Bediüzzaman estetiğinin çok yönlü bir penceresi: Temaşa

Bediüzzaman görsel düşünen

bir insandır, itikadı bile görsel

müşahedelerle anlatır.

Çünkü asır yüz yıldır görselliktir. Bu yüzden sıcağı sıcağına İstanbul’a geldiğinde o kargaşa ortamda sinemaya gider, kafasında bir tasarısı vardır, sinemaya gitmek bizde iyi karşılanmadığı halde molla bir adam, üstelik  çileden  gelmiş sinemaya neden gitsin?

İmparatorluğun yıkılışa doğru gittiği herkes tarafından hissedilmiştir, siyasi kavgalar had safhadadır, Bediüzzaman kalkar sinemaya gider, çünkü klasik dini kitapların mücerret anlatımlarını biteviyeliğini, tasavvufun ayağı yere değmeyen romantik hakikat dünyası, bir iki hikâyeye bir hayatı bağlayan dervişlerin dünyası onu tatmin etmez.

Bediüzzaman’ın İnşa Ettiği Yeni Yol

Felsefenin yanlış da olsa akla hakikatlerini tasdik ettiren dünyası karşısında selefin  hakikat anlayışını, bilimin her şeyi laboratuara soktuğu bir hengamda ütopik hikayelerle itikad inşasının yanlışını görüyordu. Bu yüzden onun eserlerinde birkaç tasavvuf büyüğünden başkasının adı geçmez, çünkü onları referans vermek gibi bir gayreti yoktur, yeni bir yol inşa edecektir.

Onun hayatını etkileyen ilmin hakikatlerine fen bilimlerinin hakikatlerine itikatlardan giden yollar açmaktır. Bunun teknik yanı da görsellik olacaktır, muhakeme, bilim  ve görsellik işte onun yeni dünyasının temel taşları. Onun dinin anlatımında kullandığı çok yönlü biçim ve muhteva teknikleri bir araştırma konusu olacak kadar geniştir.

Ama kendini yenilemeyen hep aynı seyirciye aynı şeyleri anlatan  adamlar, o dar çevrede kendilerini çok farklı görebilirler. Kamusal alana ve kamunun ve toplumun dilinden uzak konuşan bu insanlar kendilerini yenilemedikleri için ancak Anadolu’nun henüz dünyadan uzak bir insan tipini kendilerine bağlarlar, ülkenin varlıklı, zengin ve zeki, üniversitelerin kaliteli insanlarına hakikatı götürecek donanımdan mahrumdurlar, öyle bir dertleri de yoktur.

Allah’ın kendi sanatını temaşası, temaşa kelimesi ile kurulan cümlelerin başında gelir.

Fakat onun kendi sanat eserlerini, sanatçısı olmak hasebiyle temaşa etmesi yanında sanatı ve sanatlı varlıkları masnuatı da birbirini temaşa ederler. Bu estetik heyecanla söylenmiş bir söz, yarattığı olaylar ve nesnelerin birbirine bakması manasına geliyor ki ilk bakışta bizim anlayacağımız bir temaşa manası görünmüyor, ama Bediüzzaman onu söylüyor.

Yeryüzünün susuzluktan kurumasını gören gökyüzünün ağlaması ile yeryüzünün  ağlayan gökyüzüne sular vasıtasıyla açan çiçeklerle memnuniyetini ifade etmesi türünden kendi yorumunu buna örnek verebiliriz. “Ve rengârenk san’atında ve masnuâtında çeşit çeşit, fakat birbirini  t e m a ş a   eder haşmetli rubûbiyeti vardır.” (Sözler)

Bu cümleye böyle bir izahta bulunabiliriz.

Allah’ın mahlûkatı ile aralarında yetmiş bin perde vardır ve bu perdelerin de birbirini temaşa eden  pencereleri vardır. Bu pencerelere örnekler vermekle kalmaz, Allah’ın eserlerinde esma tecellilerini temaşaya teşvik eder. “Hem, bununla beraber, Halık-ı Zülcelâl her şeye yakın olduğu halde, yetmiş bine yakın nurânî perdeleri vardır. Meselâ, sana tecellî eden Halık isminin mahlûkiyetindeki cüzî mertebesinden tut, tâ bütün kâinatın Halıkı olan mertebe-i kübrâ ve ünvân-ı âzama kadar ne kadar perdeler bulunduğunu kıyas edebilirsin.

Demek bütün kâinatı arkada bırakmak şartıyla, mahlûkıyetin kapısından Halık isminin müntehâsına yetişirsin, daire-i sıfâta yanaşırsın. Mâdem perdelerin birbirine temaşa eder pencereleri var; ve isimler birbiri içinde görünüyor; ve şuûnât birbirine bakar; ve temessülât birbiri içine girer; ve ünvanlar birbirini ihsâs eder; ve zuhurât birbirine benzer; ve tasarrufât birbirine yardım edip itmâm eder; ve Rubûbiyetin mütenevvi’ terbiyeleri birbirine imdat edip muâvenet eder; elbette gerektir ki, Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir ünvan ile, bir rubûbiyetle ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rubûbiyetleri, şe’nleri içinde inkâr etmesin. Belki, her bir ismin cilvesinden sâir esmâya intikal etmezse, zarar eder.

Meselâ, Kadîr ve Halık isminin eserini görse,

Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. Belki, lâzım gelir ki, onun nazarı dâimâ karşısında  hüve, hüvallah’ı – okusun, görsün. Onun kulağı her şeyden “kulhuvallahu ehad” dinlesin, işitsin. Onun lisânı “Lailahe illallah beraber mizaned âlem” desin, ilân etsin. İşte, Kur’ân-ı Mübîn, Allahü la ilahe illa hu lehü’l-esmaü’l-hüsna  fermanıyla, zikrettiğimiz hakikatlere işaret eder.

Eğer o yüksek hakikatleri yakından temaşa etmek istersen, git fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor, “Ne diyorsunuz?” de; elbette, “Yâ Celîl, yâ Celîl, yâ Azîz, yâ Cebbâr” dediklerini işiteceksin.

Sonra, deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen

küçük hayvanâttan ve yavrulardan sor, “Ne diyorsunuz?” de; elbette “Yâ Cemîl, yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Rahîm” diyecekler.” (Sözler)

Bediüzzaman Allah’ın icraatını sıralar bunlar büyük temaşa örnekleridir, Kur’an da  Allah’ın sanatlarının temaşa kitabıdır, o halde bu temaşa örmekleri ve temaşa kitabı Allah’tan başkasına yakışır mı ?

“Evet, şu dünyayı antika san’atlarla süslendiren

ve lezzetli ni’metlerle dolduran

ve san’at-perverâne ve ni’met-perverâne, şu derece san’atının acîbeleriyle, şu derece kıymettar ni’metlerini dünyanın yüzüne serpen,

sıravârî tanzim eden

ve zeminin yüzünde seren,

güzelce dizen bir Sâni’, bir Mün’im’den başka

şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ve şükranla dünyayı dolduran ve zemini bir zikirhâne, bir mescid, bir t e m a ş a g a h -ı san’at-ı İlâhiyeye çeviren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir?

Ondan başka kim ona sahip çıkabilir?

Ondan başka kimin sözü olabilir?

Dünyayı ışıklandıran ziyâ, güneşten başka hangi şeye yakışır?” (Sözler)

Aynı vadide başka temaşa örnekleri de verir:

“Mâzi ve müstakbel  gece ve gündüz gibi nazarına karşı hazır iki sayfa hükmünde temaşa eden ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i şuûnâtın iki tarafı birleşmiş, ittisâl peydâ etmiş bir sûrette bir zaman-ı hazır gibi onlara bakan bir Zât-ı Zülcelâle yakışır bir tarz-ı beyândır.” (Sözler)

Allah’ın kendi sanatını seyretmesine bir saniye yaşamak kâfidir.

“Kendi acaib-i san’atını kendisi temaşa eder, kendi cilve-i esmâsına kendi masnuatında bakar. Bu âzamî üçüncü nevide hikmet-i hilkatini ifade için, bir saniye kadar yaşamak kâfidir.” (Lem’alar)

Kendi cemalini temaşa ettiği gibi yarattığı şuurlu canlıların da bu sanatları takdir etmesini temaşa etmesini özellikle ister. Allah sanat eserlerini hem kendi seyrine ve temaşasına hem de  takdirkâr seyircilerinin temaşasına açmıştır. Tıpkı bir sanatçı gibi, önce kendi seyreder beğenir daha sonra başkalarının takdirine meşher de açar. “Her bir mahlûk, hususan herbir zîhayatın sırr-ı tevhidle çok büyük neticeleri ve umumî faydaları vardır.

Ezcümle: Her bir zîhayat, meselâ bu süslü çiçek ve şu tatlıcı sinek,

öyle mânidar, İlâhî, manzum bir kasideciktir ki, hadsiz zîşuurlar onu kemâl-i lezzetle mütalâa ederler. Ve öyle kıymettar bir mucize-i kudrettir ve bir ilânname-i hikmettir ki, Sâniinin san’atını nihayetsiz ehl-i takdire cazibedarâne teşhir eder.

Hem kendi san’atını kendisi temâşâ etmek ve kendi cemâl-i fıtratını kendisi müşahede etmek ve kendi cilve-i esmâsının güzelliklerini aynacıklarda kendisi seyretmek isteyen Fâtır-ı Zülcelâlin nazar-ı şuhuduna görünmek ve mazhar olmak, gayet yüksek bir netice-i hilkatidir.” (Lem’alar)

P e y g a m b e r i m i z  de en büyük temaşacıdır,

Allah’ın icraatını sanatını temaşa eder. Ve Temaşa etmeyi cin ve inse öğreten bir rehberdir. Hem de en azami bir surette.

“Hem şu kâinatın Sânii, şu kâinatı enva-ı acâib ve zînetlerle süslendirmek sûretinde yapması

ve zîşuur mahlûkatını seyir ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhâl etmesi

ve muktezâ-i hikmet olarak onlara o âsâr ve sanâyîinin mânâlarını, kıymetlerini ehl-i   t e m a ş a  ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir sûrette cin ve inse, belki ruhânîlere ve melâikelere de Kur’ân-ı Hakîm vâsıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedâhe o zâttır.” (Sözler)

Miracın hakikatı da Peygamberimizin temaşalarından doğmuştur.

Bediüzzaman bu büyük temaşayı anlatır. Allah kendi mülkünün bölümlerini en büyük resüle göstermelidir ki o da ümmetine anlatsın. Yoksa mülkünü bilmediği bir Allah’a nasıl nazırlık, temaşa uzmanlığını yapacaktır. Bütün mirac hadisleri bu temaşa örnekleridir.

“Miracın hakikatı, Zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) merâtib-i kemâlâtta seyr ü sülûkundan ibârettir.

Yani, Cenâb-ı Hakkın tertib-i mahlûkatta tecellî ettirdiği ayrı ayrı isim ve ünvanlarla ve saltanat-ı rubûbiyetinde teşkil ettiği devâir-i tedbîr ve icadda ve o dairelerde birer arş-ı rubûbiyet ve birer merkez-i tasarrufa medâr olan bir semâ tabakasında gösterdiği âsâr-ı rubûbiyeti, birer birer o abd-i mahsusa göstermekle,

o abdi hem bütün kemâlât-ı insaniyeyi câmi’,

hem bütün tecelliyât-ı İlâhiyeye mazhar,

hem bütün tabakàt-ı kâinata nâzır

ve saltanat-ı rubûbiyetin dellâlı

ve marziyât-ı İlâhiyenin mübelliği

ve tılsım-ı kâinatın keşşâfı yapmak için

Burak’a bindirip, berk gibi, semâvâtı seyrettirip kat-ı merâtib ettirerek, kamervârî menzilden menzile, daireden daireye rubûbiyet-i İlâhiyeyi  t e m a ş  a  ettirip o dairelerin semâvâtında makamları bulunan ve ihvânı olan enbiyâyı birer birer göstererek, tâ Kàb-ı Kavseyn makamına çıkarmış, ehadiyet ile kelâmına ve rü’yetine mazhar kılmıştır. (Mirac Risalesi )

Bu temaşanın bölümleri çok ince.

Kemalatın mertebelerinde dolaşmak, hem seyretmek hem de seyirle kalmayıp meratibi benimseyecek şekilde görmek, bu süluk farklı bir şey. Mahlûkatın tertibindeki ayrı ayrı isimlerin ve ünvanların hepsini temaşa etmek için dolaşmak insan aklının kaldıracağı bir şey değil.

Bu yüzden kalbi bu görüntülere hazırlamış Allah onu iki defa ameliyat etmiş. Saltanat-ı rububiyetinin dairelerinde, icada hazırlama dönemlerine, yani tedbir ve sonra icad etmesi yani planlama ve uygulamanın kaynaklarını görmesi, bir imalathanenin tasarım dairesi ile icad dairesi gibi, bunlar çok müthiş şeyler. Dairelerin en ideal kısımlarını yani arşlarını görmek, merkezi uygulamaların  yerlerini göstermek, sema tabakalarındaki faaliyetlerini, sakinlerini  bu özel abdine kuluna göstermek temaşa ettirmek. Bütün bunları niye gösterir? Çünkü onlara ayna olmalı, yani görmeli, sonra onlara bakmalı yani nazır olmalı, gördüğü şeye  dellal olması, bu azametli ülkenin Rabbinin rızasının nasıl elde edileceğini bilmesi. Kâinatın çözülmez sırlarının keşifçisi  yapmak için ona böyle bir temaşayı Burak’a bindirerek berk hızında, semavatı seyrettirmiştir, arkadaşları olan peygamberleri göstermiştir, bütün sanat ve saltanatını gördükten sonra bunların sahibini de görmüştür.

İ ş t e  b u  büyük  t e m a ş a  peygamberimizin temaşasıdır.

Miracın hakikatı, peygamberin hakikatı, dinin hakikatı, bu temaşa ile peygamberlik  de din de kemalini bulmuş oldu. Selef buralara hiç girmemiş helal olsun Bediüzzaman’a. Koca miracı bir paragrafta özetlemiş.

Ve bu temaşa hayali ve rüya ile olmaz. Çünkü görülen şeyler ile empati yoksa nasıl onları anlatacak. Rüyada nasıl empati olur.

Beş duyusunu yanına almadan nasıl oralarda dolaşır yüzyılları içeren bir seyahati tamamlar. Üstelik çok yakın ilişkiler olmuş, sıcak ilişkiler olmuş. Onu beş duyudan arındırmak hakikatı eksik bırakır.

“Mâdem Sâni-i Zülcelâl, mülk ve melekûtundaki âyât-ı acîbesini göstermek

ve şu âlemin tezgâh ve menbalarını temaşa ettirmek

ve a’mâl-i beşeriyenin netâic-i uhreviyesini irâe etmek istemiş;

elbette âlem-i mubsırâtın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuât âlemindeki âyâtı temâşâ eden kulağını, Arşa kadar beraber alması lâzım geldiği gibi, ruhunun hadsiz vezâife medâr olan âlât ve cihazâtının makinesi hükmünde olan cism-i mübârekini dahi tâ Arşa kadar beraber alması muktezâ-i akıl ve hikmettir” (Mirac)

Peygamberimizin temaşası sadece miraç ile sınırlı değildir.

Onun kalbi maziyi gösterir, saadet asrından bu güne her şeyi görür, ebedi, haşir meydanını, yerden cenneti yerdeki ve gökteki melekleri gören, Hazret-i Âdem zamanından beri mazinin karanlıklarında saklı hadiseleri gören, hatta  Allah’ın rüyetine mazhar olan  bir zattır.

“Evet, zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) gayb-âşinâ kalbiyle,

dünyada Asr-ı Saadetten ebed tarafında olan meydan-ı haşri temâşâ eden ve yerden Cenneti gören ve zeminden gökteki melâikeleri müşahede eden ve zaman-ı Âdem’den beri mazi zulümatının perdeleri içinde gizlenmiş hâdisâtı gören, hattâ Zât-ı Zülcelâlin rüyetine mazhar olan nazar-ı nuranîsi, çeşm-i istikbal-bînîsi, elbette Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in arkalarında teselsül eden aktab ve eimme-i verese ve mehdîleri görmüş” (Lem’alar)

Bu kadar büyük temaşaları olan bir peygambere ümmet olmak ne büyük şeref!

Acaba Bediüzzaman nerelere kadar temaşa ediyordu merak ediyorum.

Allah teşhir ettiği  ve gösterdiği sanat eserlerinin faydasız ve hikmetsiz kalmaması için bir temaşa rehberi tayin edecektir. Çünkü sanat eserleri ancak sanattan anlayan bir rehber vasıtasiyle seyircilere izah edilir.

Bu rehber Peygamberimizdir.

“ Ve gösterdiği ve enzârın t e m a ş a s ı n a  neşrettiği mehâsin-i san’at faydasız ve abes kalmamak için, onlardaki makàsıdı ders verecek bir rehber tâyin edecektir. Hem marziyâtını zîşuurlara tebliğ etmek için, birisini bütün zîşuurların fevkınde bir makama çıkaracak ve marziyâtını ona bildirecek, onlara gönderecektir.” (Sözler)

Bir temaşacı da sahabelerdir. Sahabeler. “Dünyayı âhiret mezraası görüp, ekip biçmişler. Mevcudâtı, esmâ-i İlâhiyenin aynası görüp, müştâkàne t e m a ş a  edip bakmışlar.” (Sözler)

Onlar dünyayı Allah’ın esmasının aynası görmüş t e m a ş a  etmişler.

Abdulkadir Geylani bir temaşacıdır,

Bediüzzaman onun temaşasının boyutlarından bahseder: “Yerde iken Arş-ı Azamı ve İsrafilin azamet-i heykelini  t e m a ş a  eden Gavs-ı Azam (k.s.).”

Bediüzzaman’ın eserleri çok yönlü, çok yanlı, değişik perspektifli, içli dışlı, harici dâhili, semavi arzi, temaşalarla doludur. Birçok eseri temaşa karakterlidir. O hem tabiat temaşaları yapar, hakaiki gözlemlerle besler, hem de esma-i İlahiyi derinlikli olarak okur ve temaşa eder. Onun esma okumaları  İslam tarihinde dokunulmamış temaşa örnekleridir. Esma-yı Sitte risalesi altı büyük ismin temaşalarıdır. Kâinat tılsımı ve hilkatın muammasını çözümlemek için yaptığı eksersizler aşılmaz yüksekliklerdir.

“Bir zaman, tılsım-ı kâinat ve muammâ-yı hilkat cilvesiyle mevcudatın hikmetlerine ve faydalarına baktım, dedim:

“Acaba bu eşya neden böyle kendini gösteriyorlar, çabuk kaybolup gidiyorlar?

Onların şahsına bakıyorum:

Muntazam, hikmetli giyinmiş, giydirilmiş, süslendirilmiş, sergiye,  t e m a ş a g a h a  gönderilmiş. Hâlbuki bir iki günde, belki bir kısmı birkaç dakikada kaybolup faydasız, boşu boşuna gidiyorlar. Bu kısa zamanda bize görünmelerinden maksat nedir?” diye çok merak ediyordum. O zaman, mevcudatın, hususan zîhayatın dünya dershanesine gelmelerinin mühim bir hikmetini lûtf-u İlâhî ile buldum.

O da şudur:

Herşey, hususan zîhayat, gayet mânidar bir kelime, bir mektup, bir kaside-i Rabbânîdir, bir ilânnâme-i İlâhîdir. Umum zîşuurun mütalâasına mazhar olduktan ve hadsiz mütalâacılara mânâsını ifade ettikten sonra, lâfzı ve hurufu hükmündeki suret-i cismâniyesi kaybolur.

Bir sene kadar bu hikmet bana kâfi geldi. Bir sene sonra, masnuatta ve bilhassa zîhayatlarda bulunan çok harika ve pek ince san’atın mucizeleri inkişaf etti. Anladım ki, bu çok ince ve çok harika olan dekaik-i san’at, yalnız zîşuurların nazarlarına ifade-i mânâ için değildir. Gerçi herbir mevcudu hadsiz zîşuurlar mütalâa edebilir. Fakat hem onların mütalâası mahduttur, hem de herkes o zîhayatın bütün dekaik-i san’atına nüfuz edemezler. Demek, zîhayatların en mühim netice-i hilkati ve en büyük gaye-i fıtratı, Zât-ı Kayyûm-u Ezelînin kendi nazarına kendi acaib-i san’atını ve verdiği rahîmâne hediyelerini ve ihsanlarını arz etmektir.

Bu gaye ise, çok zaman bana kanaat verdi. Ve ondan anladım ki, her mevcutta, hususan zîhayatlarda hadsiz dekaik-i san’at bulunması, Zât-ı Kayyûm-u Ezelînin nazarına arz etmek, yani, Zât-ı Kayyûm-u Ezelî kendi san’atını kendisi t e m a ş a etmek olan hikmet-i hilkat, o büyük masarifa kâfi geliyordu.” (Lem’alar)

Bunlardan birisi insanların Allah’ın sanat inceliklerini bir sanat eseri gibi bir estetik obje gibi okumaları temaşa etmeleridir. Daha sonra bu gaye kâfi gelmeyince Bediüzzaman daha asil bir gaye bulur, o da Allah’ın kendi sanatını t e m a ş a  etmesidir.

Gayelerle ilgili bu deruni temaşaları devam eder.

“İsm-i Kayyûmun cilve-i âzamına baktırmak için, hayâlî iki dürbünden biriyle, en uzaklarda, esir maddesi içinde sırr-ı Kayyûmiyetle durdurulmuş, kısmen tahrik, kısmen tesbit edilmiş milyonlar azametli cirmleri

ve diğer dürbünle zîhayat mahlûkat-ı arziyenin zerrât-ı vücudiyelerinin vaziyet ve hareketlerini t e m a ş a  ettirir.

Her bir mahlûk, hususan herbir zîhayatın sırr-ı tevhidle çok büyük neticeleri ve umumî faydaları vardır. Ezcümle: Her bir zîhayat, meselâ bu süslü çiçek ve şu tatlıcı sinek, öyle mânidar, İlâhî, manzum bir kasideciktir ki, hadsiz zîşuurlar onu kemâl-i lezzetle mütalâa ederler.

Ve öyle kıymettar bir mucize-i kudrettir ve bir ilânname-i hikmettir ki, Sâniinin san’atını nihayetsiz ehl-i takdire cazibedarâne teşhir eder.

Hem kendi san’atını kendisi temâşâ etmek ve kendi cemâl-i fıtratını kendisi müşahede etmek ve kendi cilve-i esmâsının güzelliklerini aynacıklarda kendisi seyretmek isteyen Fâtır-ı Zülcelâlin nazar-ı şuhuduna görünmek ve mazhar olmak, gayet yüksek bir netice-i hilkatidir” (Lem’alar)

Buradaki temaşalar Bediüzzaman tarafından insanlar adına yapılır.

O insanlara Allah’ın sanatı karşısında bir sanat eseri duyarlığı ile seyretmeyi temaşa etmeyi salık verir.  Kaside,

kudret mucizesi,

hikmet ilannamesi,

sanat eseridir

Allah’ın kâinat meşherine konan eserleri. O hem kendi nazarı ile bakar hem de kullarının ilgilerini denetler.

Bu şiir Bediüzzaman’ın temaşa örneklerindendir.

