Bediüzzaman, İslam ve Demokrasi

Risale-i Nur cemaatleri içinde, siyasî hassasiyetleri dinî hassasiyetlerine galebe eden bazı arkadaşlarımız tarafından zaman zaman ortaya atılan bir iddia var: Bediüzzaman’ın “demokrasi taraftarlığı.”

Bu iddianın temelinde ise, Bediüzzaman’ın kendi beyanları değil, bazı kavramların birbirine karıştırılması ve bu şekilde karışmış zihinlerle Bediüzzaman’ın yazdıklarını yorumlama teşebbüsü yatmaktadır.

Gerçi demokrasi hakkında, hele türleri de ayrı ayrı söz konusu olduğunda, pek çok şey söylenebilir. Fakat bütün demokrasi türleri için söylenebilecek son derece net ve kesin birşey vardır ki, o da, halk iradesini en yüksek yetki mercii olarak kabul ettiğidir. Herhalde buna, demokrasiyi savunan arkadaşlarımızın hiçbir itirazları olmayacaktır. Eğer olursa, o zaman demokrasi adı altında başka birşeyden söz ediyorlar demektir.

Ancak, hiyerarşinin en üstünde yine İlâhî iradeyi kabul ettikten sonra, kulların iradesine bırakılmış olan hususlarda demokrasiden söz ediliyorsa, bu bahsimizden hariçtir. Eğer demokrasi ile kastedilen şey, ülkeyi yönetecek olan kimselerin belirlenmesi ile ilgili mekanizmadan ibaret ise, bu da yine bahis haricidir. Bizim problem olarak sözünü ettiğimiz husus şundan ibarettir:

Hiyerarşinin en üst noktasına beşer iradesini koyan bir rejim ne kadar İslâmî olabilir?

İşte Allah’ın apaçık âyetleri:

“Onlar ‘Emir ve idarede bizim de bir payımız olacak mı?’ diyorlar. Sen de ki: Emir ve idare bütünüyle Allah’ındır.” (Âl-i İmrân, 3:154.)

“Allah ve Resulü bir işte hüküm verdiği zaman, ne bir mü’min erkeğin, ne de bir mü’min kadının, o işte başka bir seçeneği olmaz. Allah’a ve Resulüne isyan eden ise apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” (Ahzâb, 36:33.)

“Şunu da bilin ki, aranızda Allah’ın Resulü vardır. Eğer işlerin birçoğunda o size uysaydı sıkıntıya düşerdiniz.” (Hucurât, 49:7.)

Emir ve idarede son söz kesin olarak Allah’ın hükümlerine bağlanmış olmakla birlikte, yönetimde kulların iradesine bırakılmış bir alan da vardır; üstelik bu oldukça geniş bir alandır. Fakat burada kaçırılmaması gereken nokta, bu alanın sınırlarını kim tarafından belirlendiği hususudur.

Bu arada, istişareyi emreden âyetler de vardır. Nitekim demokrasiyi savunan arkadaşlarımız da görüşlerini bu âyetlere dayandırıyorlar. Fakat Kur’ân’ı bütün olarak ele aldığımızda, istişareyi emreden ve mü’minlerin özelliği olarak sayan âyetleri, yukarıda saydığımız âyetlerin sınırlamış olduğunu görürüz. Bir Müslümanın dünyasında, hiyerarşinin en üzerinde Allah ve Resulünün buyrukları vardır; istişare bunların gölgesinde yapılır. Yani, kulların iradesi, Allah ve Resulünün iradesine “arz” edilir, “Uygundur” cevabını alan, uygulanır.

Demokraside ise durum bunun tersidir. İdeal mânâda işleyen bir demokraside belki Kur’ân’ın hükümlerini de rahatlıkla gündeme getirerek tatbikini isteyebilirsiniz. Fakat bu hükümlerin beşer iradesi tarafından onaylanması şartı vardır. İşte bu, bir Müslümanın itikadına ters düşen şey de budur; kim ne kadar uğraşırsa uğraşsın, böyle bir uygulamaya İslâm kılıfı geçiremez.

Ancak burada ayırt edilmesi gereken bir nokta, böyle bir tatbikat içinde bulunan, yani Allah’ın indirdiği ile değil de beşer iradesiyle hükmeden kimselerin durumudur ki, Üstad Hazretlerinin Münazarat’taki açıklamalarından da hatırlanacağı gibi, bunda iki şık vardır:

– Kişi, tasdik etmediği için mi Allah’ın indirdiğiyle hükmetmiyor?

– Yoksa Allah’ın indirdiğini kesin bir şekilde tasdik ettiği halde mi onunla hükmetmiyor?

Bunlardan birincisi için verilecek hüküm “kâfir” iken, ikincisi sadece “fâsık” durumunda kalır. (Bir üçüncü durum ise, kendi tercihinin sonucu olmaksızın, Allah’ın indirdiği hükme aykırı olan hükümleri uygulamak zorunda bulunanların vaziyetidir ki, kalben razı olmamak şartıyla, bunlar ne kâfir ne de fâsık durumuna düşmezler.)

İşte, Eskişehir Müdafaasında muhteşem bir formül halindeki ifadesinde, Üstad Hazretleri, yönetimdekilere ikinci yolu gösteriyor:

“Ben hükûmet-i Cumhuriyeyi, ilcaat-ı zamana göre bir kısım kanun-u medeniyeyi kabul etmiş ve vatan ve millete zarar veren dinsizlik cereyanlarına meydan vermeyen bir hükûmet-i İslâmiye biliyorum.”

Yani, İslâmın kanunlarını beğenmemek sebebiyle olmasın da, hiç değilse “ilcaat-ı zaman” gibi bir mazeretle, muvakkaten ecnebî kanunlarını kabul etmiş olun; böylece fâsık olarak kalır, küfre düşmekten kurtulabilirsiniz demektir. Onun için, Bediüzzaman, hayatının hangi döneminde olursa olsun, bu devleti ve hükûmeti “İslâm” sıfatıyla zikretmiştir.

Meşrutiyetten ve hürriyetten bahsederken Üstad Hazretlerinin “meşrûa, şer’iye, âdâb-ı şeriatla müzeyyen” gibi sıfatları zikretmeyi ihmal etmemesi de gösteriyor ki, hangi devirde ve hangi şartlar altında olursa olsun, onun tasvip veya müdafaa ettiği şey, ancak İslâm şeriatının dairesi içindedir. Bunun yanı sıra, Üstadın “demokrasi” kelimesini hiçbir zaman kullanmamış olmasına da dikkat etmek gerekir. Oysa Üstadın hayatında bu söz etrafta sıklıkla dolaşıyor ve onun üzerinde nice tartışmalar cereyan ediyordu. Eğer Üstadımız bazı arkadaşlarımızın anlattığı gibi demokrasiye gerçekten gönül vermiş olsaydı, onca seneler boyunca gönül verdiği şeyin adını birkaç mektubunda olsun zikretmez miydi?

Bu konuda gerçekten incelenmeye değer birşey varsa, o da, var olduğu iddia edilen Bediüzzaman-demokrasi ilişkisinin nerede ve nasıl ortaya çıktığıdır. Üstadın eserlerine ve hayatına baktığımızda, demokrasiden açıkça söz ettiğini görmüyoruz. Fakat bugünkü manzarada, “meşrutiyet, hürriyet, adalet” gibi bir dizi mefhumu “demokrasi” yerine kullanmış bir Üstad görüyoruz! Tekrar tekrar dönüp Üstadı inceliyoruz; onda bir değişiklik bulmuyoruz. Herhalde zaman içinde bizim bakışımıza birşeyler olmuş olmalı…

Bu arada şunu da belirtelim ki, Bediüzzaman-demokrasi ilişkisi, Risale-i Nur cemaatleri içinde yaygın olarak kabul gören bir mesele değildir. Cemaatlerimizden sadece bir tanesi içinde böyle bir telâkki her nasılsa vücuda gelmiş ve yerleşmiş bulunuyor. Problemi çözmenin ilk adımı, işte bu telâkkinin ortaya çıkış zaman ve şeklini masaya yatırmak olacaktır. Yoksa, Risalelerdeki “meşrutiyet” kelimelerini çizip üzerine “demokrasi” yazmaya devam etmek, Üstada iftiradan ve Risale-i Nur’da açıkça tahrifattan başka bir mânâ taşımaz.

Ayrıca, bu konudaki münakaşalar hiçbir zaman bir kazanç-kayıp meselesi olarak anlaşılmamalıdır. Bediüzzaman Hazretlerine ait bir meselede hak ortaya çıktığı ve bir yanlıştan dönüldüğü zaman, bütün Nur talebeleri bundan kazançlı çıkmış demektir.

***

(Not: Bu arada bir de hızını alamayıp Üstadı laiklik taraftarı olarak gösterenler çıkmaya başladı ki, artık böyle bir iddiayı ciddîye alıp tartışmak bile akla ziyan bir hal olarak görünüyor. Üstadın “aklını dağıtıp manevî bir divane olmak, fikrini dağıtıp manevî bir ecnebî olmak” sözleriyle tarif ettiği, herhalde böyle bir durum olsa gerek!)

***

Bu yazının ilk yayın tarihi: Şubat 2009

Ümit Şimşek

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: