Bediüzzaman Hazretlerinin Cihadı

“Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahı ile cihad edeceğiz.”(Bediüzzaman Said Nursi ,Tarihçe-i Hayat)

Fatır-ı Hakimin ezelden beri cereyan eden bir kanunudur ki, herhangi bir milletin felâketlere maruz kalması, fertleri arasında fitne ve fesadın çoğalması, dalâletin hidayete, şerrin hayra galip gelmesi hâlinde, o milletin içinden bu tehlikeleri bertaraf edecek ve o milleti sahil-i selâmete çıkaracak bir peygamber, bir mürşit, bir müceddit veya bir mehdi gönderir. Bu İlâhî kanun Hz. Adem’den (ASM) bu yana böyle devam etmiş ve kıyamete kadar da devam edecektir.

Peygamberimiz’den (ASM) sonra peygamber gelmeyeceği için, bu vazife Peygamberimizin varisi olan âlimlere tevdi edilmiştir. İşte bu sırra Peygamberimiz (ASM) şöyle işaret etmiştir:

“Cenâb-ı Hak lütuf ve kereminden her yüz senede, ümmetimin dinini tecdid ve takviye için bir veya birkaç müceddid gönderir.”1

Bediüzzaman Hazretleri de her asırda insanları irşadla vazifeli mürşit ve mücedditlerin bulunmasının zarurî olduğunu şöyle ifade buyuruyor:

Cenâb-ı Hak kemal-i rahmetinden şeriat-ı İslâmiye’nin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zişan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi Mehdi hükmünde mübarek zatları göndermiş; fesadı izale edip, milleti ıslâh etmiş; Din-i Ahmediye’yi (ASM) muhafazaetmiş. Madem âdeti böyle cereyan ediyor; ahir zamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müctehid, hem en büyük bir müceddid, hem hakim, hem mehdi, hem mürşid, hem kutb-u azam olarak bir zat-ı nuraniyi gönderecek.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat)

Peygamber varisi olan bu mümtaz zatlar bütün himmetleriyle, ilim ve irfanlarıyla ümmeti irşad etmek için çalışır ve siyasetten hassasiyetle içtinap ederler.

Mücedditler, amel ve ahlâk bakımından ümmet-i Muhammed için tam bir hüsn-ü misaldirler. Onlar vazifeleri icabı, dinin esaslarına ve Peygamberimizin (ASM) sünnetine harfiyen ittiba yoluyla İslâm dinini takviye ve tahkim etmişler ve ona karıştırılmak istenen hurafeleri reddederek, dinin asliyetini korumaya çalışmışlardır. İmamı Azam, İmam-ı Şafiî, İmamı Malik, İmam-ı Hanbel, İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali, Gavs-ı Azam ve emsali zatlar Kur’an-ı Kerim’den mülhem birçok eserler yazarak, feylesoflara ve ehl-i bida’ya karşı ehl-i sünnet itikadını ve Kur’an ahlâkını muhafaza etmişlerdir. Muasır oldukları insanların kalp ve ruhlarına tesir ederek istidatlarını inkişaf ettirmişlerdir. Bu zatlar güneş gibi imanları, çelik gibi iradeleriyle zamanlarının rehber ve mürşidi olmuşlardır.

Bu mürşit ve mücedditlerin insanlara olan şefkat ve merhametleri peder ve validelerin şefkatlerinden çok ileridir. Zira onların gayeleri insanları dünya ve ahiret ateşinden muhafaza edip madden ve manen terakki ettirmektir. Bu mümtaz şahsiyetler katı ve kasavetli kalpleri aşk ve şevk ile hayatlandırır, sönmeye yüz tutan ruhlara nur ve ziya verirler. Onların vazifesi kalp ve gönüller âlemindedir. Onlar mana âlemlerinin sultanıdırlar. O pak ve latif zatların nasihatleri sayesinde, insanlar tefeyyüz ederler. Onların sohbetleri bir iksir-i azamıdır, bir bahr-i feyz ve hikmettir. İnsan bu sohbetlerle ruhen terakki eder, kalben inşirah bulur. Onlar her zaman, tefrikanın ve her türlü menfî hereketin karşısındadırlar. Onların mesleği tahrib değil tamirdir.Onların vazifesi, beşerin bütün hüsranının ve sefaletinin menşei olannefs-i emmareyi terbiye ile ruhu terakkiye sevk etmektir. Kalpleri Allah’a, Peygamber’e, Kur’an’a bağlamakla insanları manen yükseltmektir.

Göklerden ateş de yağsa, yerden cehennem de fışkırsa yine bu zümre-i mücahidinin kudsî vazifeleri; tebliğ, irşad ve nasihata münhasırdır. Onlar neşir ve tebliğ hususunda peygamberlerin izini takip ederler. Onların da başına meşakkatler ve ıstırapların gelmesi mukadderdir. Böyle durumlarda onlara düşen sabırdır, merhamettir, duadır, tevekkül ve şükürdür. Onlar iman ve İhlasın en yüksek mertebesindedirler. Onların kalpleri kin, nefret, adavet gibi kötü hasletlerden temizlenmiştir.

İşte, Bediüzzaman Hazretleri’nin cihadı incelenirken onun nasihatle, tebliğ ve irşadla vazifeli bir peygamber varisi, bir mürşid-i kâmil, bir müceddit olduğu nazar-ı dikkate alınmalıdır.

Malûmdur ki nasihat ve irşadın muhataba tesirinde zaman ve mekânın büyük rolü vardır. Zira hastaya göre doktor gönderilir. Eski zamanda dertler az olduğu için tabipler de ona göre gönderilmiştir.

Ruh ve vicdanları titreten, âlem-i İslâm’ı tehdit eden ve bütün mevcudatı sarsan bu inkâr-ı uluhiyet zamanında maddî ve manevî, ferdî ve içtimaî bütün hastalıkları söküp atacak, kalplerin derinliklerine nüfuz edecek, latif ve nazif hissiyatları heyecana getirecek, süflî ve âdi ahlâkları imha ve izale etmekle yüksek istidatların inkişafına yol açacak, cevher-i insaniyetten gaflet perdelerini kaldıracak, hülâsa: kalp, fikir, ruh, vicdan ve bütün duygulara tesirini icra edecek bir tiryak-ı safi lâzımdı. Rahmet-i İlâhîye bu tiryakı, asrımızın tabibi Bediüzzaman Hazretleri’nin mübarek eliyle insanlık âlemine ihsan etti.

Bediüzzaman lâkabı, İstanbul uleması tarafından kendisine bir şeref madalyası olarak takılmıştır. Soyunun İmam-ı Ali’ye ulaştığı ve seyyid olduğu hizmetinde bulunan talebelerinin şehadetiyle sabittir.

Şarkın bu büyük evladı ta çocukluğunda ilim ve irfan, fikir ve hikmet sahasında hummalı bir faaliyet içerisine girmiştir. Durup dinlenmeden çalışmış, büyük bir azim ve iştiyak ile seksen-doksan kitabı hıfzına almış ve belirli aralıklarda bu kitapları hafızasından tekrar tekrar talim etmiştir. Bu harikulade hâl onun ileride icra edeceği büyük irşad hareketine en büyük bir alâmet olmuştur. Evet onun çocukluk devresindeki bu garip hali onun kâmil bir mürşid olacağını simgeleyen manevi bir hazırlıktır. Bu hal ona İlâhî bir ihsan, bir lütuftur. Daha buluğ çağma gelmeden haklı bir şöhrete sahip olmuştur. Onun bu şöhreti ve itibarı şarkın her tarafına ulaşmıştır. Engin istidadı ve ilimlere derin vukufuyla şarkın en büyük allâmelerinin takdirlerini kazanmıştır.

O’nu yakından tanıyanlar bilirler ki, O’nda zengin bir hazine-i efkâr, engin bir derya-yı his vardı. Okumasından haz duyduğumuz Nur’un o katreleri acaba bir okyanus kadar engin ve zengin olan bir fikir dünyasından sahile vuran dalgalar mıydı, yoksa gönül semasından yağan damlalar mıydı?

Asrın amansız ıstırapları onun nasiyesinde hiçbir iz bırakmamıştır. İmanındaki kuvveti, fikirlerindeki isabeti muhaliflerini daima titretirdi. Nazarları heybetli, hitabeleri ateşindi. Sabır ve metanette nazirsiz, lutûf ve keremde eşsizdi. O, hüsn-ü ahlâkın bir timsaliydi. Değil insanlara, belki bütün mahlûkata en derin bir muhabbetle nazar ederdi. Düşmanlarına bile necat ve halâsları için duada bulunurdu.

O, muhabbetin tecessüm etmiş bir timsali, şefkatin temessül etmiş bir suretiydi. O ayet mütevazi idi. Her hali munis sevimli nezih idi. Kendisine has bir üslub-u beyana sahipti. Kelimelerin terkibindeki hüsn-ü imtizaç gönülleri cezb ederdi. Hikmet sahasındaki derin vukufiyeti kısa zamanda kendisini ihtişamın zirvesine ulaştırmıştı.

Sohbetlerinde daima bir celâdet eseri görünürdü. Bilhassa Kur’an’a, imana dokunulduğu zaman büsbütün değişir, kükremiş bir arslan tavrını alırdı. Lisanından akan marifetler gönüllerin ta derinliklerine nüfuz ederdi.

O, irfan âleminin en mümtaz bir simasıydı. Şimdiye kadar böyle marifetler çok ender insanlara nasip olmuştur. Ve böyle küllî istidatlarla mücehhez insanlar az görülmüştür.

İşte bu hâllerden anlaşılıyor ki, o istikbalde ilim ve irşad sahasında yeni bir çığır açacaktır. O dünün, bugünün ve yarının manevî tabibi ve mürşidi olduğunu yazdığı Risale-i Nurla ispat etmiştir. İmanın inkişafı namına yaptığı manevî cihadında coşkunluğunu, heyecanını, ihtişamını hiç bir zaman kaybetmemiştir.

Bu aziz aksiyon adamını anlamak için onun bütün cephe ve şahsiyetlerine atf-ı nazar etmek lâzımdır. Yoksa yaşadığı devir ve zaman nazar-ı itibara alınmadan yapılan değerlendirmeler sönük kalır.

O’nun hayâtı iki devrede mütalaa edilebilir: Eski ve Yeni Said devreleri… Bu iki devreyi müşterek bir fikir içinde tahlil etmek lâzımdır. Zamanın ilcaatına göre ne yapılması gerekiyorsa Eski Said de, Yeni Said de onu yapmıştır. Bu şahsiyetler birbirinden tamamen müstakil, tamamen yabancı tasavvur edilemez. Fakat her iki devrin metod ve prensipleri birbirinden biraz da olsa farklılık arz eder.

Eski Said döneminde irşad yukarıdan aşağıya, Yeni Said döneminde ise aşağıdan yukarıyaydı. Yani, Eski Said cemiyetin ıslâhını siyasî ve içtimaî sahada aramıştı. Yeni Said ise bu gayesinin ancak fertlerin irşad ve islâh edilmesiyle tahakkuk edebileceği hükmüne varmıştı.

Yoksa bu iki şahsın arasında tezat değil bilâkis tenasüp ve ahenk mevcuttur.Yalnız Eski Said dönemindeki eserlerde sünuhat ve ilhamdan ziyade ilmî ve aklî düsturlar daha hakimdir ve bu eserlerde iman hakikatlerinin izah ve ispatından çok, ferdî ve içtimaî hayatın ahengini temin eden düsturlar daha ağırlıklıdır. Yeni Said’de ise mevzular büyük bir ekseriyetle iman hakikatlerinde merkezleşir. Eski ve Yeni Said dönemlerine ait eserler arasında icmal-tafsil münasebeti vardır. Yani, Eski Said’in çekirdek hükmünde olan fikirleri, Yeni Said’de meyveli ağaçlar haline gelmiştir.

Her iki şahsiyetin de gayesi, Kur’an’ı hayata mal etmek, yaşamak ve yaşatmaktır. Kendisi, bu iki dönem arasında hakikat noktasında bir fark olmadığını şu ifadelerle beyan buyurmuştur:

Gazetelerde neşrettiğim umum makalelerdeki umum hakaikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatle davet olunsam, neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidat ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam,yine bu hakikatleri tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim. Demek hakikat tahavvül etmez. Hakikat haktır.” (Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat)

Bu ifadeleri teyiden Barla Lahikasında, “Eski Said’in kuvvet-i ilmiyle ve nazar-ı akliyle anladığı hakikatleri” Yeni Said’in “Şuhud-u kalbiyle ve nur-u vicdanla” gördüğü ifade ediliyor. Ve “Birbirinden çok uzak bu iki Said’in aklı, kalbi bu derece ittifakı aciptir”( Bediüzzaman Said Nursi. Barla Lahikası) deniliyor.

Eski Said döneminde yazılan Sünuhat, Münazarat, Lemaat, Hutbe-i Şamiye gibi eserler ve Yeni Said döneminde telif edilen Sözler, Mektubat, Lem’alar, …, bu hakikati açıkça göstermektedir.

Zamanın icabına göre mevzular farklılık arz etmekle birlikte, bütün eserler ilim ve irfana bina edilmiş, gönüllere ikna ve irşad ile hâkim olunmuştur. Evet,

 “Medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşîler gibi icbar ile değildir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat)

buyurmuş; cebir ve zorbalığı reddederek tebliğ ve irşad yolunu göstermiştir.

Bu vesileyle önemli bir hususa da temas etmek istiyorum:

Bediüzzaman Hazretleri hem Eski Said hem de Yeni Said dönemlerinde, medreselere fevkalâde önem vermiştir. Çünkü İslâm dini bu müesseselerde okutulmuş ve etrafa neşredilmiştir. İslâm’ın ilk medresesi Mekke-i Mükerreme’de Darü’l-Erkamı, Medine-i Münevvere’de ise Mescid-i Saadet olmuştur.

Üstad Hazretleri, Eski Said döneminde medresede bizzat talebe yetiştirmekle beraber, medreselerin zamanın ihtiyacına cevap verebilecek şekilde yeniden tanzimine de çalışmıştır. Dinî ilimlerle fennî ilimlerin birlikte okutulacağı bir üniversitenin kurulması için fevkalâde bir gayret göstermiştir.

Yeni Said döneminde telif edilen Risale-i Nur külliyatının muhtaç gönüllere ulaştırılması da Nur medreselerinin tesisiyle tahakkuk etmiştir.

Risale-i Nur, hem aklı ikna, hem kalbi tatmin eden ve insanın bütün latifelerini feyizlendiren ulvî dersleriyle mazide kapatılan medrese ve zaviyelerin vazifesini hakkıyla ifa etmiştir.

İslâmiyet’in talim ve inkişafında teali ve terakkisinde medrese ve tekye denilen iki büyük şubenin ifa ettiği hizmetler pek muhteşemdir. Hakikaten milletimizin irşad ve tenvirinde irfan hazineleri olan medreselerle menba-ı feyz olan tekkelerin payı çok büyüktür. İslâmî hayat bu iki mühim menbadan intişar etmiştir. İslâm medeniyetinin en muhteşem zamanları ise bu müesseselerin en parlak ve en feyizli olduğu zamanlardır. Bu müesseselerde yetişen alicenap, hassas ruhlu âlim ve mürşitler bu milleti asırlarca payidar kılmış, huzurla yaşatmış ve ona şehametli bir tarih kazandırmışlardır.

Meselâ Gazali, Razî, Taftazanî, İbni Sina, Farabî gibi dahi alimler ve mütefekkir feylesoflar medreselerin mahsulü olduğu gibi Abdülkadir-i Geylânî, Şah-ı Nakşibendî, İmam-ı Rabbani, Ahmed-i Rüfaî gibi mürşid-i kâmiller de tekyelerin semeresidir.

Dinî ve fennî ilimlerin esası olan kanun-u tekâmül bu gibi muhakkiklerin içtihadıyla tahakkuk etmiştir. Peygamberimiz (ASM)’in hakikî varisi olan bu zümre-i mücahidin âlem-i İslâm’ın en uzak ve en ücra köşelerinde bile şule-i marifeti yakmışlar ve âlem-i İslâm’ı medeniyetin beşiği haline getirmişlerdir. Bu müesseseler sayesinde İslâmiyet mümtaz bir devr-i saadet yaşamıştır. Garp, medeniyetten büsbütün uzak bir halde yaşarken İslâm muhakkikleri harikulade bir irfanla cihana ışık tutmuşlar, medeniyet nokta-i nazarından Avrupa efkârında gayet derin izler bırakmışlardır.

Evet zamanın ihtiyacına tam cevap verebilen ve bir dar-ül fünun mahiyetinde olan medreseler milletimize ilim ve irfan sahalarında fevkalâde hizmetler vermişlerdir. Bu medreselerde ulum-ü diniye ve fünun-u medeniye beraber okutulmakta idi. Zamanla fennî ilimlerin ihmal edilmesiyle tekâmüle sebep olan kanatların biri kırıldı, böylece terakki yerine tedenni baş gösterdi.

Zamanın ihtiyacına göre bir takım tecdit hareketlerinin medreselerde de yapılması elbette zarurî idi. Fakat bu ilim ve irfan menbalarının ıslâhı yerine -tamamen ortadan kaldırılması azim bir hata oldu. Açılan yeni mekteplerde dinî ve ahlâkî dersler ihmal edildi.

Malûmdur ki fen ve teknik sahasında terakki etmek, insanın dine olan ihtiyacını karşılamaz. Bunların her ikisi de insaniyetin aslî ihtiyaçlarındandır. Bunlardan birini inkâr veya ihmal, insan fıtratını idrak edememekten doğan bir cehalettir. İşte bu cehalet neticesinde dine karşı bir lâkaytlık ve hürmetsizlik başladı. İman kuvveti derinden derine sarsıldı. Yeni nesil, millî ve manevî değerlerden mahrum bırakıldı. Millî şeref ve haysiyetimizi ihtiva eden şanlı tarihimizin sahifeleri perdelendi. Milletin ruhuna, cevherine muhalif cereyanlara kapılar açıldı. Mukaddesat ve maneviyatla alay edildi. Batıdan gelen sefahet ve dalâlet rüzgârlarıyla ferdî ve içtimaî hayat zehirlendi. Dinî ve millî seciyeler sarsıldı. Milletin ruhuna hurafeler ve bidatlar sirayet etti. Cehalet bulutları afakîmizi baştan başa kapladı. Hayatın gür ve berrak kaynakları olan dinî ve millî heyecanlar söndü. Bu tahribatın tesiriyle hamiyet ve şehamet-i milliye kaybolmaya yüz tuttu.

Avrupa’ya tahsil için giden bir kısım münevverlerimiz, akıllarını fennî ilimlerle tenvir etmek yerine, maalesef Batı’nın karanlık ve bâtıl formüllerine talip oldular. Milletimizin teali ve terakkisinin bu formüllerle olacağına inandılar. Manevî varlığımızı tahrip eden, mukaddesatımızı kemiren bir takım Frenk âdetlerini şuursuzca ithal ederek, milletimizi ahlâksızlığın ve sapık ideolojilerin kucağına attılar. Millet pek korkunç tehlikelerle karşı karşıya bırakıldı.

Bu korkunç felâketlere rağmen bu necip millet hiçbir zaman yılmadı, imanını ve umudunu kaybetmedi. Rahmet-i İlâhîye, bin seneden fazla İslâmiyet’e hakkıyla hizmet eden ve onu âlemin her tarafına neşreden bu şanlı milletin evlâtlarının, küfür ve dalâletin, fısk ve sefahetin hâkimiyeti altında daimî kalmasına elbette müsaade etmezdi. Nitekim etmedi de. Bediüzzaman gibi âlihimmet bir mücahidi, bir mürşid-i kâmili bu millete en büyük bir müceddit ve halaskar olarak ihsan etti.

O, muhabbetin, marifetin, hikmetin sanki canlı bir örneği idi. Ruh ve mizacında fenalık eseri görülmeyen, hissedilmeyen bir sahibüzzamandı.

Birçok idareciler zevk ve safa içinde kendi menfaatlerini düşünürken, nice aydınlarımız gaflet uykusuna dalıp boş hülyaların peşine düşerken, çoğu yazar ve ediplerimiz körpe dimağlara rezalet ve sefahet tohumları aşılarken, siyasîlerimiz basiretleri bağlanmış, kalpleri sönmüşçesine bunca tahribat ve felâketlere seyirci kalırken, Bediüzzaman Hazretleri eline kalemini ,alarak cihad meydanına atıldı ve mukaddesatları çiğnenmiş vatan evlâtlarının, mahvedilen nesillerin, imana susayanların imdadına bir şah-ı evliya olarak koştu.

Bütün bu felâketlerin, dalâletlerin temel sebebinin imansızlık ve zaaf-ı diyanet olduğunu tespit ve teşhis etti. Şüphe ve tereddütlerle yaralanan kalpleri tedavi etmek, ruhlarda âli seciye ve necip hisleri uyandırmak üzere tenvir ve irşad hizmetini iman ve marifet vadisinde merkezleştirdi.

Ben imanın cereyanındayım, karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok… Bütün vaktimi ve hayatımı hakaik-i imaniye ve Kur’aniye’ye hasr ve vakfetmişim.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat)

buyurarak iman hakikatlerinin herbirini tafsilen izah ve kuvvetli delillerle ispat etti. Din ve maneviyat düşmanlarınca memleketimizin pilot bölge olarak seçildiği bu dehşetli devirde telif ettiği yüz otuz parça eseriyle Kur’an’ın kuvvetini, ulviyetini akl-ı selime tasdik ettirdi. Materyalistlere, ateistlere, tabiatperestlere haddini bildirdi.

Bütün menfî ideolojileri fikir planında mağlup ederek muzafferiyetini şöyle ilân etti.

Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin âlem-i İslâm’dan nefiy ve ihracına Risale-i Nurca verilen karar infaz edilmiştir.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Zerre)

Harikulade bir mantık silsilesine bina edilen bu marifet hazinesiyle Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu ispat etti, imanın ulviyet ve berraklığını bütün cihana ilân etti.

İmanın halâvet ve zevkini tattırdı, en parlak saadetin, en tatlı nimetin en halis sürürün en safi sevincin marifetullah ve muhabbetullahta olduğunu Risale-i Nurla ehl-i imana ihsas etti.

Evet, Risale-i Nur, Kur’an-ı azimü’şşan’ın bu asırda aziz ve celil bir tefsiridir. Müstesna ikna sistemi, mükemmel üslubu, manalarının cazibedarlığı, üstün mantığı, cerhedilmez hüccet ve delilleri, his ve gönüller üzerindeki tesir ve cazibesi, geniş muhtevası, isabetli görüş ve prensipleri ile memleketimizde, İslâm âleminde ve bütün dünyada, fevkalâde bir teveccüh ve rağbete mazhar olmuştur.

Risale-i Nur, evvelâ ve bizzat kalpleri tenvir ve imanları takviye ve nefisleri ıslâh eder ve okuyucularına bu dehşetli zamanın tehlikelerinden kurtulmaları için takva ve amel-i salih dersini verir. Risale-i Nur, talebelerini keskin bir feraset ve emniyetli bir tedbire malik kılarak manevî mücadelelerinde zafere eriştirir. Risale-i Nur’u çok okuyan kimseler azamî bir fedakârlık ve feragata, azimet ve takvaya ve halis bir ubudiyete muvaffak olurlar. Herbir risale bir irfan kitabıdır. Ve baştanbaşa marifetullah ile doludur. Evet, Risale-i Nur, ezel ve ebed sultanını kemaliyle ispat ve ilân eden nuranî bir hikmet levhasıdır.

Risale-i Nur, kâinattaki her bir mahlukun âdeta cisimleşmiş birer ayet ve birer levha-i ibret olduğunu göze gösteren bir Kur’an rasathanesidir.

Risale-i Nur insana en ehemmiyetli, en elzem maksadın iman kurtarmak olduğu şuurunu kazandırır. Bu hakikatin canlı şahitleri milyonlarca Nur talebeleridir.

Risale-i Nur, marifetin ayrı ayrı cihetlerinden, hakikatin muhtelif yönlerinden, meselâ esma-i İlâhîye’den, şuunat-ı İlâhîye’den, marifetullah’tan,muhabbetullah’tan, mehafetullah’tan, yaratılışın ince hikmetlerinden,hayat-ı kalbiyeden, âlem-i ahirete ait geniş ve derin meselelerden bahis açar. İnsanı marifet ikliminin engin ve zengin sahalarına doğru çeker. Nazar ve fikirleri, bu derya-yı latifenin cereyan-ı şirinine kaptırarak vecd, sürür ve huzur içerisinde azim ve iştiyakın kulaçlarıyla, o enginlere doğru yüzdürür, daldırır. İnsan sinesine tabaka tabaka dizilmiş en ince duygu ve hisleri harekete getirip, her kalbi, kabiliyeti nispetinde feyizlendirir; ilme, irfana, esrara kavuşturur. Zaafa uğramış imanları kuvvetli delilleriyle ve yüksek hakikatleriyle kurtarır. Vücut ikliminin sultanı olan kalp ve ruhu iman ile tenvir eder.

Risale-i Nur, bu mübarek vatanda emniyet ve asayişi, hürmet ve muhabbeti, uhuvvet ve şefkati, ittihat ve tesanüdü tesise ve İslâm camiasında ittifak ve ittihadı, birlik ve dirliği temine çalışır.

Risale-i Nur, Kur’an hakikatlerine perde olan ve müslümanların idrakine set çekip İslâm medeniyetinin tealisine mani olan cehalet, atâlet ve nemelâzımcılıkla mücadele eder.

Risale-i Nur, bünyemizi kemiren korkaklık zilletinden milletimizi, cesaret ve şecaatle halâs eder.

Üstadımızın ifadesiyle;

Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki külli bir tahribatı ve İslâmiyet’i içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslâha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumî ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun bahusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirler kırılmasiyle, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi Kur’an’ın i’caziyle, o geniş yaralarını, Kur’an’ın ve îmanın ilâçları ile tedavi etmeye çalışıyor.”(Bediüzzaman Said Nursi, Şualar)

Evet, Risale-i Nur vasıtasıyla yapılan bu cihad pek kolay ve müşkilâtsız olmadı. Bu milletin sinesinden imanını, irfanını ahlâkını namusunu söküp atmak isteyen ve onu tarihinden kültüründen, dininden hasılı her türlü millî ve manevî değerlerinden uzaklaştırmaya çalışan gizli zmdıka kuvvetleri ve ehl-i dalâletin mümessilleri bu iman ve irfan hareketine karşı şiddetli bir mücadele başlattılar.

Bu eserleri okuyanlar, hatta onlardan bahs edenler çeşitli tehditlere, tevkiflere, tazyiklere maruz bırakıldılar.

Fakat bütün bu gayretlerine rağmen gönüller âlemini tenvir eden bu irfan huzmelerine mani olamadılar. Çünkü fikrin cereyanını kuvvetle, ilmin inkişafını cehaletle boğmak mümkün değildir. Kuvvetin fikre, cehaletin ilme, dalâletin hakka galebesi ancak muvakkaten olabilir.

Kuvvet ve istibdat altında cereyan eden bir fikrin daha da kuvvetlendiği, tecrübe ile sabittir. Risale-i Nur, bu tazyikler sonunda harika bir halde kükreyerek, kabuğu yırttı, perdeyi deldi; dalâlet ve cehaletin zulmetli bulutlarını dağıtarak zaferini cihana ilân etti.

Risale-i Nur Külliyatını dikkatle mütalâa eden herbir şuur sahibi onun her kelimesinin küfür ve dalâleti parçalayıp gaflet zulümatını dağıttığını güneş gibi zahir olarak görecektir.

Değil Nur Külliyatının tamamı, aşağıda takdim edeceğimiz birkaç misal dahi bu hakikati ispata kâfidir.

Bütün güzel mahlûklar kafile kafile arkasında durmayarak gelip gidiyorlar. Fenaya gidip kayboluyorlar. Fakat o ayineler üstünde kendini gösteren ve cilvelenen yüksek ve tebeddül etmez bir güzellik tecellisinde devam ettiğinden kati bir surette gösteriyor ki o güzellikler o güzellerin malı ve o ayinelerin cemali değildir. Belki güneşin cemal-i şuaatı cereyan eden suyun üzerindeki kabarcıklarda göründüğü gibi, sermedi bir cemalin ışıklarıdır.”(Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Dördüncü Şua)

Şu latif ibarelerden gönüller âlemine damla damla dökülen manidar hikmetler ve feyizler ne bitmez tükenmez bir hidayet kaynağıdır!.. Her bir damlası onu zevk ile tefekkür eden şuur sahiplerini sanki yeniden ihya edip taze bir hayata kavuşturmaktadır. Biz yine sözü Üstada bırakalım:

Nurun gelmesi elbette nuranîden ve vücut vermesi herhalde mevcuttan ve ihsan ise gınadan ve sehavet ise servetten ve talim ilimden gelmesi bedihi olduğu gibi hüsün vermek dahi hasenden ve güzelleştirmek güzelden ve cemal vermek cemilden olabilir, başka olmaz.”

“İşte bu hakikate binaen iman ederiz ki: bu kâinatta görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki, mütemadiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatiyle ayinedarlık dilleriyle o güzelin cemalini tavsif ve tarif eder.”(Bediüzzaman Said Nursi, Şualar)

Gayet âli bir fikir ile tasvir edilen bu hakikatler hüzün ve ıstırapla dolu kalp ve vicdanları huzur ve saadete kavuşturur. Evet, ruhî ve kalbî hastalıkları hidayet nurlarıyla tedavi etmek ne mukaddes bir keyfiyettir!

Fikrin yaşayıp şuurun sönmediği müddetçe bu nurlar devam edecek ve insanlığın necat ve halâsına vesile olacaktır.

Hülâsa, Bediüzzaman Hazretleri hem telif ettiği eserleriyle küfür ve şirki, dalâlet ve sefahati mağlup etmiş, hem de şer kuvvetlerin bütün desiselerine, planlarına ve tazyikatına karşı bir hukuk savaşı vermiş ve sonunda muzaffer olmuştur.

Kuvvet hakta olduğu ve hak kuvvette olmadığı sırrı ile dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-i Kur’aniyeye feda olan bu baş zındıkaya eğilmeyecektir.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat)

diyerek sebat ve azmini göstermiştir.

İmanından coşan engin bir şefkat ve hamiyetle imansızlık cereyanına karşı mücadele etmiştir. Bunu bizzat kendi ifadelerinden dinleyelim:

Bir tek gayem vardır: O da mezara yaklaştığım bu zamanda İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının iseslerini işitiyoruz! Bu ses âlem-i İslâm’ın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşaallah Allah huzuruna girmek istiyorum, bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da korkarım ki bolşevikler olsun.”(Bediüzzaman Said Nursi, Şualar)

Ona bu mukaddes davasında yardım etmek ve ıstırabını paylaşmak erbab-ı şuur ve hamiyetperverler için dinî, millî, vatanî, vicdanî bir vazifedir. Onun bu iman davasına bigâne kalmak ise büyük bir gaflettir. Zira küfür insanın saadetini, meziyetlerini tahrip eden en büyük felâkettir. Evet insanın aklına, ruhuna, kalbine ıstırap verip onu azap içerisinde bırakan en müthiş cinayet küfürdür. Onda hiçbir zevk, huzur ve saadet aranılmaz.Küfür ve dalâlet insanı hakikî manada insan yapan iman, muhabbet, merhamet gibi yüksek hasletlerin kapılarını kapamakla mahiyet-i insaniyeyi hayvandan aşağı düşürür. İşte küfrün bu dehşetindendir ki Bediüzzaman Hazretleri: “Ben bütün mevcudiyetimle küfürle mücadele ederek gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum.” der.

Küfür ve dalâletin bu millet ve memleketi istilâ tehlikesi onun vicdanını rahatsız eder ve hamiyetini feverana getirir. Bunu kendisi şöyle dile getirmektedir:

Bana ıztırap veren, yanlız İslâm’ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi, onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içerden geliyor. Kurt gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz… Çünkü düşmanı sezemez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir.”

“İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeğe bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!”

Dünya büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sari illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş kokmuş batıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içerisinde görüyorum. İman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.” (Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyat)

Bediüzzaman Hazretleri mukaddes davası uğruna bıkmadan usanmadan bitmez tükenmez bir şevk ile çalıştı. Talebelerini Kur’an’ın ziyası altında toplamağa ve kalplerini iman şuuru içerisinde birleştirmeye muvaffak oldu. Talebelerinin kalplerine tahkiki imanı yerleştirdi ve onları kin, intikam gibi menfî hislerden uzak tutarak şefkat, muhabbet, uhuvvet gibi yüksek hasletlerle tezyin etti.

İlim, irfan ve insanlık semasında tulü eden bu güneş, küfür ve dalâletin buzlarını eritti. Hidayet şafağının parıltıları gönülleri aydınlatmaya başladı. Fani ve muzlim olan hayatın, baki ve nuranî bir sabahı olduğunu müjdeledi. Artık zulümat yerini nura, dalâlet yerini hidayete terk etti. Kalplerdeki kin ve öfke ise şefkat ve merhamete, uhuvvet ve adalete inkılâp etti. Menfî hisler yerini ulvî duygulara bıraktı. İnsanlık, hayatın neşe ve zevkini gerçek manâda hissetmeye başladı.

Bu kahraman milletin evlâtları Kur’an’ın bu ziyadar hakikatlerini vicdanlarının ezelî ve ebedî bir maşukası gibi istikbal edip kucakladılar. Bu uğurda candan, canandan ve cihandan geçtiler. Her fedakârlığa katlanarak,ona sarsılmaz bir sabır ve metanetle bağlandılar. Bu hususta önlerine çıkan bütün mânileri aştılar. Yazılan risaleleri derin bir şevk ve neşe ile okuyup okuttular. Onun yüksek hakikatleriyle nefislerini terbiye ettiler. Böylece ruhlarına cevvaliyet kazandırdılar. İman ve irfanın zevkini tattılar ve bu hakikatlerin neşri için memleketin her köşe ve bucağında Nur medreseleri tesis ettiler.

O medreseler ki, bir ciheti aklî ilimleri ders veren bir mektep, bir menzili dinî ilimleri tedris eden bir medrese, bir hücresi de kalp ve gönülleri tenvir ve irşad eden bir zaviye hükmündedir.

İşte Üstad Bediüzzaman Hazretleri ulvî ve kudsî davasını deruhte edecek ve bu uğurda, azami sadakat, azami ihlâs ve azami fedakarlıkla çalışacak bir kadroyu bu medreselerde yetiştirdi. Onları ilim, irfan ve hikmetle teçhiz etti. Bu mücahidler inşaallah ta kıyamete kadar iman ve Kur’an hakikatlerini yaşayacak ve yaşatacaklar, hak ve hakikati bütün insanlık âlemine tebliğ edeceklerdir. Karşılarında hiçbir bâtıl fikir ve hiçbir beşeri kuvvet duramayacaktır.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 Celaleddini Suyuti, age., Sh,282, Hadis No:1845.