Bediüzzaman Hazretlerinin Tefekkür Sistemi

            Evet, Hazreti Bediüzzamanı’ın tefekkür sistemi değişiktir, ayrıdır. Müçtehidler, kutuplar ve allȃmelerin her birisinin de tefekkür sistemleri meşreplerine göre değişik ve ayrıdır. Kimisi; tefekkürü kalp ve enfüsi dairesinde; kimisi rabita-i mevt ve mürakabede görmüş ve yapmışlardır. Her ne kadar bizim mesleğimizde, Ehli Sünnet vel-cemaati tenkit yok. Bu yazıyı onları tenkit etmek için değil, yalnız Üstad’in tefekkür sistemini ortaya sermek için yazıyoruz.

          Bediüzzaman Hazretlerinin tefekkürü,  hem çok başka, hem de çok ileri ve küllidir. Belki denilebilir ki; Asr-ı Saadet’ten bu yana yetişen allȃmeler, müctehidler, kutuplar ve imamlar arasında Bediüzzamanın tefekkür sistemi en külli en farikalı ve en ileri safhadadır.

          Bundandır ki menzilinin önündeki çınar ağacının başında ki köşkünde olduğu gibi, çam dağının zirvesindeki katran ağacının tepesinde yaptırdığı ve “Bunu yıldız sarayına değişmem” dediği köşkünde ve bunlar gibi yüksek tepeler ve ağaçların başlarında hep ȃlemin ȃfakını dikkatle seyreder, kȃinatın sahifelerini derinden derine mütalaa eder, tefekkür içine dalar, hikmet ayetlerini okurlardı. Üstad çam dağında katran ağacının üstede evrad ve risale-i nurları düşünürken, Barla’da birinin ineği hastalanmış da  Üstad ineğe dua edip okuması için Üstada bir tencere yuğurt getirmiş; agacın dibinden bağırarak derdini üstada anlatırke sana bu yoğurdu hediye getirdim diyerek gitmiş. İki gün sonra tenceresini almaya geldiğinde ne görsün ki yoğurdu bıraktığı yerde duruyor. Üstada niye okumadın diyerek fırça çekmek istemiş üstad: Ben hayvanların değil insanların derdindeyim diyerek cevabını vermiş.

            Evet. Risale-i Nurların imanȋ ve tevhidȋ umum  risaleleri Hazret-i Üstad’ın bu nevi tefekkürlerin silsilesini teşkil eder mahiyette dir. O hazretin tefekkür mesleğinde nasıl bir derece ve merhalede olduğunu anlamak ve bilmek isteyenler, onun Nur risalelerine baksınlar yeter. Bu mevzuda fazla beyan abes olur. Bakın şu fıkraya:

            “Bir vakit esaretimde dağ başında azametli çam ve katran ve ardıç ağaçlarının heybet-nüma suretlerini, hayret-feza vaziyetlerini temaşa ederken pek latif  bir rüzgar esti. O vaziyeti, pek muhteşem ve şirin velvele-ȃlud bir zelzele-i raks-nüma, bir tesbihat-ı cezbe-eda suretinde çevirildiğinden; eğlence temaşası, nazar-ı ibrete ve sem-i hikmete döndü.” 17.Söz: 222

            Hazret-i Üstadın menzili önündeki muhteşem ve muazzam olan çınar ağacından bir münasebetle, bir eserinde; Cenab-ı Hakkın ehadiyeti zatiyyesi sırrıyla bütün kȃinata tasarrufunu o ağacın hayatiyet, şekil ve vaziyetinden misal verir ve ispat ederek şöyle bahseder:

            Kainat bir şecere hükmünde olduğu için, her bir şecere kȃinatın hakaikına misal olabilir. İşte bizde şu odamızın önündeki muhteşem ve muazzam çınar ağacını kȃinata bir misal-i musağğar hükmünde tutup, Kainatta cilve-i Ehadiyeti onun ile göstereceğiz…

            Evet. Mezkur çınar ağacı lisanıyla Cenab-ı Hakk’ın Ehadidiyet cilvesini ve tek başıyla kȃinatı zerreden güneşlere kadar nasıl idare ettiğini ispat ederek tahkik eder. Öğrenmek isteyen Risaleye müracaat edebilir.

            İşte bütün bu inzivalar, tefekkürler, münacȃt ve tazarru’lar neticesinde kapısını ona açan dergȃhı rahmet-i İlahi, artık kim bilir nasıl ve ne derece ve külli feyz ve nurlar, bereket ve rahmetler Allah ona bahşetmiş, ihsan etmiş!.. Onları ancak Allah bilir.

            İşte Üstadımıza kara dutu ona ağacın altında ders yapmış, bu yeşillikleri temaşa etmiş diye insan kendi kendine ders, ama onun ki nasıl bir nazar, nasıl bir tefekkür!!! Cennet Bahçesinde ağabey ve kardeşlerin kolay yürüyebilmemiz için yere düşenmiş oldukları parke taşlarından seke seke yürüyüşümüze devam ediyorduk. Nebatatın pek çok nevini görmek mümkün, bu nurlu mekȃnda. Üstadımızın Nurlu izahları ile bildiğimiz ve tefekkürde her biri merhale olan sarı çiçeklerin pek çok renkleri ile insana ders veriyor. Kardeşler! bilmeliyiz ki: Fen hakim olduğu bir devirde, ispat konuşur. Nakiller, o dedi bu dedi ifadelerin bu gün pek kıymeti kalmamıştır. O gibi ifadeler 1-2 asır önce geçerli olurdu ama bu gün yok. Bakın Üstad nasıl deliller ortaya sunuyor:

            Gel, Allahın bu müteharrik antika san’atlarına bak! (Haşiye:1) Herbirisi öyle bir tarzda yapılmış ki; ȃdeta bu koca sarayın bir küçük nushasıdır. bütün bu sarayda ne varsa, o küçük mütyeharrik makinelerde buluniyor. Hiç mümkünmidir ki, bu sarayın ustasından başka birisi  gelip, bu acip sarayı küçük makinede dercetsin? Hem hiç mümkün müdür ki bu kutu kadar bir makine bütün bir ȃlemi içine aldığı halde, tesadüf veyahut abes bir şey içinde bulunsun? Demek bu güzün gördüğün ne kadar antika makineler var, o gizli zatın (görünmeyen Allahın) birer sikkesi hükmündedir. Belki birer dellȃl birer ilan name hükmündedirler. Lisan-ı halleriyle: Bize derler: Biz öyle bir zȃtın san’atıyız ki: Butün bu ȃlemimizi bize yaptığı ve suhuletle icad ettiği gibi kolaylıkla her şeyi O yapabilir bir zattır. Sözler. 281

            Gel bu geniş ovaya çıkacağız(Haşiye:2) İşte o ova içinde yüksek bir dağ var, üstüne çıkacağız, ta bütün etrafı görelim. hem her şeyi yakınlaştıracak güzel dürbünleri de beraber alacağız. Çünkü bu acib memlekette acip işler oluyor. Her saatte hiç aklımıza gelmeyen işler oluyor. İşte bak! Bu dağlar ve ovalar ve şehirler birden değişiyor. Öyle bir tarzda ki: Milyonlarla işler birbiri içinde işler muntazam surette değişiyor. Adeta mütenevvi kumaşlar  birbiri içinde beraber dokunuyor. Muntazam yerlerine ve mahiyetçe onlara benzer, fakat suretçe ayri, başkaları geldiler. Adeta şu ova dağlar birer sahife; Yüzbinlerce ayri ayrı kitaplar içinde yazılıyor. Hem hatasız noksansız olarak yazılıyor. İşte bu işler, yüz derece muhaldır ki kendi kendine olsun. Evet  nihayet derecede san’atlı, dikkatlı şu işler, olmak muhaldır ki: Kendilerinden ziyade sanatkarlarını  göstermesinleri.

            Ağabeyin biri bize: Üstadi ziyaret etmeye gittik ne görelimki:

Tahtadan küprü, mermer havuz, dut ağacı, yeşillikler, parke taşları ve istirahat için yerleştirilen oturaklar,  sıra ile geziyoruz. Müsaade eden Sıddık Süleyman Ağabeyin oğlu Yusuf’dan ve Üstadın yardımından. Allah razı olsun. Üstadımızın: “Hem insan nasıl ki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasıl ki küçük bahçesini sever. Öyle de hadsız ebedi cenneti de müştakane sever. Lemȃlar s:7.”   

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır     

(Haşiye:1)Hayvanlara ve insanlara işarettir. Zira hayvan, şu ȃlemin  küçük bir fihristesi ve mahiyeti insaniye, şu kȃinatın bir misal-i musaggarı olduğundan; ȃlemde ne varsa insanda numunesi vardır.

(Haşiye:2) Bahar ve yaz mevsiminde zemin yüzüne işarettir. Zira yüzbinler muhtelif taifeler, birbiri içinde beraber icad edilir,ruyi zeminde yazılır. Galatsız kusursuz kemal-i intizamla degiştirilir. Binler sofra-i Rahman açılır. Kaldırılır,taze taze gelir. Herbir ağaç birer tablacı, herbir bostan birer kazan hükmüne keçer.  

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: