Batı medeniyetine karşı İslâmî tezler ve Risâle-i Nûr

Sömürgecilik ve İslâm

15. yüzyılın sonlarından itibaren Avrupalıların gerçekleştirdiği coğrafi keşifler, sömürgecilik faaliyetlerinin de başlangıcını teşkil eder. İlk defa İspanyolların ve Portekizlilerin başlattığı sömürge faaliyetleri, zamanla İngiliz ve Fransızların başını çektiği faaliyetlere dönüştü. Dünyanın zenginlikleri batıya aktı.

Sömürge faaliyetleri kolay olmuyordu tabii ki. Avrupalı sömürgeciler istila ettikleri ülkelerde büyük direniş faaliyetleriyle karşılaşıyorlardı. Bu direniş faaliyetleri, bilhassa İslâm ülkelerinde daha şiddetli ve geniş boyutta idi. Başta Osmanlı olmak üzere Müslüman ülkelerde vuku bulan direniş faaliyetleri, Batılılar için oldukça büyük sorun oluyordu. Bu sorun, uzun zaman Avrupa’da “Şark Sorunu” olarak gündemde kaldı.

Sömürgecilik döneminde, Müslüman ülkelerin nasıl kontrol altına alınacağına dair büyük araştırmalar yapıldı. Bu araştırmalarda Batılı siyasetçilere danışmanlık yapanlar, –bin yıllık mazisi olan- oryantalistler ve misyonerlerdi. Oryantalistlere ve misyonerlere göre, İslâm kontrol altına alınmadan, İslâm coğrafyası kontrol altına alınamazdı. Sömürgecilerin karşısındaki asıl engel, İslâm’ın bizzat kendisiydi. Müslümanlardaki güç, dinin özünde bulunanın dışa yansımasından başka bir şey değildi. Yapılması gereken, Müslümanları dinlerinden soğutmak ve uzaklaştırmaktı. Bu olursa zaten arkası gelecekti.[1]

Sömürgeciler, misyonerler, oryantalistler ittifakla bu projeyi gerçekleştirmek için faaliyete geçtiler.

***

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupalı güçler emellerine nail oldular. Osmanlı, yıkıldı ve Osmanlının hâkim olduğu büyük İslâm coğrafyası sömürge haline getirildi.[2] Siyasi hâkimiyetin ardından, Müslüman halkların İslâm’dan uzaklaştırılması ve Batılılaştırılması projesi faaliyete geçirildi. Zaten o yıllara kadar hayli çalışılmış ve bir altyapı oluşturulmuştu. Yapılan faaliyetler neticesinde materyalist batı zihniyeti yaygınlaştı, İslâmiyet aleyhinde fikirler arttı ve halk dinden uzaklaştı(rıldı). Müslüman olmak, gericilik, utanılacak bir durum haline gelmeye başladı. Bunun da ötesinde, İslâmî değerlere itimadı olmayan, hatta düşman nesiller de ortaya çıktı.

Osmanlının yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti bir sömürge ülkesi değildi, ama onun hali de diğer İslâm ülkelerinden farklı değildi. Savaş sonrası yapılanma, tamamen batı zihniyetine göre şekillendi. Din, toplum hayatından dışlandı.

Fransız oryantalist Louis Massignon’un “Onların her şeyini tahrip ettik. Felsefeleri dinleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler. Anarşi veya intihar için olgun bir hale geldiler.”[3] sözü, İslâm âleminin içine düştüğü vahameti oldukça açık bir şekilde ortaya koyuyor.

Batı Medeniyetine Karşı İslâmî Tezler ve Risâle-i Nûr

Materyalist Batı zihniyetinin, Âlem-i İslâm’da yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan problemlere karşı Müslümanlar da çözüm arayışlarına giriştiler ve bu yönde bazı hareketler meydana geldi. Risâle-i Nûr, bu problemleri halletmek için ortaya çıkmış çözüm yollarından birisidir. Fakat çözüm yolları içerisinde müstesna bir yerinin olduğunu vurgulamamız gerekir.

Batı medeniyetinin tesiriyle veya ona tepki olarak ortaya çıkan İslâmî hareketleri kısaca dört kısımda inceleyebiliriz. Modernist hareketler, geleneksel hareketler, siyasi hareketler ve Risâle-i Nûr. Önce ilk üç hareketten bahsedip, arkasından da Risâle-i Nûr’un onlara benzeyen veya benzemeyen, farklı yönlerini ortaya koymaya çalışalım.

  1. Modernist Hareketler

Modernist hareketler, genellikle Batının üstünlüğünden etkilenerek, Batı karşısında aşağılık kompleksine kapılan insanların tavrı olarak görülür. Bu insanlar Batı felsefesinin ortaya koyduğu kriterlere göre, İslâmî inanç ve müeyyideleri, kendi akıllarıyla izah ve ispat edemedikleri için ister istemez, dinde reform yapmaya, diğer ifadeyle Batı kriterlerine uygun bir İslâm ortaya koymaya çalıştılar. Yaptıkları, Batı medeniyeti ile İslâm arasında bir tür sentezdi. Kur’ân ve Sünneti değerlendirmede, “Batılı aklı” ön plana çıkararak, bazı âyetleri tevil, çoğu hadisleri inkâr, daha önceki âlimleri İslâm’ı anlamamakla itham ettiler. Hindistan’da Ahmet Ağa Han, Mısır’da Muhammed Abduh bu hareketin ilk mümessilleri olarak görülür.

Kur’ân ve sünnetten ziyade Batıya sadakat tarzındaki bu hareket, İslâm âleminde bir tür bid’at hareketi olarak algılandı ve İslâm toplumlarında büyük halk kesiminin kabulüne mazhar olamadı.

Türkiye’de ilahiyat camiasının başını çektiği bu anlayışa, İslâm ülkelerinde, -ekseriyetle- Batı tarzı hayata alışmış zenginler ve aydın kesimde rastlamak mümkündür.

  1. Siyasi Faaliyetler

Siyasi faaliyete taraftar olan Müslümanlar ise, bugünkü Müslümanların sıkıntısının aslında Müslümanların İslâmî bir devlete sahip olamadıklarından kaynaklandığını iddia ediyorlardı. Onlara göre Müslümanların kendilerine ait bir devleti olursa bütün problemler kolaylıkla halledilecekti. Bu harekete taraftar olanlar, pek çok Kur’ân âyetini ve hadisleri siyasi bir üslupla yorumlama cihetine gittiler. Pakistan’daki Cemaat-i İslâmiyye’nin kurucusu Mevdudi ve Mısırdaki İhvan-ı Müslimin hareketine fikri alanda tesir eden Seyyid Kutup, bu alanda başı çeken şahsiyetlerdir.

Yirminci yüzyılda bütün İslâm ülkelerinde, siyasi faaliyet yapan İslâmî hareketler (siyasal İslâm) oldu. Bazı ülkelerde kısmen başarılı çalışmalar olduysa da, çoğu ülkelerde iktidarı ellerinde bulunduranlarla, siyasi faaliyet yapan Müslümanlar arasında çatışmalar, kanlı olaylar meydana geldi.

  1. Geleneksel Faaliyetler

Geleneksel, muhafazakâr faaliyetler, modernist faaliyetlerin tam zıddı bir karakter arz ederler. Onlar aklı değil, nakli esas aldılar. Teslimiyetçi bir tavırla Kur’ân, sünnet ve eski İslâmî kültürü canlandırmaya gayret ettiler. Bu harekete taraftar olan şahsiyetler, Müslümanların içinde oldukları durumun Kur’ân ve sünnetten uzaklaşmaktan kaynaklandığını, tekrar Kur’ân ve sünneti toplum hayatına hâkim kıldığımız takdirde, Müslümanların içinde bulundukları hallerden kurtulacaklarını söylüyorlardı. Bu yüzden Kur’ân ve sünnetin insanlara öğretilmesine büyük önem verdiler.

Pakistan’daki “Tebliğ Cemaati”, alem-i İslâm’ın pek çok yerinde faaliyet gösteren tarikatlar ve İslâm ülkelerindeki İslâmî eğitim (Arabistan, İran, Pakistan vb) genellikle bu anlayış istikametinde faaliyet göstermektedir.

  1. Risâle-i Nûr

Ehl-i Sünnet anlayışını muhafaza etmeye çalıştığı için, geleneksel hareketler içerisinde değerlendirebileceğimiz Risâle-i Nûr’un geleneksel hareketlerden bazı farklı yönleri vardır. Bu yüzden onu ayrıca ele almamız gerekiyor. Şöyle ki:

Müslümanlar Kur’ân ve sünneti, İslâmî kültürü ihya etmelidirler. Fakat aynı zamanda zamanın problemleriyle de yüzleşmelidirler. Problemlerle yüzleşmeden, onları halletmeden İslâmî kültürü ihya etmeye çalışmak toplumda fazla tesirli olmayacaktır. Risâle-i Nûr’a göre bugün İslâm toplumlarında ‘iki büyük problem, iki dehşetli hal’ yaşanmaktadır:

Birincisi, Batının materyalist bir alt yapıya oturtulmuş fen ve felsefesinden kaynaklanan küfr-ü mutlakın (ateizmin) Müslümanlar arasında yaygınlaşmasıdır.

İkincisi ise, Batı medeniyetinin ahireti değil, dünya menfaatlerini ve dünya lezzetlerini ön plana çıkaran yapısından, günümüz Müslümanları büyük oranda etkilenmişlerdir. Bu yüzden –ahirete inandıkları halde- fani dünyanın geçici lezzetlerini, ebedi olan ahiret hayatına ve lezzetlerine tercih etmektedirler.

Risâle-i Nûr’un bu iki dehşetli halden birincisine getirdiği çözüm yolu şudur:

Eskiden küfr-ü mutlak yaygın olmadığından ve teslimiyet İslâm toplumlarında var iken eski âlimlerin sözleri Müslümanlara tesir ediyordu. Şimdi ise küfür yaygınlaşmış, teslimiyet de kırılmıştır. Bugünkü insanlara tesir etmemiz, ancak delil ve ispatla mümkündür. İşte Risâle-i Nûr pek çok risalesiyle bütün imanî konuları kuvvetli delil ve hüccetlerle ispat ederek ateizmi (küfr-ü mutlakı) çürütmüş, dinsizleri susturmuş, pek çok insanın imanını takviye etmiş, hatta kurtarmıştır.

Risâle-i Nûr’un ikinci dehşetli hale getirdiği çözüm yolu ise şudur:

Günahlarda tiryaki olmuş günümüz insanlarını, içinde oldukları halden kurtarmak, iman ve İslâmiyet’te daha dünyada iken cennet lezzetleri olduğunu, günahlarda ise cehennem elemleri olduğunu ispat etmekle mümkündür. Aksi halde bu insanlara Allah’ın, cennet ve cehennemin varlığını da ispat etsek, onları alıştıkları haram lezzetlerden kurtarmamız müşkildir. Çünkü bu asırda hissiyat, akla ve kalbe galebe çalmış bir durumdadır. Risâle-i Nûr pek çok eczalarında, iman ve İslâm esaslarında cennet lezzetlerini; küfür ve günahlarda cehennem elemlerini ispat ederek pek çok insanları fısk ve küfürden kurtarmaktadır[4].

Küfür ve fıskla mücadelede, elbette başka fertler ve gruplar da faaliyet gösteriyorlar. Fakat bu alanda Risâle-i Nûr’un Türkiye, âlem-i İslâm ve Batı ülkelerinde gösterdiği muvaffakiyet daha kuvvetli ve daha kapsamlıdır.

Risâle-i Nûr’un Diğer Hareketlerden Farklı Yönleri

Burada diğer faaliyetlerle Risâle-i Nûr arasındaki farklara da göz atmamız yerinde olur.

Risâle-i Nûr ehl-i sünnet anlayışını muhafaza ve müdafaa ettiği için yukarıda bahsettiğimiz geleneksel hareketler içerisinde mütalaa edilebilir. Ancak metod itibarıyla onlardan ayrılır.

Üstad Bediüzzaman kendi zamanındaki vaizlerin “Anlattıkları konuları parlak bir şekilde tasvir ettiklerini, fakat davalarını ispat ederek muhatabı ikna etmediklerini, belagat, mukteza-yı hale mutabık söz söylemek olduğu halde, günün şartlarına uygun söz söylemediklerini, insanları eski zaman köşelerine çekip öyle konuştuklarını” bu yüzden toplumu ıslahta tesirli olamadıklarını anlatır.[5]

Üstadın vaizlere yönelttiği tenkit, aynı zamanda bugünkü geleneksel hareketlerde de görülmektedir. Geçmişteki İslâm toplumlarıyla günümüz toplumları birbirinden çok farklıdır. Eskiden teslimiyet kuvvetli iken, bu zamanda Batı medeniyetinin tesiriyle itikatta sarsılmalar meydana gelmiş, teslimiyet kırılmıştır. Halkın bu durumunu görüp mesaiyi bu tarafa yoğunlaştırmak gerekirken, geleneksel hareketler daha çok amel üzerinde yoğunlaşmışlardır. Bundan dolayı da, İslâmî konuları günümüz insanlarının anlayışına göre, delilli ispatlı anlatmakta yeterli olamamışlardır. Bu özellikler, onların halk üzerindeki tesirlerini azaltmıştır.

Risâle-i Nûr, iki özelliğiyle geleneksel hareketlerden farklılık arz eder. Zamanın özelliğinden dolayı mesaisini iman üzerine teksif etmiş ve imanî konuları cerh edilmez, güçlü delillerle ortaya koymuştur. Bu yönüyle hem ilcaat-ı zamana uygun, hem de muhatabı ikna eden bir yöntem uygulamıştır.

Risâle-i Nûr, akla büyük değer verdiği için, aklı ön plana çıkaran modernistlere benzerse de, geleneksel çizgiyi yani ehl-i sünnet çizgisini muhafaza etmekle onlardan ayrılır. Bu iki özelliğiyle, iki uç noktadaki modernizm ve geleneksel faaliyetlerin ortasında yer alır. Denilebilir ki, Risâle-i Nûr’un kalabalık halk kitleleri üzerinde geleneksel ve modernist faaliyetlerden daha tesirli oluşu bu yüzdendir.

Üstad Bediüzzaman “Eski Said” döneminde aktif siyasetin içinde bulunmuştur. Risâle-i Nûrları telif ettiği Yeni Said döneminde ise siyasetten bütün bütün çekilmiştir. Siyasetten uzak durmasının sebebi hulâsa olarak şöyledir:

Toplum hayatında İslâmî konular “iman, hayat, şeriat” olmak üzere üç kısımda mütala’a edilebilir. (Fıkıh kitapları bunu itikad, ibadet, muamelat ve ukubat olarak sınıflandırır). Batının tesiriyle, imanî yönden büyük zaafa uğramış günümüz toplumlarında halkın imanını güçlendirmeden, İslâm’ı yaşamalarını sağlamadan İslâm’ın diğer iki mühim meselesini uygulamaya çalışmak (yani siyasi bir faaliyette bulunmak) ve başarılı olmak, imkânsız değildir, fakat zordur. Çünkü iman asıl ve temeldir. İmanın zaafa uğradığı bir yerde, diğer meselelerle uğraşmak problemi halletmeye yetmez. Bugün İslâm hukukunun uygulandığı bazı İslâm ülkelerinde gençlerin ahlakını muhafaza etmekte zorluklar yaşandığı bir gerçektir. Bu yüzden yapılacak en isabetli yol, başta halkın imanını takviyeye çalışmak olmalıdır. Öyle ki, imanın kuvvetlenmesiyle insanlar, -sahabe döneminde olduğu gibi- İslâm’ı bilerek, isteyerek, severek yaşasınlar. Bunu gerçekleştirdiğimiz takdirde, toplumda diğer İslâmî müeyyideleri gerçekleştirmek zor olmayacaktır. En selametli, en tesirli yol budur.