Kâinat kitabının derinlikli ve renkli anlamlarını temaşa eder

“Bak kitâb-ı kâinatın safha-i rengînine,
Hâme-i zerrîn-i kudret, gör, ne tasvir eylemiş.
Kalmamış bir nokta muzlim, çeşm-i dîl erbâbına,
Sanki âyâtın Hudâ nur ile tahrîr eylemiş.
Bak, ne mu’ciz-i hikmet, iz’ân-rubâ-i kâinat,
Bak, ne âlî bir  t e m a ş a d ı r  fezâ-i kâinat.
Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şîrînine,
Nâme-i nurunu hikmet, bak ne takrîr eylemiş.
Hep beraber nutka gelmiş, hak lisâniyle derler:
Bir Kadîr-i Zülcelâlin haşmet-i sultanına,
Birer bürhan-ı nurefşânız vücûb-u Sânia;
hem vahdete, hem kudrete şâhidleriz biz.
Şu zeminin yüzünü yaldızlayan nâzenin mu’cizâtı
çün melek seyrânına,
Bu semânın arza bakan, Cennete dikkat eden,
binler müdakkik gözleriz biz.
Tûbâ-i hilkatten semâvât şıkkına, hep kehkeşan ağsânına,
Bir Cemîl-i Zülcelâlin dest-i hikmetiyle takılmış
binler güzel meyveleriz biz.
Şu semâvât ehline birer mescid-i seyyar,
birer hâne-i devvâr, birer ulvî âşiyâne,
Birer misbâh-ı nevvâr, birer gemi-i cebbâr, birer tayyâreyiz biz.
Bir Kadîr-i Zülkemâlin, bir Hakîm-i Zülcelâlin
birer mu’cize-i kudret, birer hârika-i san’at-ı Hàlıkàne,
Birer nâdire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz.
Böyle yüz bin dil ile yüz bin bürhan gösteririz, işittiririz insan olan insana.
Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü, hem işitmez sözümüzü;
hak söyleyen âyetleriz biz.
Sikkemiz bir, turramız bir; Rabbimize musahharız. Müsebbîhiz âbidâne;
Zikrederiz.

Kehkeşânın halka-i kübrâsına mensup birer meczublarız biz.” (Sözler)

Bediüzzaman’ın ünlü eseri olan  havanın görevleri ile

Allah arasındaki bağlantıları izah ettiği  H ü v e  N ü k t e s i   kendi deyimi ile kendi temaşasıdır.

İşte, ben “Lailahe illa hu” ve  “Kulhuvallaluehad”daki hareket-i fikriye ile seyahatimde, hava âlemini  t e m a ş a   ve o unsurun sayfasını mütâlâa ederken, bu mücmel hakikati tam vâzıh ve mufassal, aynelyakîn müşâhede ettim ve “hu”nun lâfzında, havasında böyle parlak bir bürhan ve bir lem’a-i vâhidiyet bulunduğu gibi, mânâsında ve işaretinde gayet nurânî bir cilve-i Ehadiyet ve çok kuvvetli bir hüccet-i tevhid ve “hu” zamirinin mutlak ve müphem işareti, hangi zâta bakıyor?” işaretine bir karîne-i taayyün, o hüccette bulunması içindir ki,

hem Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân,

hem ehl-i zikir, makam-ı tevhidde bu kudsî kelimeyi çok tekrar ederler” (Sözler)

Çünkü bir hava zerratına birbirinden bağımsız birçok işi yaptıran Allah’ın bu lafzın arkasındaki, bu canlı varlığın arkasındaki varlığı önemli bir temaşadır.

Bediüzzaman’ın Pencereler risalesi t e m a ş a l a r dan örülmüştür.

Sözün girişi temaşa için aşılan pencerelerin izahıdır. 11. Söz’deki gibi bir saray inşa eden bir Sultan,

mucize bir saray yapar,

bölümlere ayırır,

nakışlarla süsler,

elektrik lambalarıyla aydınlatır,

yeni yeni icatlar değişmeler yapar,

sonra her menzilden temaşa için saray ehline pencereler açar.

Örnek olarak, 17. Pencere

“İnne fi’s-semavati ve’l-ardi leâyatin li’l-mü’minin”

[Muhakkak ki, göklerde ve yerde müminler için Allah’ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine işaret eden deliller vardır.] (Casiye Suresi: 3)

Pencere tamamen temaşa izlenimleri üzerine kurulmuştur.

“Zeminin yüzünü yaz zamanında  t e m a ş a   edip görüyoruz ki, icâd-ı eşyada müşevveşiyeti iktizâ eden ve intizamsızlığa sebep olan nihayetsiz sehâvet ve bir cûd-u mutlak, gayet derecede bir insicam ve intizam içinde görünüyor.”

Bütün pencere bu temaşaların örnekleri ile doludur. Bunlar Bediüzzaman’ın Kur’an ayetleri ve kendi gözlemleri ile ortaya koyduğu estetiğinin temaşalarıdır.

Bir öğrencisinin mektubuna verdiği cevapta

Çam dağındaki temaşalarından örnek verir.

“Bir mektupta, buradaki hissiyatıma hissedar olmak arzusunu yazmıştın. İşte binden birini işit!

Bir gece, yüz tabakalık irtifada, bir katran ağacının başındaki yuvada, semânın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzüne baktım; Kur’ân-ı Hakîmin  “Felâ uksimu bi’l-hunnesi *Elcevari’l- künnesi.” kaseminde ulvî bir nur-u i’câz ve parlak bir sırr-ı belâgat gördüm. Evet, seyyar yıldızlara ve istitar ve intişarlarına işaret eden şu âyet; “Tekvir 15-16” bu gayet âli bir nakş-ı san’at ve âli bir levha-i ibret, nazar-ı temâşâya gösteriyor. (Mektubat)

Buradaki temaşa da Kur’an ayetleri ve Bediüzzaman’ın temaşaları ile ortaya çıkmış estetik temaşalardır.

Esaretinde de böyle temaşa örnekleri vardır.

“Bir vakit esâretimde, dağ başında azametli çam ve katran ve ardıç ağaçlarının heybetnümâ sûretlerini, hayretfezâ vaziyetlerini temâşâ ederken, pek latîf bir rüzgâr esti. O vaziyeti, pek muhteşem ve şirin velvele âlûd bir zelzele-i raks-nümâ, bir tesbihât-ı cezbe edâ sûretine çevirdiğinden; eğlence temâşâsı, nazar-ı ibrete ve sem-i hikmete döndü.” (Sözler)

Çam, katran ve ardıç ağaçlarının heybetli görüntülerini temaşa etmiştir. Onların görüntülerini raks ve tesbihata benzetir, ibret nazarıyla ve hikmet gözüyle bakar.

Bediüzzaman’ın temaşa muhiti çok geniştir.

Hayalen  Asr-ı Saadete de gider orasını temaşa eder ve izlenimlerini anlatır.

“Yâhu, ey hayalî arkadaşım! Şimdilik kâfidir, geri gitmeliyiz. Yoksa yüz sene şu zamanda, şu cezîrede kalsak, yine o zâtın garâib-i icraatını ve acâib-i vezâifini, yüzden birisine, tamamen ihâta edip, t e m a ş a s ı n a  doyamayız.

Şimdi, gel, üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız. Bak, nasıl her asır, o şems-i hidâyetten aldıkları feyiz ile çiçek açmışlar; (19. Söz)

Burada temaşanın ruhu doyurucu özelliği olduğunu söylemek de ister.

Ayetü’l-Kübra isimli eseri teknik olarak bir temaşa eseridir.

Bir seyyah gördüğü her şeyi temaşa eder ve izlenimlerini hakikate çevirir. İkinci makamın başında t e m a ş a  kelimesini kullanarak eserin karakterini de ifşa etmiş olur.

“Dünyaya iman için gönderilen

ve bütün kâinatta fikren seyahat eden

ve herşeyden Hâlıkını soran

ve her yerde Rabbini arayan

ve hakkalyakîn derecesinde İlâhını vücub-u vücud noktasında bulan dünya misafiri, kendi aklına dedi ki:

“Gel, Vâcibü’l-Vücud Hâlıkımızın vahdet bürhanlarını  t e m a ş a  için yine beraber bir seyahate gideceğiz.” Beraber gittiler. Birinci menzilde gördüler ki, kâinatı istilâ eden dört hakikat-i kudsiye, vahdeti bedahet derecesinde istilzam edip isterler.” (Şualar)

Eserin ikinci makamı bir temaşa seyahatidir. Vahdet bürhanlarını temaşa edeceklerdir birlikte.

Bediüzzaman’ın  hayatının temel meşguliyetlerinden biridir temaşa.

Onlardan bazıları öyle ki temaşa zevki bazen yazmak zevkini bastırır. Temaşa zevki, yazmak zevki: “Bağlardaki güzel san’at-ı İlahiyeyi temâşâ zevki, o tashihteki zevkime mani oluyordu.” (Kastamonu)

Hayatındaki temaşalar:

“Said Nursî, bahar mevsiminde menzilinin önündeki muhteşem çınar ağacının dalları arasındaki kulübeciğe çıkar, vazifesini orada îfa eder; Risale-i Nur’un hakîkatlerini, menba ve maden-i hakîkisi olan mele-i alada tafeyyüz ve  t e m a ş a   ve tefekkür ederdi.” (Tarihçe)

Baharı temaşası:

“Bu şâşaalı baharın çiçeklerini temâşâ etmek için, araba ile bir-iki saat geziyorum. Hiç hayatımda görmediğim bir tarzda bütün çiçekli otlar, âdetin fevkınde bir tarzda büyümüş, çiçekler açmış, tebesümkârâne tesbihât edip lisân-ı hâl ile Sânilerini tesbih ediyorlardı.” (Tarihçe)

Eserleri bir temaşadır  ve  o eserleri defalarca temaşa etmiştir.

“Ben de sıkıldıkça, yüz defa t e m a ş a  ettiğim Nur meselelerini, yine zevkle tekrar mütâlâaya başlıyorum. Hattâ, müdâfaâtları dahi Nurun ilmî risâleleri gibi görüyorum.” (Tarihçe)

Demek onun eserleri hem akla, hem de başka duygulara hitap eder.

İnsan bir seyirci, temaşacıdır.

Allah’ın kendi sanatını, temaşa etmesi yanında

Peygamberimiz Allah adına nübüvvet gereği temaşalar gerçekleştirir ve bunları ümmetine nakleder, bunlara ilaveten

Bediüzzaman da bir temaşa uzmanı ve insanları temaşaya eğiten bir eğitimcidir, görsel itikad temaşaları yapar.

Dini  ve akaidi, tabiat gözlemleri,

Kur’an ve ayetleri,

ilimler ve insanlar konusundaki temaşalarını yazar, anlatır.

Bediüzzaman’ın eserlerindeki insana verdiği temaşa eğitiminden dolayı insan bu temaşa denen estetik eylemi kabiliyetince  yürütür. Onların da örnekleri vardır Bediüzzaman’ın eserlerinde.

Allah insanı bir temaşacı canlı olarak bu temaşagaha hazırlamış ve göndermiştir.

Çok büyük gayeler için tasarlanmış ve uygulaması için âleme gönderilmiştir, ama çok az insan bu şekilde yaşar, çok çok nadirattandır bu tür insanlar. İnsan beş duyusunu sıradan hatta bayağı şeyler ile bozar gider ve başına bela eder:

“Cenâb-ı Hak celîl ulûhiyetiyle, cemîl rahmetiyle, kebîr rubûbiyetiyle, kerîm re’fetiyle, azîm kudretiyle, latîf hikmetiyle, şu küçük insanın vücudunu bu kadar havâss ve hissiyât ile, bu derece cevârih ve cihazât ile ve muhtelif âzâ ve âlât ile ve mütenevvi’ letâif ve mâneviyât ile teçhiz ve tezyin etmiştir ki, tâ mütenevvi’ ve pekçok âlât ile, hadsiz enva-ı ni’metini, aksâm-ı ihsanâtını, tabakàt-ı rahmetini o insana ihsâs etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem, tâ bin bir esmâsının hadsiz enva-ı tecelliyâtlarını, insana o âlât ile bildirsin, tattırsın, sevdirsin. Ve o insandaki pek kesretli âlât ve cihazâtın herbirisinin ayrı ayrı hizmeti, ubûdiyeti olduğu gibi, ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfatı vardır.

Meselâ, göz sûretlerdeki güzellikleri ve âlem-i mubsırâtta güzel mu’cizât-ı kudretin envaını t e m a ş a eder.

Vazifesi, nazar-ı ibretle Sâniine şükrandır.

Nazara mahsus lezzet ve elem mâlûmdur, tarife hâcet yok.

Meselâ, kulak sadâların envalarını, latîf nağmelerini ve mesmûât âleminde Cenâb-ı Hakkın letâif-i rahmetini hisseder.

Ayrı bir ubûdiyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfatı var.” (Sözler)

Bediüzzaman insana temaşa sanatı öğretmek için  örnek temaşalar verir:

“Eğer bir çiçekte esmâyı okuyamıyorsan ve vâzıh göremiyorsan; Cennete bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temâşâ et. Rahmetin şu büyük çiçekleri olan Cennet ve bahar ve zeminde yazılan esmâyı, vâzıhan okuyabilirsin, cilvelerini ve nakışlarını anlar, görürsün.” (Sözler)

Aynı insan eserlerden Allah’ın saltanatına ve güzelliğine temaşalar gerçekleştirir. Temaşalarını yine Allah’ın bellettiği kelimelerle ifade eder:

“İnsanlar, asâra bakıp, gàibâne muâmele sûretinde, saltanat-ı Rubûbiyetin mehâsinine t e m a ş a g e r  makamında kendilerini gördüklerinden, tekbir ve tesbih vazifesini edâ edip “Allahuekber” dediler.

Sâniyen: Esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin cilveleri olan bedâyiine ve parlak eserlerine dellâllık makamında görünmekle, Subhanallah, Elhamdülilah diyerek takdîs ve tahmîd vazifesini ifâ ettiler.” (11. Söz)

İnsan eşyanın yaratılışındaki ve sanatlı yaratıkların inceliklerini, nazenin güzellikleri t e m a ş a  eder ve Allah’a muhabbet ve iştiyak duyar:

“Eşyanın yaratılışında ve masnuâtın san’atındaki latîf incelik ve nâzenin güzellikleri t e m a ş a  ile tenzih makamında, Fâtır-ı Zülcelâl, Sâni-i Zülcemâllerine muhabbet ve iştiyak vazifesine girdiler.” (11. Söz)

İnsanın ebedi hayatının inşasında temaşanın önemli bir yeri vardır.

Şu her yönü ile zengin hayat makinesi, ona Allah’ın sanat eserlerindeki mucizeleri  görmek ve düşünmek ve temaşa ve tefekkür etmek için verilmiştir:

“Şu derece cihazâtça zenginlik ve sermâyece kesret, elbette ehemmiyetsiz, muvakkat şu hayat-ı dünyeviyenin tahsili için verilmemiştir.

Belki, şöyle bir insanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz makàsıda müteveccih vezâifini görüp,

acz ve fakr ve kusurunu ubûdiyet sûretinde ilân etmek

ve küllî nazarıyla mevcudâtın tesbihâtını müşâhede ederek, şehâdet etmek

ve nimetler içinde imdadât-ı Rahmâniyeyi görüp şükretmek

ve masnuâtta kudret-i Rabbâniyenin mu’cizâtını  t e m a ş a  ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir.” (Sözler)

Yine varlıkların süs ve latif sanatlarını beğenmeli temaşa etmeli  oradan hareketle onu yaratana muhabbet duymalı  ve onun huzuruna çıkmaya  gayret etmelidir:

“Şu mevcudâttaki zînetleri ve latîf sanatları istihsankârâne t em a ş a  etmekle, onların Fâtır-ı Zülcemâlinin mârifetine muhabbet etmek ve onların Sâni-i Zülkemâlinin huzûruna çıkmaya ve iltifatına mazhar olmaya bir iştiyaktır.” (Sözler)

İnsanın temaşası bir nevi mirac hükmünde olan namazın özellikle tahiyyat bölümünde zenginlik kazanır.

“Şualar miraç” İkinci kudsi kelime-i Miraciye,  “El-mübareketü”.

Madem hadisçe namaz, müminin miracıdır ve Mirac-ı Ekberin cilvesine mazhardır; ve madem dünya seyyahı, her âlemde, ilim sıfatıyla Allamü’l-Guyub Halıkını bulmuş; biz dahi o seyyahla beraber, mübareklerin ve görenlere “Barekallah” dedirtenlerin ve “El-mübarekatü”nün geniş âlemine girip bütün ziruhun masum, mübarek yavrulanlarını ve bütün zihayatın mukadderat ve programlarının kutucukları olan tohum ve çekirdekleri başta olarak, o mübarekat âlemini t e m a ş a  ve mütalaa ile kudsi sıfat-ı ilmin mu’cizâtlı, ince cilveleriyle Halıkımızı ilmelyakin ile bilmeye o seyyah gibi çalışacağız.” (Şualar)

İnsanın her temaşası da makbul değildir, yasaklı alanlar da vardır.

“Hem de insan hangi şeye temaşa ederse, elbette mekayisini ve esaslarını kendi nefsinde arayacaktır. Eğer bulmazsa, etrafında ve ebnâ-yı cinsinde arayacaktır. Hattâ, hiçbir cihetten mümkünata benzemeyen Vacibü’l-Vücudu tefekkür etse, yine kuvve-i vahimesi şu vehm-i seyyii düstur ve dürbün yapmak istiyor. Hâlbuki Sâni-i Zülcelâl, şu nokta-i nazarda temaşa edilmez.” (Muhakemat)

Bediüzzaman temaşanın herkese göre olmadığını avamın mücerred şeyleri temaşasının bazı zihinsel eğitimlerle mümkün olacağını belirtir. Bunu kendisi eserlerinde yapmıştır, onun örneklemeleri avama yapılan temaşa eksersizleridir.

Avam ve temaşa:

“Cumhur-u avam ise, melûf ve mütehayyelâtından tecerrüd edip hakaik-i mücerrede ve mâkulât-ı sırfeyi temaşa edemezler-meğer mütehayyelâtları dürbün gibi tevsit etseler… Fakat mütehayyelâtın suretlerine hasır ve vakf-ı nazar etmek, cismiyet ve cihet gibi muhal şeyleri istilzam eder. Lâkin nazar, o suretlerden geçerek hakaiki görüyor. Meselâ, kâinattaki tasarruf-u İlâhîyi sultanın serir-i saltanatında olan tasarrufunun suretinde temaşa edebilirler.” (Muhakemat)

Yine avamın temaşa etmesinde mücerred şeyler hayalden alınan suretlerle olacağını öngörür. O kadar her şeyi yerli yerinde anlatmış ki, akıl işi değil, Bediüzzaman’ın kelimelere getirdiği okyanus mana boyutları. Maşallah barekâllah. “Avam ise, havassa hitap olunan kelâmı hakkıyla fehmedemezler. Halbuki cumhur ise, ekseri avam, ve avam ise, me’lûfât ve mütehayyelâtından tecerrüd edip hakikat-i mahzâ ve mücerredat-ı sırfayı çıplak olarak göremezler. Fakat görmekleri temin edecek, yalnız zihinlerinin te’nisi için, me’lûf olan ziyy ve libasla mücerredat arz-ı endam etmektir. Tâ mücerredatı, suver-i hayaliye arkasında temaşa etmekle görüp tanısın. Öyleyse, hakikat-i mahzâ, me’lûflerini giyecektir. Fakat surete hasr-ı nazar etmemek gerektir. Bu sırra binaendir.” (Muhakemat)

Bediüzzaman’ın eserlerinin teknik yönelimlerini anlattığı

Muhakemat isimli eserinde temaşada mümkinat yönünden değil, Allah canibinden temaşa etmek gerektiğini ifade eder. Çok önemli bir temaşa tekniğidir, yönlendirmesidir. Nereden temaşa etmesi gerektiğini insan bilmelidir. “İnsan kâinatta mümkinatın öyle bir kuvvet ve kudretini görmemiş ki, icad-ı sırf ve idam-ı mahz etsin. Hâlbuki hükm-ü aklîsi de daima üssü’l-esası, müşahedattan neş’et eder. Demek, âsâr-ı İlâhiyeye mümkinat tarafından bakıyor. Hâlbuki hayret-efza âsârıyla müspet olan kudret-i Sâniin canibinden temaşa etmek gerektir. Demek, ibâdın ve kâinatın umur-u itibariyeden başka tesiri olmayan kuvvet ve kudretlerin cinsinden olan bir kudret-i mevhume içinde Sânii farz ederek, o noktadan şu meseleye temaşa ediyor. Hâlbuki Vacibü’l-Vücudun canibinden, kudret-i tâmmesi nokta-i nazarından bu meseleye temaşa etmek gerektir.”(Muhakemat)

Bediüzzaman temaşa eden insanı eğitmek için eserlerinde çok örnek temaşalar gösterir. Sürekli bak ve gör fiillerini kullanır:

“Zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temaşa edecek bir geniş, hayalî gözle bak. Ve hem bil ki,

Rahmâniyet, Rahîmiyet, Hakîmiyet, Adiliyet gibi tâbirler,

Cenâb-ı Hakkın hem isim,

hem fiil,

hem sıfat,

hem şe’nlerine işaret ederler.

İşte, başta insan olarak bütün hayvanatın muntazaman bir perde-i gaybdan gelen erzaklarına bak, Rahmâniyet-i İlâhiyenin cemâlini gör. Hem bütün yavruların mucizâne iaşelerine ve başları üstünde ve annelerinin sinelerinde asılmış tatlı, sâfi, âb-ı kevser gibi iki tulumbacık süte temaşa eyle, rahîmiyet-i Rabbâniyenin câzibedar…” (Şualar)

Bediüzzaman suyun temaşasını örgütler insanlara:

“O kadar küçüklüğüyle beraber bir âlem-i hayvanat-ı hurdebiniyeyi istiab eden bir katre suya, aklın hurdebiniyle temaşa ediniz-tâ Sâni-i Kâinatın herşeye kadir olduğunu tasdik edesiniz.

Acaba, o halde delil müddeâdan daha hafî ve daha muhtac-ı izah olmaz mıydı? Hem de onlarca muzlim birşeyle, hakikatı tenvir etmek veyahut onların bedahet-i hislerine karşı mugalâta…” (Muhakemat)

Semavat birçok temaşacıyı kendinde barındırır:

“Cenâb-ı Hakkın acâib-i masnuâtına bakıp, temaşa edip ve ettiren işaretleriz. Yani semâvât, hadsiz gözlerle zemindeki acâib-i san’at-ı İlâhiyeyi temaşa eder gibi görünüyor. Semânın melâikeleri gibi, yıldızlar dahi mahşer-i acâib ve garâip olan arza bakıyorlar ve zîşuurları dikkatle baktırıyorlar demektir.” (Sözler)

Âlemde temaşa edenler yukarıda saydıklarımızla sınırlı değil bir başka temaşacılar hem de cok büyük bir temaşacılar meleklerdir.  Hatta bir kısmı da yıldızlardır.  “Melâikeler, o mu’cizâtı ve o harikaları temaşa ettikleri gibi, ecrâm-ı semâviyenin gözleri hükmünde olan yıldızlar dahi, güya melâikeler gibi, zemin yüzündeki nazenin masnuatı gördükçe, Cennet âlemine bakıyorlar ve o muvakkat harikaları bâki bir surette Cennette dahi temaşa ediyorlar.” (Mektubat)

Üstelik bunlar her iki âlemi aynı anda temaşa eden sakinlerdir. Kâh dünyaya, kâh cennete bakarlar.

Yine melekler temaşacıdır semavat mekânlarında:

“Yani Cennet çiçeklerinin fidanlık ve mezrâcığı olan zeminin yüzünde hadsiz mu’cizât-ı Kudret teşhir edildiğinden Semâvât âlemindeki melâikeler o mu’cizât-ı, o hârikaları temaşa ettikleri gibi, ecrâm-ı semâviyenin gözleri hükmünde olan yıldızların dahi, güyâ, melâikeler gibi, zemin yüzündeki nâzenin masnuâtı gördükçe, Cennet âlemine bakıyorlar.” (Sözler)

Cennet kuşları da temaşacıdırlar.

Üstelik bindikleri temaşa uçakları da vardır; sinekler: “Cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar bir cins ervâhın tayyâreleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismâniyâtı seyrân edip, o cesedlerdeki hasselerin pencereleriyle cismânî mu’cizât-ı fıtratı temaşa ederler.” (Sözler)

Allahın bütün görevlileri “memurları” temaşacıdırlar:

“Sultan-ı Ezelînin memurları, saltanat-ı rubûbiyetin icraatçıları değillerdir. Belki o saltanatın dellâllarıdırlar ve o rubûbiyetin temâşâger nâzırlarıdırlar. Ve o memurlar, o vâsıtalar; kudretin izzetini, Rubûbiyetin haşmetini izhâr içindir.”(Sözler)

Hülasa bu dünya geçici temaşagah, Bediüzzaman’ın çok yönlü temaşa örnekleri ile doludur. Ahiret sermedi temaşa, orasını da inşallah gidince göreceğiz. Elimizden tut Allah’ım!

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: