Başkanlık Sisteminin İslamiyet ve Tarihimiz Açısından Tahlili

1. KUVVETLER AYRILIĞI VE BAŞKANLIK SİSTEMİ
Günümüzde başkanlık sistemi deyince, başkan olacak şahsın, devletin üç erkini yani yürütmek, yasama ve yargı erklerini tek başına üstleneceği manası verilmektedir. Bu anlayış tamamen yanlıştır. Devletin üç temel fonksiyonu olan yasama (teşrî’), yürütme (icrâ) ve yargı (kazâ) görevini hangi organlarla ve nasıl yürüteceği, kuvvetler ayrılığı prensibi gereği, bütün demokratik sistemler açısından açık ve net bir hadisedir. Başkanlık sisteminin asıl odaklandığı erk, yürüme organıdır. Demokratik sistemlerde, Amerika ve Fransa dâhil, başkanın yasama yahut yargı sistemi bulunmamaktadır.
İslam’da devlet nizamının üç prensibi bulunmaktadır:
Hukukî, siyasî ve sosyal bir düzen ve otoriteyi temsil eden devlet müessesesinin İslâm hukukundaki önemli özelliklerine kısaca temas edelim.
1) Devlet nizâmında hâkimiyet Allah’a aittir. Yani hukukun kaynağı Allah’ın irâdesidir. Bu sebeple Müslüman devletlerde tam anlamıyla yasama organı yoktur. Sadece Allah ve peygamberinin tanıdığı sınırlı yasama yetkisi kullanılabilir. Konuya bütün ayrıntılarıyla ilerde değineceğiz.
2) Kur’an, Peygamber’e ve O’nu takip edenlere eşitlik ve adaletten ayrılmamalarını değişik yerlerde tavsiye etmektedir. Kur’an’da “Allah katında en hayırlınız, O’ndan en çok korkanınızdır” denmekte ve ruhban sınıfını şiddetle reddetmektedir. Kanun kuvvette değil, kuvvet kanunda olmalıdır esasını kabul etmektedir.
3) Devlet nizâmının önemli bir özelliği de, itaat ve teslimiyettir. Merkezî bir otoriteye itaat edilmeden devletin teşekkül etmesi mümkün olmadığından, bu konuya büyük önem verilmektedir. “Şeriatın kestiği parmak acımaz” ifadesi bu teslimiyeti ifade eder. Çok az istisnaların dışında İslâm hukukunda devlete itaat, dinî bir görev olarak kabul edilmiştir. Kur’an, açıkça ülül-emre itaati emretmektedir.
4) İslam hukukunun kabul ettiği önemli bir anayasa hukuku prensibi “şûrâ” esasıdır. Devlet idaresinin en önemli temeli kabul edilen şûrâ prensibi, devlet adına ve devlet işleri için alınacak kararların, seçilmiş ve yetkili meclisler tarafından alınması manasını ifade eder. Yetkili meclisi teşkil eden fertlere “ehl-i hall ve’l-akd” denir. Bu konuya ileride tekrar döneceğiz. Bu zikredilen dört temel özellik dışında, İslâm hukukunda devlet nizâmının başka özellikleri de vardır. “Dinde zorlama yoktur” esasıyla getirilen hoşgörü prensibi; insanlar arasında ırk ve renk, farkını reddeden evrensellik esası ve “iyiyi emret, kötüyü önle” şeklinde özetlenen sosyal reformculuk özelliği bu arada zikredilebilir.
Acaba özel manada başkanlık sistemi, İslamiyet ve tarihimiz açısından nasıl yürümüştür? Bu soruyu cevaplandırdıktan sonra, günümüzdeki başkanlık sistemlerini de özetleyerek kanaatimizi açıklayacağız.

2. HZ. PEYGAMBER VE DÖRT HALİFE DÖNEMİNDEKİ HİLÂFET VE BAŞKANLIK SİSTEMİ İLE MUKAYESESSİ
2.1 Hz. Peygamber’in Statüsü
Hz. Peygamber, Allah’ın elçisi ve vahyin tebliğcisi olması hasebiyle, diğer halifeler yahut devlet başkanı sultanlarla kıyaslanmayacak geniş yetikleri bulunmaktadır. Bu dönem istisnâi bir dönemdir. Zira Hz. Peygamber, sınırlı yasama (teşrî’), yürütme (icrâ) ve yargı (kazâ) görevini üstlenmiştir. Osmanlı hukukunun kaynakları hakkındaki incelemelerimize geçmeden önce, kendi tabiriyle Flemenk gavuru olan Hollanda’lı bir gayr-i müslim hukukçunun Osmanlı hukukunun mahiyeti ve kaynakları hakkındaki mütâlaasını ibret olsun diye, II. Abdülhamid’e arz ettiği lâyihasından özetleyerek buraya almak istiyorum:
“Müslümanlara göre hukuk, ilâhî emirlerden ibârettir ve bunlar da dinî ve dünyevî emirler olarak ikiye ayrılır (ibâdât-muâmelât). Bunlar birbirinden ayrılmaz. Kur’ân, Müslümanlara göre şüpheden uzak ve ilâhi emirleri muhtevi mukaddes bir kitapdır. Kur’an’da mevcut olan hukukî hükümler, ayrıntılı hükümler veya genel esaslar tarzında hukukun bütün alanlarını kapsar. Kaynağı ilhâm değil vahiy olan Kur’ân, Hz. Muhammed’e indirilmiş ve o da tebliğ etmiştir. Kur’ân öyle bir kitabdır ki, her harfi ve her hükmü, bütün zemin ve zamanlarda geçerlidir. Hristiyanların Kitab-ı Mukaddes’i gibi sadece hukuk nizâmının esaslarını değil, hem esaslarını ve hem de değişmeyen bir kısım tafsilî hükümlerini de câmi’dir. Sünnet ise, Hz. Peygamber’in fill, söz ve hareketleridir. Bunların Kur’an’dan farkı, vahiy yoluyla değil, ilhâm yoluyla Allah tarafından kalbine ilkâ edilmiş olmasıdır. Müslümanlara göre, Hz. Muhammed bir beşerdir; ancak doğru sözlü ve vazifeli bir nebî ve resûldür. Bütün güzel ahlâkı ve gelmiş geçmiş ilimleri Allah’ın ihsânıyla zatında cem’ ettiğinden mümtaz bir insândır. Kur’ân’ın tebliğcisidir. Dinin tamamlayıcısıdır.”
“Ehl-i İslâm indinde hukuk, evâmir-i ilâhiyeden ibâret olup bunlar da umûr-ı diniye ve dünyeviyeden mürekkeptir. Bu iki sınıf evâmir, yekdiğerinden ayrılmaz ve birbirine merbut ve gayr-i münfek bir haldedir.”
Bütün bu izahlara göre, Hz. Peygamber, yürütme, yasama ve yargının başıdır. Bu özellik, diğer Halifelere tam olarak intikal etmemiştir.

2.2 Dört Halife ve Diğer Halifelerin Statüleri ve Başkanlık Sistemiyle Kıyaslanması
Hz. Peygamber’den sonra gelen devlet başkanlarına halife denmektedir. Devletin üç erkinden sadece yürütme gücüne sahiptirler. Sadece İslamiyet, müçtehid olmak şartıyla, devlet başkanlarına belli davalarda yargı yetkisi de vermiştir. Dört halife bu yetkilere sahiptirler. Ancak yasama yetkileri asla bulunmamaktadır.
İslam’ın tavsiye ettiği belirli bir devlet şekli yoktur. Devletin işlerinin yürütülebilmesi için öngördüğü bir “şûrâ meclisi” vardır. Devlete ait önemli işlerin bir danışma meclisinde karara bağlandıktan sonra yürütülmesini emreden Kur’an âyetleri ve hadisler, gayet kesin ve açıktır. Hz. Peygamber ve râşid halifeler devrinde bu esas uygulanmıştır. İslâm hukukçuları, “şûrâ meclisinin” kurulmasının devlet başkanı için kesin bir görev mi yoksa tavsiye edilen bir esas mı olduğunda fikir ayrılığı içindedirler. Tarih içinde bazı sultan ve halifelerin bu esasa uymadığı göz önüne alınarak, kesin dinî bir görev olmadığı düşüncesi yerleşmiştir. Ancak Kur’an’ın bu müesseseye verdiği önem ortadadır.
“Şûrâ meclisi”nin üyeleri (ehl-i hall ve’l akd) nasıl teşkil edilecektir?
Bu konu zamana ve zemine terkedilmiştir. İlk dönemlerde “ahlak, fazilet, ilim ve tecrübe” gibi vasıflarla temâyüz etmiş bulunan şahıslar, şûrâ meclisinin tabiî üyesi kabul edilmiştir. Sahabe ve tabiîler devrinde hep bu esasa uyulmuştur. Abbasiler’de, Selçuklular’da devletin üst yöneticilerinden teşekkül eden Divân’lar bu görevi ifa etmiştirler. Osmanlı devletinin Tanzimat’a kadarki döneminde ise, Divân-ı Hümâyûn bir şûrâ meclisi olarak devletin önemli işlerini yürütmüştür. Şûrâ meclisi üyelerinin en azından şu vasıfları taşıması gerektiği belirtilmektedir: Tam ehliyetli olmak, hür olmak, ilim sahibi bulunmak, dindar, güvenilir ve dürüst olmak (âdil olmak) devletin vatandaşı bulunmak.
Sosyal münasebetlerin çoğalması, devlet işlerinin artması ve her sahada mütehassıs kimselere ihtiyaç duyulması sebebiyle “şûrâ” görevinin, branşında uzman olanlardan seçilmiş üyelerden meydana gelen milletin kalbi hükmündeki bir meclis tarafından ifa edilebileceği görüşü, Tanzimat sonrasında ağır basmış ve Osmanlı Meclis-i Mebusanının kurulması ve Meşrûtiyetin ilanında bu görüş şer’î bir dayanak teşkil etmiştir. Başbakanlık Osmanlı Arşivinde konuyla ilgili çok kıymetli vesikalar bulunmaktadır. Konuya yasama organı bahsinde tekrar döneceğiz.
Şûrâ meclisinin kararları nasıl bir hukukî mahiyet arz etmektedir?
Kitap ve Sünnetin açıkça hüküm vaz ‘ettiği konularda, şûrâ, mevcut hükümleri icra için kararlar alabilir. Hakkında açık bir hüküm bulunmayan meselelerde ise, şûrâ meclisi, birinci derecede rol sahibidir; meseleler müzâkere edilir ve ortak içtihad karara bağlanır. Kararda ittifak şart değildir, çoğunluk yeterlidir. İlk devir uygulamaları ve konuyla ilgili dinî emirler, cemaate yani çoğunluğa uyulmasını emretmektedir. Kesin nass (dinî metin) bulunmayan meselelerde, içtihadî kaynakların ürünü olan örfî hukuk esas alınacaktır. Ancak burada bir problem daha vardır: Devlet başkanı (halife, sultan veya padişah) ile şûrâ üyeleri farklı görüşleri ileri sürerlerse, devlet başkanına ait görüşün ağırlık kazanıp kazanmayacağı meselesi tartışmalıdır. Türk hukuk tarihinde, Türklerin kendilerine mahsus devlet anlayışının da tesiriyle, devlet başkanının (sultanın) görüşüne ağırlık verileceği esası benimsenmiş ve uygulanmıştır. Divân-ı Hümâyûn veya Meclis-i Mebusan’ın kararlarına rağmen Padişah’ın görüşünün tercih edildiği hadiseler arşivimizde numuneleri çok olan durumlardır. Hz. Peygamber, Uhud savaşından önceki şûrâda kendi fikrini değil şûrâ meclisinin fikrini tercih etmiştir.
İslâm hukukunda ve eski Türk devletlerinde “şûrâ” meclisinin vasfı yani devletin şekli nedir? Cumhuriyet var mıydı?
Yapılan araştırmalar, mevcut devlet şekillerinden hiçbirinin İslam’ın öngördüğü devlete tam olarak uymadığını göstermektedir. Monarşik devlet şekillerinde hâkimiyet tek şahısda, cumhuriyet idarelerinde bir heyette kendini göstermektedir. İslam’da ise hâkimiyet sadece Allah’a aittir. Ancak, Halife veya Sultan, Allah’tan aldığı hâkimiyetin temsilcisi değildir; belki İslâm milletinin vekili durumundadır. Hâkimiyetin kaynağı ilahî irâde olduğundan, sultan şer’î hukuka aykırı hareket edemeyecektir. Ettiği takdirde kendisine temsil yetkisi veren Müslümanlar onu görevden alabilecektir. Osmanlı Padişahlarının hal’ında mutlaka fetvaya başvurulmasının sebebi budur. Halife veya sultanın, hâkimiyeti Allah’tan doğrudan değil halk vasıtasıyla almış sayıldıkları için, İslâmî devlete batıdaki anlamıyla teokratik bir devlet nazarıyla bakılamaz. İslam’da halkın İrâdesinin üstünde ilahî İrâde bulunduğundan, halkın kendi irâdesi ile kendisini yönettiği cumhurî devlet şekli de buna tam uymamaktadır. İslâm hukukunda meşrû’iyet önemlidir. Eğer halkın İrâdesi meşrû’ ise, o zaman İslâmî devlet söz konusudur. Yapılan izahlar karşısında, İslâm hukukunun belli bir devlet şeklini öngörmediğini, ancak koyduğu prensipler ve hâkimiyet anlayışının dindar bir cumhuriyet olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten râşid halifeler, hem bir halife hem de dindar bir cumhur reisi idiler.
İslâm hukukunun anladığı manada ideal devlet, sadece râşid halifeler zamanında görülmüştür. Daha sonra zikredilen vasıfları taşıyan ideal bir devlet gelmemiştir. Ancak ideal olmasa da Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar da birer İslâmî devlettirler. Hem Selçuklu hem de Osmanlı devlet idaresini (Meşrûtiyetin ilânına kadar) kayıtsız şartsız mutlak bir monarşi olarak vasıflandırmak mümkün değildir. Zira mutlak monarşide hâkimiyet hükümdardadır ve hükümdar ise mutlak monarşide hiçbir bağlayıcı kurala bağlı değildir. Hâlbuki başta Osmanlı Padişahları olmak üzere, bütün Müslüman Türk sultanları, şer’î şerif denilen hukuk ile kayıtlıdır ve asıl hâkimiyet sahibi olan Allah’a ve onun kanunlarına karşı manen de olsa sorumludur. Son dönemdeki Osmanlı idaresi dindar bir meşrûtî rejim olarak vasıflandırılmaktadır.
Bediüzzaman’ın şu tesbiti manidardır:
“Hulefa-i Raşidîn hem halife hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşere’ye ve Sahabe-i Kiram’a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”
Şu tesbitleri de unutmamalıyız.
“İslamiyet, Dîn’i devletten ayırmadıktan başka, ayrılmasını bile yasaklamış olduğundan, hem akâid-i diniyye ve ibâdât ve taâta müte‘âllik ve hem de a‘mâl ve harekât ve kisb ve vasiyet mısillü umûr-ı dünyevîye âit ahkâmı cami‘dir.
Padişah olan zât, devletin hem hâkim-i mutlakı, hem kuvve-i askeriyesinin emîr ve kumandan-ı a’zamı, hem de birinci imamıdır. Hükûmet, hudûd-ı şer‘iyeyi icra ve vergi tarh ve tahsiline nasıl me’mur ise, ahâlinin ibâdât ve taâtını ve aldıkları abdestin usûl ve erkânı üzere almalarını teftiş ve tetkik etmeye mecbur ve me’mûrdur. Bir de kâfirlere hürriyet ve müsaâdât verir. Lâkin hûkûmet kâfirleri ehl-i İslâm üzerine emir ve hüküm ve tasallutlarını mûcip olacak me’muriyetlere nasb edemez ise de kendi dindaşları üzerine tahakküm etmelerini mûcip me’muriyetlere tayin (9) edebilir. Bundan başka mecâlis-i mülkiye ve hatta menâsıb-ı devletin en yükseklerine ve hıristiyan devletleri nezdinde sefâret-i seniyye silkine dahil olabilir. Lâkin hiçbir vakit vâli yahut kâdı veya kaymakam olamaz. Zira mâdem ki, devletin maksâd-ı aslî, ihâk-ı hâk ve evâmir-i ilâhiyeyi tenfiz ve icrâ etmektir. Ve bu evâmiri celîle ise, ya Kur’an-ı Azimüşşan yahut sünnet-i seniyyenin ahkâm-ı kâtıasından ibârettir. Ve mâdem ki, küffâr, işbu ahkâm-ı celîlenin mefrûziyetini münkirdir, bu sebepden padişah-ı İslâmın tebe’a ve ra’iyyesi bulunan küffar umûr-ı şer‘iyeye müte’allık işlere karıştırılmaz.”
O halde dört halife, hem ordunun komutanı, hem icrâ gücünün başı ve hem de kısmen de olsa bazı yargı yetkileri bulunan şahsiyetlerdir. Yasama yetkileri yoktur. İçtihad hakları vardır.

2.3 Hilâfetin Manası ve Halifelerin Yetki ve Sorumlulukları
İslâma göre, devletin ve onun başı olan organın en önemli fonksiyonu icra edilen yürütme erkinde kendini gösterir. Bir başka ifadeyle, devlet ve onun yüksek otoriteyi temsil eden yürütme organı, Allah’ın kendilerine tanıdığı yetkiler çerçevesinde, şer’î hükümleri icraya memurdurlar. Günümüzde devlet başkanlığı, hükümet veya benzeri tabirlerle ifade edilen ve yüksek otoriteyi temsil eden organ veya organlara eski hukukumuzda ülül-emr denmektedir. Eski hukukumuzda yürütme organı demek olan ülül-emrin, günümüzdekinden farklı bazı önemli özellikleri vardır. Bunlardan birincisi, yasama organı bahsinde de gördüğümüz gibi, ülül-emrin, bütün tasarruflarında (sınırlı yasama tasarrufu da dâhil) Kur’an ve sünnetten kaynaklanan kesin şer’î hükümlere aykırı davranamayacak. 1293/1876 tarihli Kanun-ı Esâsî’de bile bu hüküm açıkça yer almıştır. İkincisi, devleti temsil eden ve icranın başı olan makam (sultan, halife veya benzeri), bütün tasarruflarında şûrâ (ilgili ve yetkili şahıslara danışma) esasına riâyet etmelidir. Bu danışma organının şekli ise mühim değildir. Müslüman Türk devletlerinde bu prensibe, Divân usulüyle riâyet edilmiştir. Divân-ı Hümâyûn devletin en yüksek danışma organıdır. Üçüncüsü ise, eski hukukumuzda devletin ve onun başının halife özelliğine sahip oluşudur. Aslında bütün insanlar, Allah’ın emirlerini yaşama ve yaşatma yetkisine sahiptir ve bu cihette Allah’ın halifesidirler (umumî hilâfet). Ancak bu umumî hilâfetin kamu idaresi ve devletle ilgili alanda Müslümanları temsil etmek üzere seçilen şahısta kendini göstermesi demek olan hususî hilâfet, şer’î hükümlerin icrasından sorumlu almayı ifade eder.
O halde Râşid Halifeler dışındaki bütün halifeler, sadece yürütmek erkinin başıdırlar. Yasama ve yargıda yetkileri bulunmamaktadır.

İcrâ Organının Başı: Halife Veya Sultan (Hilâfet Veya Saltanat)
İslâm hukukunda icranın başı olan şahıs için üç unvan zikredilmektedir; Halife, emîr’ül-mü’minin ve İmam. Hilâfet, aslında bir kimseye halef olmak, onu temsil etmek demektir. Müslümanların lideri olan şahıs da şer’î hükümlerin icrasında Hz. Peygamber’e halef olduğu için kendisine halife denmiştir. Bu ünvanlı taşıyan âmme müessesesi yani hilâfet ise, değişik şekillerde tarif edilmiştir. Bunlardan ikisini zikredelim: “Hz. Peygamberin halefi olarak dinî ve dünyevî meselelerde bütün Müslümanları temsil etmek’; “Müslümanlar üzerinde umumî tasarruf hakkına sahip olmak yetkisi.” Yani kısaca Müslümanların devlet reisliği demektir. Hilâfete imâmet de denir ve namazdaki İmamlık görevinden ayırmak için buna “imâmet-i kübrâ” adı verilir. İmamet, aslında öne geçmek ve lider olmak demektir. Halifeye “İmam” veya “İmam-ül-Müslimin” denmesi de bundan kaynaklanmaktadır. Emir’ül-mü’minin ünvanlını ise ilk kullanan Hz. Ömer olmuş ve daha sonraki devlet reisleri bu ünvanlı “insanların emîri” manasında halifenin eş anlamlısı olarak kullanmışlardır.
İslâm dini, hem diyaneti hem de siyâseti kendinde birleştiren bir dindir. Hz. Peygamber, sadece bir hukuk sistemi (şeriatı) vaz ‘etmekle yetinmemiştir. Bir taraftan şer’î kanunları vaz ’ederken, diğer taraftan da o şer’î kanunların tenfiz ve icrasını bizzat üstlenmiştir. Kamu hizmetlerinin yürütülmesini temin etti ve ülkenin çeşitli yerlerine, valiler, kadılar gönderdiği gibi, vatanın korunmasında da bizzat ve bilfiil başkumandanlık vazifesini ifa etmiştir. İşte bu manada hilâfet müessesesinin dinî açıdan lüzumlu ve sosyal bir zaruret olduğunu,
Bütün dünya Müslümanlarının bir tek devlet olmasının zarurî olmadığı, belki müstakil devlet başkanları bulunan birden fazla Müslüman devletin aynı anda yeryüzünde bulunabileceği, İslâm hukukçularının büyük ekseriyeti tarafından kabul edilmemişse de, hem vâkıanın hem de azınlıkta kalan bir kısım hukukçuların aksi görüşü te’yit ettiğini müşâhede ediyoruz.

Halifenin Görev Ve Yetkileri
Bu başkanlık sistemiyle hilâfet yahut saltanatı açıklaması açısından çok önemli bir konudur. Hilâfetten gaye, adaletin tevzii, hakların korunması, Müslüman halkın saadetinin te’mini ve şer’î hükümlerin icrasıdır. Halifenin şahıs olarak diğer Müslümanlardan farkı yoktur. Ancak kendisine yüklenen ağır görevler karşılığında sahip olduğu bazı hak ve yetkileri de vardır. Bunları kısaca görelim.
Halifenin görevleri hususunda klasik İslâm hukuku kitaplarında on görev zikredilmektedir. Bunlar:
aa) İslâm Dinini, ilk devirde tesbit edilen esaslara uygun olarak muhafaza etmek, dine yönelen şüpheleri bertaraf etmek; bunun için hakları korumak ve cezaları uygulamak.
bb) Çekişmeli taraflar arasında şer’î hükümleri uygulamak, adaleti tevzi etmek, yani yargılama hukukunu tatbik etmek.
cc) Emniyet, huzur ve âsâyişi sağlamak.
dd) Cezaları infaz etmek ve insan haklarını korumak.
ee) Ülkenin sınırlarını korumak ve dış tehlikelere karşı gereken tedbirleri almak.
ff) İslâmiyet’i yaymak ve gerekirse bu uğurda cihad (savaş) yapmak.
gg) Devletin gelirlerini meşrû’ yollar ve ölçüler içinde kimseye haksızlık etmeden tahsil etmek.
hh) Devlet hazinesinden (beytülmaldan) yapılan harcamaları, başta devlet memurlarının maaşları olmak üzere, adalet ölçüleri içinde yapmak.
ii) Kamu hizmetlerinin eksiksiz yürütülmesi için, layık olanlar arasında kamu görevlilerini tayin etmek.
jj) Müslüman halkın idaresini, yapacağı tetkik ve araştırmalarla bizzat kontrol etmek; zevk ve eğlenceye dalarak idareyi yeteneksiz kişilere terk etmemek.
Bu zikredilen görevlerden aynı zamanda halifenin sadece yürütme yetkisi olduğunu anlıyoruz. Ancak günümüzdeki anlayışa uygun olarak üç kuvvet açısından halifenin yetkileri şöyle özetlenebilir.
Yasama Yetkisi: İslam hukukunda kanun koyucu Allah ve onun Peygamberi olduğu için halifenin yasama yetkisi bunların verdiği ölçüde ve sınırlıdır.
Yürütme Yetkisi: İslâm hukukunda yürütmenin başı halifedir; zaten yukarıdaki görevlerin çoğunluğu yürütmenin görev alanına girer.
Yargı Yetkisi: Adaletin tevzii halifenin önemli görevlerinden birisidir. Bu suretle yargılama işinin yürütülmesi de halifeye aittir.
Halife, hukuken sorumsuz değildir. Halifenin manevi ve uhrevî sorumluluğu yanında, maddî ve dünyevî sorumluluğu da vardır. Halife, diğer fertler gibi, fiil ve hareketlerinden hem hukuken hem de cezâen sorumludur. Sorguya çekmek için mübâşir vasıtasıyla bir gebe kadını huzura celp ettirmek isteyen Hz. Ömer’in, kadının mübâşiri görünce korkudan çocuğunu düşürmesi üzerine, durumu büyük sahabe hukukçularına sorması ve Hz. Ali’nin “diyetini=kanlığını vermeniz gerekir” görüşünü benimsemesi konuyu aydınlatır kanaatindeyiz. Bu konunun diğer ayrıntılarına ilgili hukuk dallarında değineceğiz.

3. Türk Hukuk Tarihindeki Gelişmeler ve Başkanlık Sistemiyle Mukayese
3.1 Hilâfetin Mana Ve Fonksiyon İtibariyle İkiye Ayrılması
Her konuda Hz. Peygamber’in izinden yürüyecek ve onu temsil edecek makam demek olan hilâfet makamı, maalesef bu mana ve fonksiyonunu her zaman devam ettirememiştir. Bu sebeple bazı araştırmacılar hilâfeti iki kısma ayırmaktadırlar:
Birincisi; gerçek hilâfet (hilâfet-i kâmile veya hilâfet-i hakikiye)’dir ki, yukarıda zikredilen şartları haiz ve Müslümanların rızası ile yapılan seçim ve biat sonucu elde edilen hilâfettir. Büyük Türk hukukçusu Sadrüşşeria, buna hilâfet-i nübüvvet de demektedir.
İkincisi; şeklî hilâfet (hilâfet-i sûriye)’dir ki, gerekli şartları hâiz olmayan veya milletin seçim ve biatıyla değil de, cebir ve istilâ suretiyle elde edilen imâmettir. Bunda saltanat ve hükümdarlık manası ağır basmaktadır. Hz. Peygamber’in “Benden sonra hilâfet otuz senedir; ondan sonra saltanata inkılab eder” hadisinin işareti ve bütün İslâm hukukçularının ittifakıyla gerçek manada halife hülefâ-i râşidin’dir. Halife Ömer bin Abdülaziz bir tarafa bırakılırsa, Emevi ve Abbasi halifeleri hep ikinci grupta kalmışlar, bir başka ifadeyle şeklen ve hükmü halifeler olarak kabul edilmişlerdir. Hz. Peygamber’in bahsettiği 30 sene, Hz. Ebubekir’den itibaren Hz. Hasan’ın altı aydan ibaret bulunan hilâfet süresiyle sona ermektedir.
Yukarıdaki izahlardan anlaşılacağı gibi şeklî hilâfet de iki kısımdır:
Birincisi; hilâfet makamını işgal eden şahsın gerekli vasıfları hâiz olmaması ve tayin usulünün İslam’ın tavsiye ettiği şekilde bulunmaması manasında şeklîliktir. Bu manada halife, daha önceki bahislerde zikredilen halifenin hak ve yetkilerine (velâyet-i âmmeye) fazlasıyla sahiptir.
İkincisi ise, gerekli vasıflar mevcut olmasına ve tayin usulünün meşrû bulunmasına rağmen, halifeye tanınan hak ve yetkileri kullanamayan hilâfet makamıdır. Bu kısımda halife ünvanlı sadece manevî reislikten ve maddî alanda ise bir formaliteden ibarettir. Emevî halifeleri ve ilk Abbasi halifeleri birinciye, Fatımîler ve Memlûklüler zamanına rastlayan son Abbasi halifeleri ise ikinciye misal teşkil eder. Osmanlı Padişahları, birinciye misaldirler.
Bilindiği gibi Osmanlı Padişahları, 923/1517 tarihinde Yavuz Sultan Selim’in Ayasofya Camiinde son Abbasî halifesi tarafından halife ilan edilmesiyle, sultan ünvanının yanında halife ve halife-i Resûlüllah ünvanlarını da kullanmışlardır.
Osmanlı padişahlarının saltanat usulü hakkında şunları söyleyebiliriz:
Fâtih devrine kadar ehl-i hall ve’l akd denen beyler tarafından sultan tayin edildiğinden veliahdlık söz konusu değildir. Sadece Çelebi Mehmed’in saltanatı, oğlu Murad’a vasiyet etmesi bunun istisnasını teşkil eder. Fâtih Sultan Mehmed ise, doğruluğu tartışmalı olan şu kanun maddesi ile saltanatın evladına intikalini, ancak bunun için yaşa itibar edilmemesini prensip haline getirmiş; fakat saltanata geçen hükümdarların kamu düzeni (nizâm-ı âlem) için kardeşlerini bile öldürmelerine müsaade etmiştir; “Her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola, kardeşlerin nizâm-ı âlem için katletmek münasiptir ekser ulemâ dahi tecvîz etmiştir; onunla âmil olalar”. Kamu düzeni için bağy (isyan) cezası olarak idam verileceğini Hanefi hukukçularının çoğunluğunun câiz gördüğü doğrudur; ancak Osmanlı uygulamasındaki gelişmelerin hepsinin bu hukuki görüşe uygun olarak cereyan ettiğini söylemek de mümkün değildir.

Osmanlı Padişahlarının Hak ve Yetkileri
Osmanlı Devlet şeklini tam anlamıyla Batıdaki monarşik devlet şekillerine benzetmek mümkün olmadığı gibi, Osmanlı padişahlarını da batılı kral veya diktatör hükümdarlar gibi görmek mümkün değildir. Zira Osmanlı padişahları sadece icrâ konusunda âmme maslahatı ile kayıtlı ve sınırlı geniş yetkilere sahiptirler. Yasama yetkileri yine şer’î hukukun tanıdığı ölçüde mevcuttur. Devletin, padişahdan ve padişah ailesinden ayrı hukukî bir varlığı vardır.
Osmanlı padişahları, Yavuz Selim’den itibaren hem sultan ve hem de halifedirler, yani İslâm âleminin reisidirler. Saltanat itibarıyla otuz milyonu idare ediyorsa, hilâfet itibarıyla 300 milyona başkanlık etmektedir. Saltanat kanadını sadâret, hilafet kanadını ise şeyhülislamlık temsil etmektedir. Padişahlar, halife olmaları hasebiyle, halifelere tanınan hak ve yetkilere de sahiptirler. Osmanlı padişahlarının yasama, yürütme ve yargı yetkilerini daha yakından görelim:
Yasama yetkisi açısından; Osmanlı padişahlarının sınırsız bir yasama yetkisi yoktur. Sadece mevcut şer’î hükümleri kanun haline getirebilir. Meselâ Girit Kanunnâmesi gibi… Herhangi bir meselede mevcut içtihadî görüşlerden birini tercih edebilir. Müruru zaman ve nakit para vakfının cevazı ile alakalı emirleri gibi… Yahut da İslâm hukukunun kendisine tanıdığı sınırlı yasama yetkisini kullanır. Meselâ, buna dayanarak askerî ve idarî düzenlemeler yapabilir, ta’zir cezaları koyabilir. (Osmanlı hukukunda cürm-ü cinayet cezaları denmektedir) ve toprak rejimi ile ilgili kanunlar yapabilir. Kısaca örfî hukukun sınırları, padişahın yasama yetkisinin de sınırlarıdır. Fâtih Sultan Mehmed’in devlet teşkilâtına dair kanununun başına “Bu kanun atam dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur Evlâd-ı kirâmım neslen ba’de neslin bununla âmil olalar” ifadelerini bu manada anlamak gerekir. Zaten Kanunnâmenin muhtevasını tetkik edince durum kendiliğinden ortaya çıkar.
Yürütme yetkisi açısından; Padişah yürütmenin başıdır. Her çeşit idarî karar ve tanzimî tasarruflar onun tasdikinden geçer. Fâtih devrine kadar, padişahlar devletin en önemli icra organı olan Divân’ın başkanlığını bizzat yürütmüşlerdi. Halifelerin onuncu vazifesine uygun olan bu durum, yani padişahların devlet işleri ile bizzat ilgilenmeleri usulü, Fâtih’in Kanunnâmesi ile kısmen de olsa değiştirilmiştir. Divân-ı Hümâyûn’un başkanlığını artık vezir-i a’zamlar yapacak ve Divân’ın aldığı kararlar telhis veya takrir adıyla padişaha arz edilecekti. Padişah’ın tasdikinden geçen Divân kararlarına hüküm denmekteydi. Padişahdan sâdır olan yazılı emirlere ise muhtevalarına göre, ilk dönemlerde, biti, menşûr, yarlığ, berât, fermân veya hükm-i şerif adı verilirdi. Osmanlı padişahları, 1248/1832 (II. Mahmut zamanı) yılın ortalarına kadar, Divân kararlarında tasdik ettiklerinin üstüne “manzûrum olmuştur” şeklinde kendi elleriyle not düştüklerinden bu çeşit yazılı emirlere Hatt-ı hümâyûn adı verilmiştir. 1832 yılında ise, Divân’ın veya heyet-i vükelânın aldığı kararlar, sadrazam tarafından padişaha arz edilir ve Padişah kendi tasdikini özel kâtibinin kaleme aldığı ve İrâde-i seniyye denilen bir yazılı emirle sadrazama iade ederdi. Başta sadrazam ve vezirler olmak üzere, biraz sonra göreceğimiz idarî teşkilâtta yer alan yüksek devlet memurlarının tayin yetkisi de padişaha aitti.
Yargı gücüne gelince; Halife yahut Padişahın yargı yetkisi yoktur. İcrâ gücü açısından, Halifenin yetkilerinden birinin de yargı gücünü kullanmak veya kullandırmak olduğunu görmüştük. Osmanlı padişahları içinde aynı şey geçerlidir. Padişah yargının başıdır ve bütün kadılara yargılama yetkisini padişah tevzi eder. Ayrıca bir çeşit yüksek mahkeme gibi çalışan Divân-ı Hümâyûn’da da, Fâtih devrine kadar Padişah bizzat bu mahkemenin başkanıdır; ondan sonra ise Divânın verdiği kararları şeyhülislama danışarak infaz eder ve ilgililere hüküm gönderir. Siyaseten katl denilen ve padişahların istedikleri şahsı diledikleri şekilde idam ettirmeleri şeklinde -bazı yazarlarca- açıklanan durumlarda da padişahın şeyhülislamdan fetva almadan böyle bir şeye girişemediğini, giriştiği takdirde sorumlu tutulduğunu tarihçiler ifade etmektedir. Fâtih’in haksız yere elini kestirdiği gayr-i Müslim usta ile yargılanıp elinin kesilmesine hükmedildiğini ve Yavuz’un sorumsuz bazı Davranışlarından dolayı Zembilli Ali Efendi tarafından uyarıldığını tarih kaydetmektedir.

1293/1876 Kanun-ı Esâsîsine Göre Padişah’ın Yetkileri ve Sorumluluğu
1293/1876 tarihli Kanun-ı Esâsî, Osmanlı Devletindeki saltanat usulü ve padişahların yetki ve hakları konusunda mevcut hükümleri sadece yazılı hale getirmiştir. Buna göre:
Osmanlı Saltanatı, İslâm halifeliği ünvanını hâiz olup, Osmanlı hânedanından eski usul üzere en büyük erkek evlada aittir (md. 3). Padişah İslâm Dininin hâmisi ve Osmanlı teb’asının hükümdarıdır (md. 4).
Padişahın yetkilerine gelince; Vekillerin (bakanların) azli ve tayini, devlet memurlarının tayini, nişan verilmesi, adına hutbe okunması ve para basılması, yabancı devletlerle antlaşma akdi, harp ve sulh ilanı, silahlı küvetler kumandanlığı, askerî nizamlar, şer’î hükümler ve kanunî kaidelerin icrası, idarî düzenlemeler yapılması, kanunî cezaların tahfifi ve afvı ve meclisin feshi, tatili ve benzeri yetkiler padişaha aittir (md. 7) Bu yetkiler, halifenin yetkileriyle karşılaştırılırsa, fazla bir fark olmadığı görülecektir.
Padişaha verilen yürütme yetkilerinde en önemlisi, Başbakan demek olan Sadrazamları ve bakanlar demek olan vezirleri atama yetkisidir.

3.4 Vezir’i A’zam (Sadrazam) ve Yetkileri
Osmanlı Devletinde sonradan halife ünvanını da alan sultanların vekili, tam yetkili temsilcisi ve icranın ikinci reisi vezir-i a’zam’dır. Sultan Orhan zamanından beri var olan bu makamı işgal eden şahsa, diğer vezirliklere olan üstünlüğünü belirtmek ve devlet teşkilâtında hiyerarşiyi sağlamak için önceleri vezir-i evvel ve vezir-i a’zam denilirken, Kanuni’den itibaren Sadr-ı A’zam ünvanı kullanılmaya başlanmıştır. Sadr-ı âli, sahib-i devlet, zat-ı âsafî ve vekil-i mutlak tabirleri de bu makamı ifade etmek için kullanılır. Sadâret mühründe bu makamın ilga edilişine kadar vezir-i a’zam klişesi muhafaza edilmiştir. İslâm anayasa hukukunda görülen vezâret-i tefvîzin karşılığıdır.
Padişahın mutlak vekili olan vezir-i a’zam, padişahın fermanıyla atanır ve diğer vezirlerden farklı olarak kendisine mühr-i hümâyûn, yani padişahın mührü verilir. Fâtih kanunnâmesindeki ifadesiyle “vezir-i a’zam vezirlerin ve beylerin başıdır; cümlenin ulusudur; cümle devlet işlerinin mutlak vekilidir; devlet mallarının vekili defterdar, nâzırı ise vezir i a’zamdır. Oturmada, durmada mallarının vekili defterdar nâz ve mertebede vezir-i a’zam hepsine takdim edilir”. Osmanlı Teşkilât Kanunnâmelerine göre, vezir-i a’zam’ın idarî yetkilerini şöylece özetleyebiliriz:
aa); Din, devlet ve saltanata dair bütün hizmetlerin ifasını temin;
bb) Had, kısas, hapis, sürgün, bütün çeşitleriyle ta’zir ve siyaset cezalarını infaz;
cc) İcap ettiği takdirde hususî davaları dinleme, Şerî’atın hükümlerini icra ve yapılan haksızlıkları önleme;
dd) Memleketin idarî yapısını tanzim, tımar, zeamet ve ulûfeleri tesbit;
ee) Başta beylerbeylik, sancak beyliği, mütevellilik, İmamlık, kadılık ve benzeri memuriyetler olmak üzere bütün askerî ve ilmiye sınıfına mensup memurları tayin ve azl;
ff) Kısaca bütün şer’î ve örfî meselelerin halli ve icrası için padişahın mutlak vekili ve Osmanlı tebeası üzerinde sözü ve yazısı, padişahın İrâdesi ve fermanı gibidir. Sadrazamın yazılı emrine buyruldu denir.
Sadrazam kendisine tanınan bu yetkileri kullanırken iki kayıtla bağlıdır. Birincisi; önemli tayin işlemlerini ve devlet meselelerini padişaha telhis suretiyle arz etmekle görevlidir. Diğer devlet memurları ise, meselelerini ve kararlarını sadrazama arz edeceklerdir. Padişah bulunmadığı zamanlarda, telhis ve arz bulunmasa da yetkilerini onun vekili olarak kullanabilir. Eğer vezirlerden ve diğer yüksek memurlardan padişaha arzda bulunmak isteyenler olursa, bu arz hususu sadrazamın aracılığıyla olacaktır. İkincisi; bütün bu yetkilerini kullanırken şer’î hükümlere ve örfî kanunlara uymak zorundadır. Sadrazamın arzına rağmen, Şeyhülislamın câizdir diye fetva vermemesinden dolayı reddedilen meseleler, Osmanlı Arşivinde önemli bir yekûn teşkil etmektedir.
4. İSLAMİYET VE HUKUK TARİHİMİZ AÇISINDAN BAŞKANLIK SİSTEMİ MAKUL VE MEŞRU’DUR
Eğer, yukarıdaki verilen bilgiler incelenirse, zikredilen sınırları aşmamak şartıyla, başkanlık sistemi, hem İslam’ın yüce prensiplerine ve hem de tarihimiz boyunca uygulanan devlet başkanlığı sistemine uygundur. Özellikle belirtelim ki, Hz. Peygamber ve dört halife hariç, tarihimiz boyunca, hiçbir devlet başkanı, yasama, yargı ve yürütmeyi üstlenmeyi ne kastetmiş ve ne de İslamiyet’te ve hukuk tarihimizde buna müsaade edilmiştir. İster halifenin on temel görevi ve isterse Osmanlı ve Selçuklu devlet başkanlarının yetkileri ile alakalı açıklamalar, dediklerimizi tasdik eylemektedir.
Şu anda dünyada uygulanan devlet başkanlığı sistemleri de benzer özellikler arz etmektedirler. Fransa’da Cumhurbaşkanı konseylerin aldığı kararları durdurma, yasaları kabul etme, anlaşmaları imzalama kendisine sunulan önerileri kabul etme ya da reddetme hakkına sahiptir. Fransa anayasasına göre cumhurbaşkanı başbakanı atama yetkisine sahipken, onu azletme yetkisine sahip değildir. Cumhurbaşkanı yalnızca başbakanın kendisine istifasını sunması halinde onu görevden alabilmektedir. Bakanların durumu ise daha farklıdır. Bakanlar, cumhurbaşkanı tarafından görevden alınabilir, ancak bunun için başbakanın cumhurbaşkanına öneride bulunması gerekmektedir. Fransız Anayasasının 12. maddesine göre ise cumhurbaşkanı Millet Meclisi’ni feshetme yetkisine tek başına sahiptir. Ancak bu yetki olağanüstü hal durumlarında kullanılamaz. Öte yandan cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi’nin üç üyesini ve Anayasa Mahkemesi başkanını atayabilir. Kriz zamanlarında bağımsızlık ve bütünlüğe yönelik tehditlere karşı tüm yetkileri kendinde toplayabilir. Bu durum İslam tarihindeki halifelerin ve nihayet Selçuklu’dan itibaren devlet başkanlarının yetkilerinde, bazı istisnalar dışında, farklı değildir.
Amerika’da ise, Anayasanın, başkanın yetkilerini tanımlayan 2. maddesinde, “İcra yetkisi, ABD başkanına emanet edilir” yazıyor. Başkan, aynı zamanda silahlı kuvvetlerin başkomutanı; af ve tecil yetkilerine sahip olan başkan, Senatonun fikrini sormak ve mevcut senatörlerin üçte ikisinin onayını almak kaydıyla anlaşmalar imzalayabilir. Büyükelçileri ve yüksek mahkeme hâkimlerini atayan başkan, bunu yaparken de Senatonun çoğunluğunun onayını almak zorundadır.
ABD Anayasaya göre, “birliğin durumu hakkında Kongreye bilgi vermek zorunda olan başkan, gerekli ve uygun gördüğü, önem arz eden her türlü önlemi Kongrenin bilgisine sunmak durumundadır. Başkan, ayrıca Kongre tarafından kabul edilen kanun metinlerini veto hakkına da sahiptir. Başkan, ihanet, yolsuzluk ya da herhangi başka bir suç yüzünden azledilebilir.”
Sonuç olarak, eğer başkanlık sistemi İslamiyet’e ve tarihteki devlet başkanlığı sistemlerimize uygun ise; benzerleri ABD ve Fransa gibi ülkelerde de uygulanıyorsa, Türkiye Cumhuriyetinin bunu uygulaması yerindedir ve daha da istikrar getirecektir. Tarih böyle konuşurken ve Dünya devletleri bunu uygularken, hala başkanlık sistemini despotluk yahut başka vasıflarla kötüleyenler, tarihimizi ve dinimizin esaslarını da inkâr ettiklerinin farkında değildirler.
Daha fazla ayrıntı kardeşim Prof. Dr. Burhan Kuzu’nun yüzlerce sayfalık eserinde bulunabilir.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: