Bayram Penceresinden..

Dini de edebiyatı da çok işgal etmiş bayram kelimesi. Birçok edip ve yazar bayrama ilgisiz kalmamış, bunların literatüre compare tarzında kıyası kelimelere kimin daha geniş anlamlar verdiğini ortaya koyar.

Kelimeler dinin de edebiyatın da önemli silahlarından biri. ”Ahir zamanda harpler harflerle olacaktır’ diyen Nebiyy Alişan, nur Efşan, hülasa-i kainat ve habib-i Rabbül alemin bu asırda savaşın karakterini ortaya koyar.

Türk edebiyatında bayram kelimesi büyük üdebayı kendisi ile meşgul etmiş bir anlam denizi. Yazarların ruhsal hayatı kullandıkları kelimelere kattıkları ile olur, Mehmet Akif realist bir yazardır, toplumun hayatını bir romancı dikkati ile gözlemleyen bir büyük hikayeci şairdir. Bir bayram sabahı Fatih’de bayram yerine gider, bayram yerindeki insanları anlatır, kundaktaki çocuklardan asalı nesle kadar bayramın nasıl ruhları ve yüzleri ulvi bir ne şe ile doldurduğunu görür. Kendisi de onlara katılır.

Ahmet Kutsi Tecer, halk edebiyatı ve toplum yaşayışımızda Bayram Yeri’ni anlatır. Bayram yeri ortak bir neşe alanıdır, insanların enaniyet denen siyah elbiseleri giyip birbirini tanımadığı günümüz insanının değil mazinin bütünleşmeyi esas alan hayat anlayışına göre bir mekandır bayram yeri. İnsanlar bağımsız kimlik derdine düşünce yabancılaşma gelir ve o betonvari kişilik altında toplumdan uzaklaşır ve yabancılaşır, kendi zehiri ile ölümünü hazırlar.

Günümüzde liderler de bu empatisi ölmüş kimlikleri ile topluma yabancılaşırlar, halbuki büyük önder Resullullah etrafındaki insanların en basit dertleri ile sanki kendi derdi gibi uğraşır onlara çare arar, öküzü kaybolan sahabi gelir Peygamberden yardım ister, o da aynı onun endişelerini eşdeğer kelimeler ile paylaşır ve derdine çare olur. Yolda ağlayan bir çocuğun derdini sorar ona çare olur, kaybettiği parasını verir ve ihtiyaçlarını tedarik eder ve köle olduğu eve götürür. Tesanüd dini dediğimiz şey şimdi tamamen bağımsız ve birbirine ilgisiz insanları orta yere koymuş, hizmete koşmak ile hizmetine koşmak farklı şeyler. Üstadın varisi olan bir ağabey bazı insanların isteklerini bazı mercilere iletir, ama çok az ilgilenildiğini söyler. Ne garip değil mi  işte bu yüzden her gün aynı insanları görüyoruz, yeni insanlara yeni söylemlerle konuşacak tekniğimiz yok.

Yahya Kemal Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirinde bayram namazının penceresinden bütün zamanı ihata eden bir bayram gerçeği ile bizi yüzleştirir, önce tozlu zaman perdesini aradan kaldırır, bayram namazı vaktinden önceki o gri aydınlıkta mazide savaş meydanlarında şehit olan ecdadın ruhlarının camiye akın ettiğini söyler, büyük kahramanların haşmetli ruhlarının camiye akın ettiğini söyler, gökte meleklerin kanat seslerini, yerde müminlerin ayak seslerini duyar, caminin mimarı ve kutsal işçileri de camide yerlerini almışlardır. Bu büyük içtimai büyük ihatalı gözleri ile basiret gözü ile seyreder, bize bir kelimenin penceresinden nasıl mümin muttaki bir millet olduğumuzu bizi tarihe dine ve dile bağlayan şeyleri anlatır. Bir şiirde bir milletin tarihini dinini, medeniyetini sahneye koyar bir dramaturg gibi konuşur.

Ve şu ulvi sesi duyar;

Deniz ufkundan bu top sesleri nerden geliyor
Barbaros belki donanmayla seferden geliyor
Adalardan mı Tunus’tan mı Cezayirden mi?
Hür ufuklarla donanmış ikiyüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor
O mübarek gemiler hangi seferden geliyor

Din dil ve tarih arasındaki ayrılmaz bağları koparan bir öğreti ortaya yavan insanlar çıkardı, inşallah onları birliğini sağlayan insanları görürüz. Bediüzzaman hakaik-i fenniye ile hakaik-i diniyeyi birlikte anar ikisinin bir araya gelmesinden hakikatın ortaya çıkacağını söyler. Buradaki fen din dışındaki herşeydir, gerek laboratuvar ilimleri gerek tarih, dil edebiyat gibi şeyler hep hakaik-i fenniyedir, ama biz oraları okumayınca bakış açımız tek kanatlı kuş gibi oluyor ve topluma intibak edemiyoruz.

Alvarlı Vehbi Efe bayramı Allah ile buluşma günü şeklinde tefsir eder.  Can bula cananını kul bula sultanını bayram o bayram ola der..

Hazreti Mevlana bu kudsi bayramı Şeb-i Arus olarak niteler, o da bayramın başka bir türlü izahıdır. Hin-i vefatında güler, neden güldüğü söylenince “Biraz sonra Habibullaha ve sair zevatı alişanla buluşacığını söyler, onun mutluluğu ile gülmektedir” Vehbi Efe ve Hazreti Mevlana birbirine yakın düşünürler ama Hazreti Mevlana o anı büyük bir törene çevirir ve tanrısal bir tiyatroya dönüştürür,

Şeb-i Aruz törenleri o harika dramaturgun zekasından ortaya çıkmış bir büyük uhrevi ibret sahnesidir. Bu törenleri artık liselerde tiyatro derslerine yansıtmamız gerekir, ruhsuz edebiyat metinlerinden bir nesli ne kadar uyarabiliriz.

Ölümüne yakın hazreti Mevlana şu gazeli söyler;

Öldüğüm gün tabutumu omuzlar üstünde gördüğün zaman
Bende bu cihanın derdi var sanma
Bana ağlama, yazık vah vah deme
Şeytanın tuzağına düşersen vah vahın sırası o zamandır
Yazık yazık o zaman denir
Batmayı gördün ya doğmayı da seyret
Güneşle aya batmadan ne ziyan gelir
Sana batma görünür amma o aslında doğmayı hazırlıktır yeniden doğmaktır
Mezar ise hapishane gibi görünür amma aslında canın hapisten kurtuluşudur
Yere hangi tohum atıldı da bitmedi
Neden insan tohumuna gelince bitmeyecek zannına düşüyorsun

Bu tarafa gözünü yumdun mu o tarafa aç
Çünkü artık hayhuydan uzak mekansızlık alemindesin
Şu şiire neyi çıkarsan onu hissetmiş olamazsın

Bediüzzaman ise On Yedinci Söz isimli eserinde Bayram’ı kendinden öncekilerden çok daha farklı bir boyutta anlatır, o pencereyi mazi müstakbel ve hali içine alan bir genişlikte yorumlar. O bayramı insanın yeryüzüne ayak bastığından ayrılıp gidinceye kadarki süre kadar geniş tutar.İnsan ve diğer canlıların bitkilerin hayatını hayat kainat denilen bu büyük bayrama gelip resmi geçide katılmak şeklinde izah eder. Resmi geçitlerde şeref locasından se yredenler vardır, bu büyük resmi geçidin seyircisi kendi sanatını seyreden Allah’tır daha sonra şuurlu ve canlı olan diğer mahluklardır. İnsan da bu seyircilerden biridir, hem seyircidir, hem de seyredilen. Seyredilen şeylere tavır konur, insanın bu seyri sırasında yaptıkları kaydediler resmi geçidi nasıl yaptığı konusunda kendisine puan verilecek ve ona göre davranacaktır. On yedinci söz sanatın edebiyatın , felsefenin henüz varlığından haberi olmadığı bir boyutta bayramın izahıdır.

Bütün canlılar bu bayram yerine öz el elbiselleri ile gelirler. Rollerinin farkında olanlar rollerini iyi oynarlar, Bediüzzaman resmi geçitte ayak ayak üstüne atamayacak kadar rolünün farkındadır. Hazreti Peygamber Hz Eyüb Ensariye yemekleri gönderir, o da “ Ya Resullallah yemekteki parmak izlerinize parmaklarımı basıyorum, ama yememişsiniz” diyor Hazreti Peygamber “ Yemekte soğan var, meleklerimi rahatsız etmemek için yemiyorum, ama siz yiyebilirsiniz” Ne kadar ayrıntılı bir resmi geçitte hülasai kainat. İşte peygamberimiz ve asrımızda onun bir temsilcisi.

“Hâlık-ı Rahîm ve Rezzâk-ı Kerîm ve Sâni-i Hakîm şu dünyayı âlem-i ervâh ve ruhâniyât için bir bayram, bir şehrâyin sûretinde yapıp, bütün esmâsının garâib-i nukuşuyla süslendirip, küçük büyük, ulvî süflî herbir ruha ona münâsip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesabsız mehâsin ve in’âmâttan istifade etmeye muvâfık ve havâs ile mücehhez bir cesed giydirir, bir vücud-u cismânî verir, bir defa o temâşâgâha gönderir.

Hem, zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı asırlara, senelere, mevsimlere hattâ günlere, kıtalara taksim ederek, herbir asrı, herbir seneyi, herbir mevsimi, hattâ bir cihette herbir günü, herbir kıtayı, birer tâife, ruhlu mahlûkatına ve nebâtî masnuâtına birer resm-i geçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır. Ve bilhassa rûy-i zemin, hususan bahar ve yaz zamanında masnuât-ı sağîrenin tâifelerine öyle şâşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki, tabakàt-ı âliyede olan ruhâniyâtı ve melâikeleri ve sekene-i semâvâtı seyre celb edecek bir câzibedarlık görünüyor; ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütâlâagâh oluyor ki, akıl tarifinden âcizdir. Fakat, bu ziyâfet-i İlâhiye ve bayram-ı Rabbâniyedeki ism-i Rahmân ve Muhyî’nin tecellîlerine mukabil ism-i Kahhâr ve Mümît, firâk ve mevt Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

Yeryüzünde ne varsa Biz dünya için bir süs olarak yarattık ki, insanlardan hangisi daha güzel işler yapacak diye onları imtihan edelim. Onun üzerindeki herşeyi Biz elbette kupkuru bir toprak haline getireceğiz. (Kehf Sûresi: 7-8.)

Dünya hayatı ancak bir oyun ve bir oyalanmadır (En’âm Sûresi: 32.)

e karşılarına çıkıyorlar. Şu ise,Rahmeti vasiatı külli şeyin rahmetinin vüs’at-i şümûlüne zâhiren muvâfık düşmüyor; fakat, hakikatte birkaç cihet-i muvâfakati vardır. Bir ciheti şudur ki:

Sâni-i Kerîm, Fâtır-ı Rahîm, herbir tâifenin resm-i geçit nöbeti bittikten ve o resm-i geçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyet itibâriyle dünyadan, merhametkârâne bir tarz ile tenfîr edip usandırıyor, istirahate bir meyil ve başka bir âleme göçmeye bir şevk ihsan ediyor ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelân-ı şevkengîz, ruhlarında uyandırıyor.

Hem o Rahmân’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda mücâhede işinde telef olan bir nefere şehâdet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismânî bir vücud-u bâkî vererek Sırat üstünde sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor; öyle de, sâir zîruh ve hayvanâtın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbâniyelerinde ve evâmir-i Sübhâniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhâniye ve onların istidadlarına göre bir nevi ücret-i mânevîye, o tükenmez hazîne-i rahmetinde baîd değil ki, bulunmasın. Dünyadan gitmelerinden, pek çok incinmesinler; belki memnun olsunlar. Layelamugaybe illallah

Lâkin, zîruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyâde istifade eden insan, dünyaya pek çok meftun ve mübtelâ olduğu halde, dünyadan nefret ve âlem-i bekàya geçmek için, eser-i rahmet olarak, iştiyâkengîz bir hâlet verir. Kendi insaniyeti dalâlette boğulmayan insan, o hâletten istifade eder, rahat-ı kalb ile gider. Şimdi, o hâleti intâc eden vecihlerden, numune olarak beşini beyân edeceğiz.

• Birincisi: İhtiyarlık mevsimiyle dünyevî, güzel ve câzibedar şeyler üstünde fenâ ve zevâlin damgasını ve acı mânâsını göstererek, o insanı dünyadan ürkütüp, o fânîye bedel, bir bâkî matlûbu arattırıyor.

• İkincisi: İnsanın alâka peydâ ettiği bütün ahbablardan yüzde doksan dokuzu, dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için, o ciddî muhabbet sâikasıyla o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip, mevt ve eceli mesrurâne karşılattırıyor.

• Üçüncüsü: İnsandaki nihayetsiz zayıflık ve âcizliği, bâzı şeylerle ihsâs ettirip, hayat yükü ve yaşamak tekâlifi ne kadar ağır olduğunu anlattırıp, istirahate ciddî bir arzu ve bir diyâr-ı âhere gitmeye samimi bir şevk veriyor.

• Dördüncüsü: İnsan-ı mü’mine nur-u imân ile gösterir ki, mevt idâm değil, tebdil-i mekândır; kabir ise, zulümâtlı bir kuyu ağzı değil, nurâniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise, bütün şâşaasıyla, âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elbette, zindân-ı dünyadan bostân-ı cinâna çıkmak ve müz’ic dağdağa-i hayat-ı cismâniyeden âlem-i rahata ve meydan-ı tayerân-ı ervâha geçmek ve mahlûkatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzûr-u Rahmân’a gitmek, bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.

• Beşincisi: Kur’ân’ı dinleyen insana, Kur’ân’daki ilm-i hakikati ve nur-u hakikatle dünyanın mahiyetini bildirmekliğiyle, dünyaya aşk ve alâka pek mânâsız olduğunu anlatmaktır. Yani, insana der ve ispat eder ki:

“Dünya bir kitâb-ı Samedânîdir. Huruf ve kelimâtı nefislerine değil, belki Başkasının zât ve sıfât ve esmâsına delâlet ediyorlar. Öyle ise mânâsını bil, al; nukuşunu bırak, git.

“Hem bir mezraadır. Ek ve mahsülünü al, muhâfaza et; müzahrafâtını at, ehemmiyet verme.

“Hem birbiri arkasında dâim gelen geçen aynalar mecmûasıdır. Öyle ise onlarda tecellî edeni bil, envârını gör ve onlarda tezâhür eden esmânın tecelliyâtını anla ve Müsemmâlarını sev; ve zevâle ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes.

“Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alışverişini yap, gel; ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhûde koşma, yorulma.

“Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Öyle ise nazar-ı ibretle bak ve zâhirî çirkin yüzüne değil, belki Cemîl-i Bâkîye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faydalı bir tenezzüh yap, dön; ve o güzel manzaraları irâe eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla, akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme.

“Hem bir misafirhânedir. Öyle ise onu yapan Mihmandâr-ı Kerîmin izni dairesinde ye, iç, şükret; kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık, git; herzekârâne fuzûlî bir sûrette karışma. Senden ayrılan ve sana âit olmayan şeylerle mânâsız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma” gibi zâhir hakikatlerle dünyanın iç yüzündeki esrârı gösterip dünyadan müfârakatı gayet hafifleştirir, belki hüşyar olanlara sevdirir ve rahmetinin herşeyde ve her şe’ninde bir izi bulunduğunu gösterir.

İşte Kur’ân, şu beş veche işaret ettiği gibi, başka hususi vecihlere dahi âyât-ı Kur’âniye işaret ediyor. Veyl o kimseye ki, şu beş vecihten bir hissesi olmaya.

Prof. Dr. Himmet Uç

NurNet.Org

Sende yorum yazabilirsin