Bediüzzaman, Risale-i Nur ve Kur’an Estetiği, Hüsün Kelimesinin mana arkeolojisi (2)

Bediüzzaman eşyadaki güzelliklerin Allah’ın isimlerine ait olduğu hakikatini de enine boyuna değerlendirir.

“Hakikat nokta-i nazarında, eşyadaki cemal ve kemal, esmâ-i İlâhiyeye aittir ve onların nukuş ve cilveleridir. Madem o esmâ bâkidirler ve cilveleri daimîdir; elbette nakışları teceddüt eder, tazelenir, güzelleşir. Ademe ve fenâya gitmiyor; belki, yalnız itibarî taayyünleri değişir. Ve medar-ı hüsün ve cemal ve mazhar-ı feyiz ve kemal olan hakikatleri ve mahiyetleri ve hüviyet-i misaliyeleri bâkidirler.”

Ruh sahibi olmayanların güzellikleri, cemal ve kemalleri tamamen esma-i İlahiyeye aittirler. Ağaçlar, çiçekler, meyveler, bitkiler bu sınıfa dâhildir.

”Zîruh olmayanlar, doğrudan doğruya onlardaki hüsün ve cemal, esmâ-i İlâhiyeye aittir; şeref onlaradır, medih onların hesabına geçer, güzellik onlarındır, muhabbet onlara gider; o aynaların değişmesiyle onlara bir zarar îras etmez. “
Ruh sahibi fakat akıl sahibi değilse onlardaki tecelliler, onlarda göründükten sonra kendi nesillerinin yeni temsilcilerine devredilirler, kendine layık bir saadete giderler.

”Eğer zîruh ise, zevi’l ukulden değilse, onların zeval ve firakı bir adem ve fenâ değil; belki vücud-u cismanîden ve vazife-i hayatın dağdağasından kurtulup, kazandıkları vazifenin semerelerini bâki olan ervahlarına devrederek, onların, o ervâh-ı bâkiyeleri dahi birer esmâ-i İlâhiyeye istinad ederek devam eder, belki kendine lâyık bir saadete gider.”

Eğer ruh sahibi ise o zaman daha farklıdır esmaların yansımaları. Onu ebedi saadete dünyadan daha güzel bir âleme, cennete taşır. Hakikatte onun için ölüm yoktur.

”Eğer o zîruhlar zevi’l ukulden ise, zaten saadet-i ebediyeye ve maddî ve mânevî kemâlâta medar olan âlem-i bekaya ve o Sâni-i Hakîmin dünyadan daha güzel, daha nuranî olan âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i ervah gibi diğer menzillerine, başka memleketlerine bir seyr ü seferdir; bir mevt ve adem ve zeval ve firak değil, belki kemâlâta kavuşmaktır.
Elhasıl: Madem Sâni-i Zülcelâl vardır ve bâkidir; ve sıfât ve esmâsı daimî ve sermedîdirler. Elbette o esmânın cilveleri ve nakışları, bir mânevî beka içinde teceddüt eder; tahrip ve fenâ, idam ve zeval değildirler” (Mektubat )

 İnsan hayatı güzellik ve hüsün  karşısındaki tutumuna göre şekillenir, ya gördüğü güzellikleri kaybetmenin hüznü ve ıztırabı ile hayatını kendine zehir eder, ya da o geçici  güzelliklerin arkasında sabit bir güzelliğin varlığını kabul eder, geçicilere değil, yansımaya değil, yansıtana ilgi duyar, ona ulaşmaya , ona kavuşmaya gayret eder. Ona ulaşmak için hayatını düzenler.

Burada Bediüzzaman iki tip üretmiş ve bunları birbiri ile kıyas ederek farklarını ortaya koymuştur.

Bu iki tip prototiptir, bütün insanları temsil ederler.

Birinci tip” nefsini unutup hayatın zevalini düşünmeyerek hususi kararsız dünyasını, aynı umumi dünya gibi sabit bilip kendini lâyemut farzederek dünyaya saplansa, şedit hissiyat ile ona sarılsa, onda boğulur gider. O muhabbet onun için hadsiz bela ve azaptır. Çünkü o muhabbetten yetimane bir şefkat, meyusane bir rikkat tevellüd eder. Bütün zihayatlara acır, hatta güzel ve zevale maruz bütün mahlûkata bir rikkat ve firkat hisseder, elinden bir şey gelmez, ye’s-i mutlak içinde elem çeker.

