Bediüzzaman’ın Demokratik Mizacı ve Savunma ile Geçen Ömrü-1

Bediüzzaman’ın Demokratik Mizacı ve Savunma ile Geçen Ömrü-1

Padişahlıkla yönetilen bir imparatorluk 1918’de Mondros Mütarekesi ile tarihe karışır. Bediüzzaman tarihe karışan bu imparatorluk sırasında kırk iki yaşındadır. O güne kadar bir Osmanlı vatandaşı olan Bediüzzaman ondan sonra yeni kurulacak olan Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşlarından olacaktır. Padişahlık döneminde ülkenin sorunları ile çok yakın temas halinde olan Bediüzzaman çeşitli vakalarda bir bakış açısı, bir mizaç ve tavır ortaya koymuştur. Osmanlı döneminde ilim adamlarının mizacı daha önceden tavır ve tutumları belirlenmiş bir davranış kanonu içinde cereyan etmekteydi. Ulema-padişah-halk ilişkilerinin kalıplarını kırmak kimsenin aklından geçmeyen bir tutumdu.

DAİMA İZZETİNİ KORUMASI

Bediüzzaman ta çocukluğunda ilim talep etmeye başladığı dönemden itibaren ulemanın, ilim talebelerinin takındığı kulca saygı tutumunu hiçbir zaman benimsememiştir. O yüzyıllardan beri oluşmuş olan bilim üzerinde, davranışlar üzerinde oluşan kabuğa hiç iltifat etmemiş ve her zaman demokratik eleştirel tavrını sonuç ne olursa olsun ortaya koymuştur. Fıtri halleri icabı daima izzetini koruması ve hatta amirane söylenen küçük bir söze dahi tahammül edememesi medrese eğitimi içinde kendine bir yer edinmemesine sebeb olur, mizacı muayyen bir kalıbı kabul etmeyen bir yapıdadır.

Tağ Köyü’nde, Pirmis Nahiyesinde tahakküme tahammülsüzlüğü onun mizaç ve karakter özelliği idi. Ağabeyi ile dövüşmesi, araya giren Şeyh Abdurrahman’ın aracılığını kabul etmemesi, ona o büyük makamdaki şahsa kendi üzerinde bir hocalık üstünlüğünün değil, kendine eşdeğer bir öğrenci olduğunu söylemesi onun kim olursa olsun mizaç ve karakterinden, dehasından fedakârlık etmediğini gösterir. O günün şartlarında böyle bir kişilik kaybolup giderdi, kimseyi de ilgilendirmezdi. Onda bu tarz muamele bütün hayatı boyunca devam edecektir.

Küçük yaşlarında ne ise devletin en zirvesindeki insanlarla muamelesinde de aynı mizac ve karakter, deha tavrını terk etmeyecektir.

Bu aslında demokratik bir mizaçtır. O daima haklı ve tepkisel mizacını korumuştur, Batı demokrasilerini gerçekleştiren Volter, Monteskiyo, Ruso, Hugo gibi kişilerde de bu tepkisel mizac özelliği görülmektedir, onlar da hayatlarının her döneminde daima ne olursa olsun demokratik tepkilerini göstermişlerdir, Bediüzzaman’ın mizacı genel etkinlik enerji düzeyi, duygusal ve zekaya bağlı donanımları, tepkilerinin hızı ve şiddeti, buna bağlı davranışları hiçbir zaman değişmemiştir, böyle eleştirel bir karakter bizim tarihimizde başka kimsede yoktur. Başlangıçta beşeri ilişkilerde devam eden tutum, daha sonra büyük, ferdi ve toplumsal kaderi tutumlarda bile değişmeyecektir. Onun kişiliği artarak ama çekirdek özelliklerini taşıyan, gittikçe büyüyen bir yapıya sahiptir. Bizim fikir tarihimizde böyle bir mizacın bütün hayatı işgal eden dengeli yapısı başka kimsede yoktur, onun medrese hayatını terk etmesi medresede oluşan biçimsel ve muhteva yapısını kabullenmemesini gösterir.

BEDİÜZZAMAN KENDİSİ KURAL KOYUCUDUR

Dehalar kendi kurallarını koyarlar, onlar kurallara tabi olmazlar. Bediüzzaman bütün hayatı boyunca hep kendisi kural koyucudur. Oluşturulmuş ve kişiyi ezen ve kimliğini eriten bütün kurallara başkaldırır, ancak acayip bir inayeti ilahidir ki hiçbir zaman bu kanonların dişli çarkları arasında kaybolup gitmez, onu tutan çok büyük bir kayyumiyet vardır, ona ve onun arkasındaki bu kayyumiyete hayret etmemek elde değildir.

Descartes kilise ve düşünce kanununun skolâstik yapısını kırarken büyük bir sabır ve ihtiyat göstermiştir. Çünkü Galile’nin başına gelenler onun da başına gelebilirdi, ihtiyatı ile giyotine gitmekten kurtulmuş skolâstiği yıkmıştır.

Ama Bediüzzaman ne gariptir ki hakkı söylemekten hiçbir zaman ihtiyaten dahi geri durmamıştır, O silahı, topu, tüfeği olmayan inanılmaz cesur adam ezip geçtiği kalıpların arkasından bakakalmış ve “zalimler için yaşasın cehennem” diyecek kadar da yiğitlik göstermiştir. İlk hayatındaki sayısız vakada o hiçbir zaman bu tepkisel mizacını terk etmemiş ve hiçbir zaman da kaybetmemiştir, daima takdir toplamıştır, ama tavrını kabiliyeti desteklediği için kimse ona karşı haklı bir tavır koyamamıştır,

Üç ay içinde dehalara özgü bir seyirsel okuma ile yılların okuması ile mümkün olan okumaları gerçekleştirir. Bütün bu mevhibeler ona gelecekteki büyük görevinin hatırı için verilmiştir. Eğer hayatı o noktalardan birine takılıp kalsaydı, Bediüzzaman’ın hiçbir kalıba girmeyen kişiliği orada kalacaktı. Onun bitmeyen duraklardan oluşan ilmi ve tecrübî hayatı sürekli ileriye doğru değişerek gidecektir.

Yirmi senede tahsili lazım gelen ilim ve fenni, üç ayda tahsil edecek bir akıl, yorum, hafıza ve muhayyilenin kendisine verildiği, şahsının yükleneceği o derece büyük bir görev vardır, Onun şu cümleleri bu anlattığımızı veya anlatmak istediğimizi ortaya koyar: “İnsan bu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidat ona verilmiş. Ve o istidada göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş.”(Sözler 305)

Bediüzzaman da bir memur olarak gönderilmiştir, gerçekten çok ehemmiyetli istidadı vardır, elbette buna göre ehemmiyetli vazifeleri vardır. Herkes kabiliyetine göre iş yapar. Acaba o bunların farkında mı idi? Bütün bu olaylar ve istidadı arasındaki benzerlikleri geleceğe dönük bir yönlendirmenin gizli bir rejisörün etkisi ile olduğunu görüyor mu idi? Enteresan bir konu.

ARAŞTIRILMAMIŞ BİR ESER: MÜNAZARAT

Bediüzzaman’ın Münazarat isimli eseri de yine eleştirel bir eserdir, bir toplumsal yapıyı asırlardan beri oluşturulmuş düşünceye; ağalar, aşiret reisleri ve şeyhler yüzünden kapalı bir toplumu, demokratik düşünceye ve bağımsız harekete hazırlar, o kitap bizim demokrasiden önce demokratik düşüncenin şark dünyasında izahını yapan harika bir kitaptır, bir sosyolog yorumuna kapalı kaldığı için önemi üzerinde en zorunlu günlerde bile az konuşulmuştur.

Metnin tarihi, sosyolojik ve siyaset felsefesi açısından yorumu ancak dışarıdan bakan birisi vasıtası ile gerçekleşebilir, yoksa metnin göndermelerde bulunduğu alanlardan habersiz bir şahıs o eser hakkında bilinenlerin ve mutadın ötesinde bir şey söyleyemez. Bediüzzaman’ın metinlerini dış dünyaya ve ilimlere açılan kanatları ile okumak devri gelmiştir.

Bediüzzaman her zaman yeniden yorumlanmamış yüzlerce hakikatı ve sosyal durumu yeniden yorumlayan, revize eden, özüne dokunmayan bir reformisttir. Münazarat ve bütün eserleri bu yeniden bakmak yeniden yorumlamak üzerine kurulmuştur. İnsan değerlendirmede donmuş olan mazideki karakteroloji ilmine yeni bir bakış getirir.

Sevgiyi itikada değil sıfat ve sanata göre yorumlar.

Bu hala anlaşılmış bir durum değildir. “Bir adam zatı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat ve sanatı içindir. Öyle ise her bir müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lazım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lazım gelmez. Binaenaleyh Müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin” (Münazarat, 41)

Memuriyeti tarif ederken, despotizme dönüşen memur anlayışımızı nasıl demokratik bir biçimde izah eder.

Bu anlaşılmış mı dersiniz?

Onun meşrutiyeti tarifi cumhuriyetin tarifidir, hem de yönetici sınıfa yansıyan bir demokratik insan seçimidir: “Meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Hükümet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır.” (Münazarat, 50)

Halkın hâkimiyetine ters gelen her şeyi o antidemokratik olarak görür. O her zaman gücün tevzii fikrinden yanadır, teraküm ve tehdit aracı olmasından yana değildir. Bütün hayatı boyunca böyle olmuştur. Kimin elinde güç baskı aracına dönüşmüş veya dönüşme ihtimali varsa Bediüzzaman ona karşı çıkmıştır. Bugünkü demokrasimiz onun bu mizacının sonucudur, ama anlayana ve sonuçları çıkarsayana. Denetimsiz korkulan güçler karşısındaki tutumu, denetlenmiş ama geleceği şaibeli güçler karşısındaki tutumu buna birçok örnek verilebilir.

Şarktan İstanbul’a gelmiş bir âlim padişaha nasihat ediyor:

Münhasıf Yıldız’ı darülfünun et; ta Süreyya kadar âli olsun. Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine ehl-i hakikat melaike-i rahmeti yerleştir; ta cennet gibi olsun! Ve yıldızdaki milletin sana hediye ettiği servetini milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dini darülfünunlara sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf ahireti düşünmek lazımdır. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et, zekat ül ömrü ömer-i sani yolunda sarf eyle!” (Tarihçe, 73)

Her zaman gücü genel maksatlara yönelten bir mizac, gücün önünde gereksiz eğilmeyen bir kişilik. Asırlardan beri birikmiş kontrolsüz güçleri denetleyen bir şahsiyet, kim ve ne olursa olsun. İlk dönem hayatında âlimler, şeyhler ve ağalar karşısındaki demokratik tutumu, daha sonra yöneticilere padişahlara, mahkeme reislerine yönelir.

O HER ZAMAN CUMHURİYETÇİ

Meşrutiyet döneminde öne sürdükleri ve topluma tavsiye ettikleri, Cumhuriyet’ten çok önce Cumhuriyetin de ihtiyacı olan durumlardır.

O her zaman cumhuriyetçi ve demokratik tavırlı, gücü kimsenin tekeline yanaştırmayan bir büyük gözlemcidir. O gücü ne dine, ne ırka, ne yöneticilere teslim etmeyen onun taksiminden yana tavırlıdır, kuvvetler ayrılığı ilkesi onun hayatının ilkesidir. Bileşik kaplar gibi düşünür: “Yazık Eyvahlar olsun! Saadetimiz olan meşrutiyet-i meşrua bir menba-ı hayat-i ictimaiyemiz ve İslamiyet’e uygun olan maarif-i cedideye millet nihayet derecede müştak ve susamış olduğu halde, bu hadisede ifratperver olanlar, meşrutiyete garazlar karıştırmakla ve fikren münevver olanlar da dinsizce harekât-ı lâubalîyane ile milletin rağbetine karşı maatteessüf sed çektiler. Bu seddi çekenler, ref etmelidirler. Vatan namına rica olunur.” (Tarihçe 73)

HÜRRİYETÇİ VE DEMOKRATİK ANLAYIŞ

Muhakemat’ta skolâstik düşüncenin girdabından dini edebiyatı, akaidi kurtarmanın teorisini uygulamasını verir.

Münazarat’da doğu ve güneydoğu insanının bağımsız karar verme istemini, demokrat bir kişilik kazanmasının reçetesini çizer. Yüzyıllardır manasız bir boyun eğiş ile taşlaşmış insanın yapısını esnekliğe ve hürriyete açar.

Hutbe-i Şamiye’de birlikten bütünlükten yana bir genel mizac tahlili yapar, demokratik ve bütünlükçü, birbirine bağlı ve birbirini arkadan vurmayan bir İslam dünyası tasarımı öne sürer.

Bugün hala onu küçük dünyevi maksatlar uğruna kullanmak isteyen garip düşünce sahipleri vardır. Onun global bakışını sınırlamayı marifet telakki edenler vardır, onun çocukluktan itibaren hiçbir şeye mahkum olmayan, hakka ve hakikata göre biçimlenen hürriyetçi ve demokratik anlayışını anlamayan insanlar vardır, o aynaların bakışına mahkum edilmiştir, aynacılar aynalarını bırakmak gibi bir fazilet göstermedikçe aynalar sürekli kırılmakta ve bir yüzü göstermeyen cam kırıklarına benzemektedirler. Bu onun layığı değil, elindeki küçük aynada kendini seyrettirmek isteyen yüzünü göremeyince aynaya kin ve iğbirar dolmaktadır. Aynanın ne suçu var? Küçük aynalar, küçük aynacılar, zavallı berber dükkânı dünya. Görüntünün hazzı ile yaşayan garibanlar.

DİN VE FEN İLİMLERİ SENTEZİ

Bediüzzaman çocukluğundan itibaren eğitime, eğitimde reforma, yeniliğe inanmıştır.

Medreselerdeki eğitimi yetersiz gören değişimini kendi yetişme tarzı ile karakterize eden, daha sonra bunu umumi bir yetişme tarzına çevirmek için çareler arayandır. Medrese müktesebatını gözden geçirip gerekeni aldıktan sonra Tahir Paşa’nın konağında batı ilmi ve düşüncesi ile karşılaşır, orada medreseden aldığı gerekli kısımlarla batının ilmi arasında sentezler kurmuştur. Artık bir sentezin kafasında belirdiği adam, Paşa ile yaşadığı bölgenin din ve fen ilimleri ile kafasında bir birikim edinmiş insanlara ihtiyacını müzakere etmiş, İstanbul’da çözüm için birlikte karar vermişler ve asrın başında İstanbul’a gitmiş, bir üniversitenin inşası için çaba sarfetmiştir.

Türkçülük hareketi ile birlikte siyasi anlamda Kürtçülük hareketlerinin, diğer ırkların bağımsız temayüllerinin olduğu bir dönemde o hala eğitimden yana bir tavır alır, ırkların kültürel yapılarını Osmanlı çatısı altında devam ettirmesini bunun dışındaki çılgınca tavırları alkışlamamış, daima birlikteliğini savunmuş, ama kültürel asimilasyonu çok yönlü olarak reddetmiştir.

İstanbul’a gittiğinde bir karakterin kendini, Osmanlıda yıkılışın ayak seslerinin duyulduğu bir dönemde vitrine koymuş, kendine sorulan sorulara verdiği cevaplarda yeni bir neslin varlığını ve dünyayı yorum tarzını ortaya koyuyordu. Bundan sonra o sergilenen tipin umumileşmesi için çalışacaktır. Siyasi şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun o bilimler arasındaki demokratik ilişkiyi koruyacak, hapishanelerde, büyük zulümlere maruz kaldığında dahi bir yandan zulmü kırmak için çabalarken kafasında da oluşmuş olan sentez fikrini eserlerine yansıtarak yeni bir neslin yeni insanların ortaya çıkmasını sağlıyordu. “Sizin okuduğunuz fenlerden her bir fen kendi lisanı mahsusu ile Allah’tan bahseder, muallimleri değil onları dinleyiniz” derken, onun kafasındaki tipin ayağı yere değiyor, yüzyılın başından beri sürekli siyasi değişmeyi örgütleyen aktörlere kültürel-dini ve sanatsal perspektifi olan bir insanı öne sürüyordu.

ORTAK HAYATI DEVAM ETTİRMEK

O durağan nitelikli sosyal ve dini olayların değil çalkalanan, yuvarlanan, kararsız ortamlarda fikirlerini oluşturmuştur. Ta Van’a gidinceye kadarki hayatında denetlenmesi zor olaylar ile karşı karşıyadır ve sürekli her taşkın ve aşkın olayın genel bütünleştirici perspektiflere göre yorumunu yapmakta hayretamiz bir başarı gösterir. O olayların içinde ne kadar büyük kişilikler ümitsizliğin bahtsız çukurunda kaybolup gitmişken, bu hiçbir zaman kafasında yapmak istediği şeylerden taviz vermemiş, itilip kakılmaya rağmen özlediği insan tipini ortaya çıkarmıştır. Bilim ile din arasındaki sentezi kafasında oluşturmuş. Siyasi olaylarda da gündelik çıkarlar için değil, ortak hayatı devam ettirecek bir demokratik mizacın hür telakkilerini esas maksat yapmıştır. Demokratik düşünmeyi yıkan, mantığı donduran isyan, tahrik ve aşağılama gibi olaylarda da akl-ı selimini korumuştur.

SELAHADDİN-İ EYYUBİ ÖRNEĞİ

Mutlakıyet döneminde hükümdara bilim ve üniversite konusunda nasihat eden Bediüzzaman, Meşrutiyet’te çizdiği meşrutiyetin sınırlarını cumhuriyetle atbaşı götürür. Mondros ve Milli Mücadele yıllarında kuva-yı milliyenin ülkedeki güçleri toplama ve tevhid etme gayretine büyük bir himmetle katılır. Birliğin temini için İstanbul’da işgal güçlerine karşı bir tek adam ordu gibi çalışır, gayreti o kadar büyüktür ki, Ankara hükümeti bu gayretin kendi yanlarında da devamı için onu çağırır. Ankara’ya geldiğinde yine demokratik nitelikli halka dayanan, öteden beri gelen kültürün ve dinin batı ile tezevvücüne uygun bir sentezden yana olduğunu ülkenin en büyük otoritesine anlatır. O hiçbir zaman demokratik bir toplum, demokratik bir devlet iddiasından vazgeçmez. Karşısındaki güç ne kadar büyük olursa olsun söylenmesi lazım geleni söyler. Gençliğinde Miran aşireti reisi Mustafa Paşa’ya nasıl tarik-i hidayeti söylerse, onlarca yıl sonra bir başka Mustafa Kemal Paşa’ya da tarik-i devletin nasıl olması lazım geldiğini söyler. Din ile ilmin imtizaç ettiği bir insana dayanan devleti örgütler, bu da yetmez, ona iki tip öngörür, biri Selahattin-i Eyyübi, diğeri ise saman alevi gibi gelmiş, bir hışımla Fransız toplumuna faydaları olmakla birlikte büyük acılar yaşatmış olan Napolyon arasında tercih yapmasını söylemiştir. Hakkı söyleyen demokratik mizacı hiçbir zaman değişmemiş her zaman ne yapılması gerekmişse onu yapmıştır.

YAPILAN AKIL ALMAZ ZULÜMLER

Cumhuriyetin oluşum safhalarından itibaren yanında olan Bediüzzaman dönemin otoritesine yeni Cumhuriyetin mayasının oluşumundaki unsurların dağılımını beğenmediğini ifade eder, çünkü bu şekilde başlayan bir rejimin bir yerlerde tökezleyeceğini, insan fıtrat ve mahiyetine özellikle şark insanına uymayan sentezi kabul etmesi imkânsızdır. Bu yüzden onlardan ayrılır, onlara muhalefet etmez, ama sürgün edilmekten de kurtulamaz. 1925-26’lı Barla yıllarında yirmi beş yıl devam edecek bir baskı ve istibdadı ilerlemiş yaşına rağmen çekmiş, ama demokratik mizacından hiçbir zaman taviz vermemiş, kimseden merhamet ve himmet istememiştir. Onun gibi büyük bir İslam âlimine, mütefekkirine yapılan akıl almaz zulümler, gelecek nesle ne kadar büyük tahribatlar yüklendiğine bir mukayesedir. Dine yapılan tahribatın gelecek nesilleri nasıl itikatsız bırakacağını hissetmiş, bütün himmet ve gayretini daha önceden kafasında oluşmuş bir sentezi, bir kişiliği eserlerine yükleyerek yeni bir nesli inşa fikrini uygulamaya koymuştur. Böyle dehşetli bir zamanın mahsulüdür onun eserleri.

Bu eserler, köylüler ve milli mücadelede ailelerinin önde gelen kişilerini kaybetmiş bu insanlar Bediüzzaman’a en saf bir güçle sahip çıkmışlar, onun ile dünyanın en büyük eğitim seferberliğini ve telif organizasyonunu gerçekleştirmişlerdir. Gariptir ki bu zulme maruz kalan insanlarda da hiçbir antidemokratik davranış tarzı tezahür etmemiş, onun eserlerini okuyan bu insanlar, insanları dalalet karşısında onarmaya yardım etmiş, ama bu kadar zulme karşı bir antidemokratik tepki göstermemişlerdir. Risale-i Nur eserleri adeta demokratik düşüncenin hürriyetin komprime hapları gibidir, onları okuyan o günden bugüne hiçbir radikal tavra katılmamış, her zaman yapıcı ve cumhuriyetçi olmuştur.

Barla ve Isparta sürgünlerinde bir münzevi olarak telif hayatına devam etmiş.

Bu sefer kendine zulmeden gizli güçlere mantık ve demokratik tavır tavsiye etmiştir:

“Bir kısım ehl-i hüküm diyorlar ki, madem sen bu memlekette duruyorsun, şu memleketin cumhuri kanunlarına inkıyad etmek lazım gelirken sen neden inziva perdesi altında kendini o kanunlardan kurtarıyorsun?

Ezcümle şimdiki hükümetin kanununda vazife haricinde bir meziyeti, fazileti kendine takıp onunla bir kısım millete tahakküm edip nüfuzunu icra etmek müsavat esasına istinat eden cumhuriyetin bir düsturuna münafidir. Sen neden vazifesiz olduğun halde elini öptürüyorsun? Halk beni dinlesin diye hodfüruşane bir vaziyet takınıyorsun.” (Tarihçe, 184)

EBED YOLCULARINA VESİKA VE NUR VERMEK

Bu ifade bir ironi idi. Kendisine zulmedenler zulmettiklerini değil, zulmettikleri adama gösterilen saygıdan dahi rahatsız oluyorlardı. Ne garip bir durumdur. Bu çok katlı ve katmerli bir zulümdür. Cumhuriyeti uygulamalarında mikroskop ile aramaları lazım gelirken, bir münzeviye cumhuri kanunları onu suçlamak için öne sürüyorlardı. Bu garip suçlamaya harika bir cevap verir, önce cumhuriyetin kanunlarını bu iddiaları öne sürenlere ileri sürer haklı olarak: “Kanunu tatbik edenler, evvela kendilerine tatbik ettikten sonra başkasına tatbik edebilirler. Siz kendinize tatbik etmediğiniz bir düsturu başkasına tatbik etmekle herkesten evvel siz düsturunuzu kanununuzu kırıyorsunuz. Çünkü bu müsavat-ı mutlaka kanununun bana tatbikini istiyorsunuz.” (Tarihçe, 184)

O ahiret yolcularına seyahat vesikası veren adamdı, bunun cumhuriyetle ne alakası vardı? “Evet, yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı ölümün inkârıyla ve hergün ‘elmevtü hakkun’ davasını cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuz bir şahidin şehadetini tekzip ve inkar etmekle olur.” (Tarihçe, 186)

Bütün hayatı savunmakla geçti, eserleri bir büyük savunmanın belgeleri idi.

Bütün eserlerinde sürekli hakikatı, hakkı, adaleti, haşri, Allah’ı, nübüvveti, Nebi-yi Zişanı (ASM), mucizelerini, varlık ve ilah ilişkilerini, kozmik bilmeceyi, hayatı, adaleti, dengeyi, kudsiyeti, kutsalı, hayatın bir inanç seyahati olduğunu.

Kâinattan halıkını soran bir seyyahı,

Varlık insan ilişkilerini,

Allah ve insan ilişkilerini,

İbadet ve insan yakınlıklarını ve daha nice nice ketmedilmiş, yeniden yorumladığı hakikatları savundu.

Bir de bunları savunduğu için horlanmanın çok yönlü savunmasını yaptı, hakkı savunduğu için haksızlara karşı sosyal hakikatleri, hürriyeti, demokrasiyi, meşrutiyeti, kuva-yı milliyeyi, birliği, birlik ruhunu, sevgiyi, dayanışmayı, kucaklaşmayı savundu.

Despotlara, tağutlara, kendini bilmezlere, hakikatı menfaatlerine payanda yapanlara ve daha daha kimlere savunmalarda bulundu.

Mazlumu,inancını savunamayanı ahirete hazırladı. Onun kadar savunmayı çok yönlü anlayan ve en girift anlarda bile bu ilahi misyonunu ifade eden bir adam dünya tarihinde bile yoktu.

İ’CAZI KUR’ANI BEYAN ET

Bu büyük savunmacı ömrünün başında savunmaya ve müdafaaya söz vermişti:

Eski Harbi umumiden evvel ve evailinde bir vakıa-ı sadıkada görüyorum ki, Ararat dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağa müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki merhum validem yanımdadır. Dedim: ‘Ana korkma Cenab-ı Hakk’ın emridir. O Rahimdir ve Hakimdir.’ Birden o halette iken baktım ki mühim bir zat bana amirane diyor ki: ‘İ’caz-ı Kur’an’ı beyan et.’ Uyandım anladım ki, Bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılabdan sonra Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’an’a hücum edilecek; icazı Onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu icazın bir nevini şu zamanda izharına haddimin fevkinde olarak benim gibi bir adam namzet alacak ve namzet olduğumu anladım.” (Tarihçe, 191)

Hayatındaki bütün çok yönlü savunmaların başlangıcı bu namzet olma anından sonradır. Eserlerindeki savunmalar bin yıldır fen ve felsefe ve çeşitli dalalet mektepleri tarafından mahkûm edilmeye çalışılan tevhid ve ona bağlı hakikatların savunmasıdır, mahkemelerdeki müdafaaları da bir nefis müdafaası değil, bir davanın müdafaasıdır. Üçüncü müdafaası da despotizme karşı demokrasi ve cumhuriyetin, hakkın ve hürriyetin müdafaasıdır.


Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer
www.risaleakademi.com

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: