Ayağı yere basmayan bir yazı

“-İstikbal inkılabatı içinde en yüksek gür seda, İslamın sedası olacaktır!”
……..Peki, İslam ümmetine bir üstünlük verilmiş mi?
-Evet. Hem de ne muhteşem!
Fakat bu üstünlük bir şarta bağlı. Yahudilerin üstünlüğü fıtrî, Hıristiyanların üstünlüğü tebeî, Müslümanların üstünlüğü şartlı!
Haksızlık gibi geldi size değil mi?
-Hayır, haksızlık değil. Siz “şahit” ümmetsiniz. Şehadetinizin kabulünü sağlayan bir vasfınızdır.
-Nedir o vasıf?
-İman!
İslam ümmetine verilen üstünlük mutlaktır ve imanına bağlıdır. Allah önümüze, bir fıtrî, diğeri tebeî iki üstünlük koyar. Sonra bize sesleniyor:
-Ben o ikisini üstün kıldım ama sana öyle bir üstünlük verdim ki seni onların üstüne çıkarır. Bu imandır. Şayet iman edersen, seni ikisinden de üstünsün. (Ve entüm a’levne in kuntum mü’minîn..) (Âl-i İmran, 139)

Bediuzzaman, Rüyada Bir Hitabe’de, o muhteşem manevi meclise Müslümanların neden mağlup olduğunu anlatırken, üç ihmalimizden söz eder. Namazı terk ettik, orucu terk ettik, zekâtı terk ettik… Bunları ihmal etmemiz ve terk etmemiz, bu yenilgiyi (Birinci Cihan Harbi yenilgisi ve Osmanlı’nın yıkılması) hazırladı der ve onlardan tasdik alır. Ama aynı meclis ona şu müjdeyi de verir:
“-İstikbal inkılabatı içinde en yüksek gür seda, İslamın sedası olacaktır!”

İşte bu günler, o cennet-âsâ zamanların başladığının müjdelerini taşıyor. Çünkü bizim istikbalimizin teminatı imandır. Onların üstünlüğü, şer güçlerinin etkileri, iman ehline geçmez. Allah, kendi üzerine bir hak olarak yazdı ki, Allah’ın gerçek kullarına bir halt edemeyecek.

O yüzden de yeryüzünde Deccal düzeni kurulduktan sonra, Müslümanlar için en mühim ve en kıymetli faaliyet imanları takviye ve tahkim etmek işiydi. Teknoloji, bilim, siyaset, tedbir bir yere kadardı. Çünkü bu ümmete üstünlüğü temin edecek yegâne kuvvet imandı ve iman olacaktı.
Tabii ki Deccaliyetin imha ve ifsat hareketlerinden biz Müslümanlar da nasibimizi almıştık. Müslüman, Müslüman olduğu ve ahirete inandığı halde, en küçük bir dünyevî menfaati, ahiret nimetine tercih edebiliyor, seve seve İblis’in hizmetine girebiliyordu.

Hâlâ da o etki bir şekilde içimizde devam ediyor. Çünkü Deccal’in biz Müslüman Türkler için özel çabaları ve çalışmaları oldu. O ve hizmetkârları, biliyorlardı ki Türk milleti, İslamın hizmetinden çıkarılmadıkça İslamiyete bir zarar veremezler. Türk bitmeden İslam bitmez, İslam bitmeden de İblis iddiasını gerçekleştirebilmiş olmaz. İnsanlığı bütün bütün ifsat edemez.
O yüzden Türk milletinin ifsat edilmesi ve onda karar kılmış dinin imha edilmesi gerekiyordu. Elinden Kur’an’ın alınması gerekiyordu (Gladstone’un konuşmasını hatırlayın). Öyle de yaptılar. Düşünün ki bu millet, bundan tam bir asır önce, kutsal kitabı Kur’an’ı okumaktan, dedesinin yazdığı kitabı anlayabilmekten, onun gibi giyinip yaşamaktan, onun gibi ibadet etmekten men edilmişti. Harf inkılabı adı altında bir gecede tüm millet okur-yazar olmayan bir seviyeye düşürülmüştü. Bunu içimizdekiler eliyle yaptılar tabii. Bu işin takip edici gözlemcisi de dönemin tek parti iktidarı oldu.
Ama aynı zamanda başka bir tecelli gerçekleşiyordu: “Mücrimler istemese de Allah nurunu tamamlayacak.” Allah bu milleti ayakta tutmayı ve onu yarın kendi dini için kullanmayı murat etmişti ki ona imdat etti!

O gün karanlık birden bire bastığında kimisi bir mum, kimisi küçük bir ateş yaktı. Kimisi elindeki küçük bir idare lambası ile o karanlığı aydınlatmaya çalıştı. Herkes de elhamdülillah bir parça muvaffak oldu ve o karanlığın içinde yitip giden milyonlara inat ellerindeki o küçük cemaatleri muhafaza ettiler. Ateşten ve küfrün karanlığından…
Bir kısım büyük zatlar, elde kalmış Müslümanları ve İslamiyeti korumak için çabalarken, Bediuzzaman, o zamana kadar görülmemiş bir yola tevessül etti ve Kur’an’ı, yeni bir dil ve üslup ile akıl ve hikmet yolunu tutarak anlatmaya, imanı yeniden inşa ve ihyaya başladı. Ne zaman?

-Tam da bu millet, bağımsızlığına karşılık dinini rüşvet vermeye zorlandığı bir dönemde. 1926 yılı itibarıyla.

İçi boşaltılan, sadeleştirme adı altında içinden mukaddesatı çağrıştıran tüm kelimelerin sökülüp atıldığı bir dönemde o, imanı takviye edecek ayetleri alıp tematik bir üslup ile şerh etti, izah etti.
Yok edilmek, ilahî kavramlardan yoksun bırakılmak istenen Türkçeyi bir Kur’an dili haline getirmeye koyuldu. Siyasetle hiç ilgilenmediği halde, onu hep o niyetle itham ettiler. 28 yıl hapislerde süründürdüler. Ama o yazmaya, özellikle de imanları tamir etmeye, güçlendirmeye devam etti. Çünkü biliyordu ki İblis’in ve Deccal’in hükmü ancak imansıza geçer. İman sahibi, Allah’ın koruması altındadır. Başka bir şey yapmak gerekmiyordu o an. Sadece imanların takviye edilmesi gerekiyordu. Bu çaba, Deccaliyetin karşısındaki Mehdiyetçi çabaların ilki ve en aktiflerinden biri oldu. Risale-i Nur, dinsizlik cereyanının karşısına bir kale gibi dikildi ve o kaleye girenler selamet buldu.

Temel prensibi, sadece imana hizmetti. Siyasetle ilgilenmedi, iman güçlendiğinde, kaybedilen her şeyin yeniden geleceğini/ alınacağını biliyordu. (İşte, yeniden ibadete açılacağını müjdelediği Ayasofya! Onun en büyük delilidir!) Nitekim de öyle oldu ve devam ediyor. İnananların çoğalması ve milletin yeniden uyanmasıyla 1950’lerden itibaren, bu millet tek parti iktidarına son verdi. Esasında bu, milletin Deccal düzenine bir tavrıydı. Onun en açık temsilcisi bildiği için bir daha da onu hiç iktidar etmedi. Onun yerine Demokrat Parti’yi iktidara getirmişti. Esasında DP de vaad ettiği ezandı. Ezanı asliyetine kavuşturdu. 

mehmetalibulut.com