mağduriyet yaşayan genç kızların korunmasına dönük bir sigorta hükmündedir.

Asır öyle bir tahribat yapmış ki bugün maalesef dindar ebeveynler dahi çocuklarının flörtüne, birbirlerini tanıma kılıfında müsaade etmekte ve hoş karşılamaktadır. Evet flörtün dinî açıdan sakıncasından başka psikolojik ve sosyal açıdan da pek çok zararları olduğu, bugün görünen bir vakıadır. Flört yaparak evlenen kişilerin çoğu yapılan araştırmalara göre kısa bir zaman sonra boşanmaktadır.  Boşanmasa bile mutluluğu yakalayamamaktadır.

Çünkü haram üzerine bina edilen hiçbir şey huzur vermeyecektir. Şunu da belirtmek gerekir ki evlilik öncesi oluşan bu tür duygusal yıpranmalar yarın evlilik gerçekleşse bile bu duygusal yıpranmanın cezasını mutsuzluk ve psikolojik sıkıntı olarak çekecektir. Yavaş yavaş sadâkati, güveni sevgi ve saygıyı bitirecek belki de yanlış adımların atılmasına bile sebep olacaktır.

Yasemin YAŞAR

www.NurNet.Org

Risale-i Nur tedavi eder, ama…

Risale-i Nur tedavi eder, ama…

‘Kur’ân eczanesinden alınan ve bu zamanın yaralarına tam şifa olan Risale-i Nur eserlerini okuduğumuz halde neden tedavi olamıyoruz?’ sorusu bugünlerde çokça kafamı meşgul eden bir meseledir.

İşte bu sorunun cevabını ararken, ‘Acaba okumalarımızda mı problem var?’ diye düşündüm. ‘Nasıl bir doktorun verdiği ilâcın kullanım şeklini, doz ayarını iyi bilemediğinizde şifa bulamıyorsak, bu manevî ilâçları da kullanırken acaba yanlışlar ve kusurlarımız mı var?’ diye düşündüm.

Evet, okumak ciddî bir iştir. Goethe’nin dediği gibi, “Okumayı öğrenmek san’atların en güç olanıdır… Tam seksen yılımı bu işe verdim. Yine de kendimden memnun olduğumu söyleyemem.”

Okumak; aslında derinleşmek, okuduğunu hayata geçirebilmek, hayata katmaya değer olmayan şeyleri okumamak ve okuduklarından da başkalarını faydalandırmaktır.

Dolayısıyla rastgele okumalar aslında gerçek okumalar değildir. Elbette okunan bu eser, Kur’ân kaynaklı ise faydasız, feyizsiz olmayacaktır. Lâkin şuurlu okumalara ihtiyaç vardır.

Asır, olanca tahribatıyla hepimizi hastalandırmaktadır. Dolayısıyla hiçbir şeyimiz yokmuş gibi yaşamak ve okumak, hastalıklarımızın farkına varamamak, en başta bu ilâcın devasından istifadeyi azaltacaktır.

Okumaya ulvîlik ve anlam kazandıran, “Rabbin adıyla” okumak olsa gerektir. İşte bana göre bütün mesele bu ilk âyetin dersinden gaflet edişimizdir. Zira okuyup istifade etmek de, kemale ermek de, ilim sahibi olmak da, manevî hastalıklardan kurtulmak da, ancak Allah adına okumalarla gerçekleşecektir. Aksi okumalar Kur’ân bile olsa hisleri, nefsi, enaniyeti ve riyakârlığı besleyen tehlikeli okumalar olacaktır.

Bazı kimseler vardır ki hiç ara vermeden mütemadiyen kitap okurlar. Bu güzeldir lâkin okuduklarından netice çıkarmayı bilmeden okumalar, tesirsiz ve faydasız okumalardır. Böyle kimseler de bir yığın malûmat vardır. Fakat beyinleri bu malûmatları bir esasa göre tasnif edip değerlendiremez. Kitabın bütün muhtevasını ezberler lâkin bu bilgiler yük olmaktan ve enaniyeti beslemekten öte de gitmez.

Okumak, ibareyi anlamak değil, ibarenin ne demek istediğini anlama işidir. Bu yüzden Risale-i Nurları okumak, derinleşmek işte ibareyi anlamaktan öte, ibarenin ne dediğini anlamak meselesidir.

Müdakkik okuyucu eserin satırlarında, ihtiyaçlarına, merakına, yaralarına cevap veren, tedavi eden, malzemeleri, unsurları bulup çıkarabilen kimsedir.

Okumayı bilmek hayatın akışı içerisinde karşılaşılan her hadisede, hafızanın, satırlardan öğrendiği dersleri, zihne getirip tedavi etme işidir. Muhakeme sahibi kimse derhal bu dersleri mantığına göndererek olay karşısında doğru tavır alabilen kimsedir. İşte şuurlu yaşamak ancak böyle okumalarla gerçekleşecektir.

Bir de şu mesele vardır ki çok mühimdir. Bana göre Risale-i Nur eserlerinin hastalıklarımıza şifa olma sırrı, mesele-i imaniyeleri okurken ve anlatırken öncelikli olarak Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek ve bu niyet ve nazarla okumaktan geçmektedir.

Yani nazarları Kur’ân’a çevirmelidir. Buradaki ihmal ve noksanlıklar hem istifadeyi azaltmakta hem de bilmeyenlerin eserlere karşı su-i zannını arttırmaktadır. Yani eserleri okurken Kur’ân tefsiri olduğunu hiç nazardan kaçırmadan ve bunu nazara vererek okumak tesiri ve şifayı arttıracaktır.

Zaten Bediüzzaman, Sünûhat adlı eserinde şöyle der, “Cumhuru, bürhandan ziyade me’hazdaki kudsiyyet imtisale sevk eder. Müçtehidinin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli, yoksa vekil, gölge olmamalı.”

Evet, Risale-i Nur Eserleri cam gibi Kur’ân’ı gösteriyor. Lâkin eserlere muhatap olanlar bazen müellifi, bazen eserin kendisini, bazen de okuyan kişi kendisini perde yapabiliyor. İşte bu noktaya çok dikkat lâzımdır. Dersler doğrudan doğruya Üstad-ı hakiki olan Kur’ân’dan alınmış olduğu için dersi okuyan kimsenin de şahsa istinad etmeden okuması lâzımdır. Aksi taktirde kudsiyet kaybolur ve manevî istifade azalır. Bu yüzden Risale-i Nur’u, Kur’ân’ı daha iyi anlamak için okumak gerekir ki; yaralarımız Kur’ân eczanesinin bu ilâçlarıyla şifayab olsun.

Yasemin YAŞAR

www.NurNet.Org

Dimağda taakkul mertebesi

Dimağın üçüncü mertebesi taakkuldür.

Bîtaraf (tarafsız) olma taakkul mertebesinde doğar. Düşüncelerin hayal ve tasvir aşamasından çıkıp akledilerek değerlendirildiği aşamadır. Bu mertebede akıl, taakkulden önceki hayal ve tasvirleri eline alıp inceleyerek, tedkik ve tahkik etmeye başlar. Daha da somut bir veri haline dönüştürür. Taakkul, tasavvurda oluşan verileri süzerek ve eleyerek bir karara varır. Bu mertebe tarafsız olarak devam eden bir aşamadır. Taakkul mertebesinde akıl buraya gelen malûmatları tartmaya ve de akletmeye başlar. Bu fikrin olur, ya da olmazlarının makuliyetini arar. Taakkul, fikrî bir seyerân ve aklî bir cevelandır. Ayrıca insan bazan tahayyülü taakkul ile iltibas eder. Çünkü taakkul bir hüküm değil, dimağın bir mertebesidir ve taakkulde insan bîtaraftır. Bediüzzaman Hazretleri de “Bu cüz’î aklınızla hüsn-ü küllîyi ihata edemezsiniz.”1 der.

Taakkul, akıl terazisi ile tartmak, ölçmek, biçmek ve bir şeyin mahiyetini anlamaya çalışmaktır. Ölçmek, muhakeme etmek, değerlendirme yapmak bu mertebenin vazifesidir. Akıl, taakkul mertebesinde bir denetleyici gibi meseleyi net bir biçimde ortaya koymaya çalışır. İnsan taakkul mertebesinde düşündüğü ve aklettiği şeylerde “bitaraf” olması gerekir, ta ki taraftarlıkla hakîkati taharriden uzaklaşmasın. Tarafsızlık ancak taakkul mertebesinde gözükür. Bir meseleyi aklen idrak etmiş olmak, hemen tasdik, iz an ve itikadı gerektirmez. Çünkü taakkul, tahayyül ve tasavvurdaki birikimleri süzmeye, tartmaya ve elemeye çalışır. Dimağ bu mertebede bir terazi gibi tarafsız olarak kendisine gelen malûmatları tartmaya çalışır. Daha sonra tasdik edilecek olan fikirlerin şekillenmesine çalışılır. Safsata ve bîbehre hallerden tecerrüt edilerek bitaraf konumuna geçen dimağ ne kadar makul malûmat varsa toplamaya ve toparlamaya çalışır.

Risâle-i Nur’da Hutbe-i Şamiye eserinde akıl ile ilgili mühim noktalara temas edilmiştir. Şöyle ki: “Hem âyat-ı Kur’âniye başlarında ve âhirlerinde beşeri aklına havale eder, “Aklına bak” der. “Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret et, onunla görüş ki bu hakikati bilesin” diyor. Meselâ, bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: “Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikati bilesiniz.” “Biliniz” ve “Bil” hakikatine dikkat et. “Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyorlar, divaneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında, hâdisat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yolunu bulsun? Neden tefekkür ve tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar, dalâlete düşüyorlar? Ey insanlar, ibret alınız! Geçmiş kurunlardan ibret alıp gelecek mânevî belâlardan kurtulmaya çalışınız” mânâsında gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyasen, çok âyetlerde, beşeri, aklına, fikriyle meşverete havale ediyor.”2

Demek ki taakkul etmek Rabbimizin âyetlerle bizlere gösterdiği bir hakîkattir. Çünkü insan hedef ve maksadına taakkul ile ulaşır. Bediüzzaman Hazretleri “hayâlinizle tefekkür, gözünüzle taakkul ettiğinizden”3 diyerek avamda taakkulün mahiyetine işaret etmiştir. Ayrıca “fikren taakkul edebiliriz”4 diyerek de taakkulün fikirle yapıldığını ifade etmiş olur. Ancak “Biçare vesveseli adam, bazan tahayyülü taakkul ile iltibas eder.”5 Dimağ “taakkulde bîtaraf”tır.6 Yani hakîkate ulaşmak için dimağ bu mertebede tarafsız konumundadır.

İnşâallah konuya devam edelim…

Dipnot:

1- Muhakemat, 2013, s. 107.
2- Eski Said Dönemi Eserleri (Hutbe-i Şamiye), 2013, s. 329, 330.
3- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 210.
4- Eski Said Dönemi Eserleri (Nutuk), 2013, s. 184.
5- Sözler, 2013, s. 439.
6- Sözler, 2013, s. 1148.