“Toplumun hem imanını takviye edelim hem de siyasi bir mücadele yapalım.” düşüncesi de, bazı mahzurları davet edici niteliktedir. Çünkü günümüz toplumlarında insanların birbirine karşı güven ve emniyetleri kırılmıştır. Bir elde siyaset topuzu, bir elde nur insanlara itimat telkin etmez. İnsanlar “Nur ile beni celp edip topuzla başımı ezecek.” diye düşünürler. Bu yüzden imanî, İslâmî konuları anlatırken, insanların güvenini kazanmak için topuzu bırakmak gerekir.

Üstad Bediüzzaman siyasetten uzak durmuş ve talebelerine de uzak durmalarını söylemiştir, fakat onun bütün bütün siyasi faaliyetlere karşı olduğu zannedilmemelidir. O, bunu iman ve Kur’ân hakikatlerini daha inandırıcı anlatmanın bir yolu olarak düşünüyordu. Yaşadığı dönemde, siyasetle meşgul olan Müslümanları siyaseti bırakmaya çağırmamış, hatta çok partili dönemde Demokrat Parti’ye destek vermiş, Suriye’deki İhvan-ı Müslimin’le irtibatları olmuş ve İhvan’dan sitayişkarane bahsetmiş, siyasetle meşgul oldukları için onları tenkit etmemiştir. Bütün bunlar kendisi ve talebelerinin siyasetten uzak durmasını istemekle beraber, diğer Müslümanların siyasetle meşguliyetine karşı olmadığını gösterir.


[1]. Bkz. Asaf Hüseyin, Batının İslâmla Kavgası, Pınar yayınları, 1991. s. 51 / Edward Said, Oryantalizm, Pınar yayınları. 1821 yılında Fener Patriki, Rus çarına yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler sabırlı mukavemetli mağrur ve izzet-i nefis sahibi insanlardır. Bu hasletleri dinlerine bağlılıktan ve kadere rıza göstermelerinden, ananelerinin kuvvetinden ve amirlerine itaat duygusundan ileri gelmektedir. Bu sebeple Türklerde olan itaat duygusunu kırmak ve manevi bağları koparmak, dini metanetlerini zaafa uğratmak gerekir. Maneviyatları sarsıldığı gün Türkleri zafere götüren asıl kudretinden sıyıracak ve onları maddi kuvvetlerle yenmek mümkün olacaktır. Osmanlı Devleti’ni tasfiye için mücerred olarak harp meydanlarındaki zaferler kâfi değildir. Yapılacak olan Türklere bir şey hissettirmeden bu tahribi tamamlamaktır. (Ahmet Akgündüz, Bilinmeyen Osmanlı, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, 1999, s. 243)

[2]. Sultan Abdülhamid döneminde (1876-1909) Osmanlı toprakları 9 milyon km2’den fazla idi. Bkz. Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, Ötüken y. 1983, c. 12, s. 128.

[3]. Mustafa Sibai, Oryantalizm ve Oryantalistler, notlar ekleyerek tercüme eden, Mucteba Uğur. Beyan y. 1993, s. 14.

[4]. Bkz. Mektubat, Hutbe-i Şamiye Mukaddimesi, c. 2, s. 394-398.

[5]. Age. c. 2, s. 454.

Kaynak: Batı medeniyetine karşı İslâmî tezler ve Risâle-i Nûr – İdris TÜZÜN