İkincisi; fakat gafletten kurtulan evvelki adam zihayatların mevt ve zevalinde bir Zat-ı Baki’nin baki esmasının daimi cilvelerini temsil eden ayine-i ervahları baki görür, şefkati bir sürura inkılab eder.

 Hem zeval ve fenaya maruz bütün güzel mahlûkatın arkasında bir cemal-i münezzeh ve hüsn-i mukaddes ihsas eden bir nakş ve tahsin ve sanat ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i daimiyi görür. O zeval ve fenayı tezyid-i hüsün ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i sanat için bir tazelendirmek şeklinde  görüp, lezzetini ve şevkini  ve hayretini ziyadeleştirir. “(Mektubat 1) ikinci adam bir sanatcı gibi  her şeye bakar.  Ölümün arkasında Allah’ın sürekli olan isimlerinin aynalarını görür. Üzüntüsü neşeye döner. Gelip geçici yaratılan şeylerin arkasında Allah’ın mahlukla kıyaslanamayan farklı güzelliğini görür.

 Bundan sonraki kelimeler özellikle sanat içeriklidir. Nakşı görmek, tahsin etmek yani beğenmek, sanattan anlamak, tezyinden süsten anlamak, güzelliklerin armağan olduğunu anlar, güzellikler ile varlığın aydınlatıldığını görür. O gelip geçiciliği güzelliğin çoğalması, çünkü her güzellik sabit olsaydı çoğalamazdı, ama geçicilik yeni güzelliklere yol açar ve çoğaltır. Galerilerde aynı şeyler değil sürekli değişen şeyler arzedilir ve çesitlilik sağlanır. Eskiyen şeyler terhis edilip yeni şeyler getirilerek lezzet yenilenir, ayrıca yeni şeyler teşhir edilerek sanat zenginliği sağlanır.

 Üç şeyi söyler

 lezzet ,

şevk ve

 hayret .

Biri maddi şeyler diğeri faaliyetin şevk vermesi üçüncüsü en estetik olanı hayret etmek, değişen sanat tablolarından dolayı.

Çok güçlü bir sanat felsefesi insanlığa lazım dünyanın yeni bir sanat teorisine ihtiyacı var bunu Bediüzzaman yapmış, biri çıksa da bunu organize etse.

Batı romanı , tiyatrosu , resimi, bütün bunlardaki tipleri iki şekilde kategorize etmiş,

 birincisi tip

ikincisi ise karakter.

 Romantik ve gotik tiyatro, dram, trajedi hep birinci tip içinde yer alır,

 ikinci tip de ise büyük ideal adamları ve karakterler, böyle eserler var mı ?

Güzelliklerin yorumu kişi için zorunlu bir hayat safhasıdır.

”Nefis, mâdem dünyada hevâ ve hevesini Cenâb-ı Hak yolunda hüsn-ü istimâl etmiş, cihazâtını, duygularını hüsn-ü sûretle istihdam etmiş; Kerîm-i Mutlak, ona dünyadaki meşrû ve ubûdiyetkârâne muhabbetin neticesi olarak, Cennette, Cennetin yetmiş ayrı ayrı enva-ı zînet ve letâfetinin numûneleri olan yetmiş muhtelif hulleyi giydirip, nefisteki bütün hasseleri memnun edecek, okşayacak yetmiş envâ-ı hüsün ile vücudunu süslendirip, herbiri ruhlu küçük birer Cennet hükmünde olan hûrileri o dâr-ı bekàda vereceği, pekçok âyât ile tasrih ve ispat edilmiştir.” ,

Bediüzzaman dünyadaki güzellik anlayışı ve güzeli eleştirir, cennetteki güzelliği yüceltir.

Hurilerin insanın güzelliğe düşkün olan bütün özelliklerini tatmin edecek bir şekilde yaratıldığını söyler.

 Gerçek güzel özne dünyadaki gibi sadece bir görüntü değil, sürekliliktir.

Huriler güzelliğin ve cemalin kısımlarını gösterirler.“ Bu ölü, câmid ve çoğu kışır olan dünyada, hüsün ve cemâl, yalnız göze güzel görünüp, ülfete mâni olmazsa, yeter.

Hâlbuki güzel, hayattar, revnaktar, bütün kışırsız lüb ve kabuksuz iç olan Cennette, göz gibi bütün insanın duyguları, latîfeleri, cins-i latîf olan hûrilerden ve hûriler gibi ve daha güzel, dünyadan gelme, Cennetteki nisâ-i dünyeviyeden ayrı ayrı hisse-i zevklerini, çeşit çeşit lezzetlerini almak isterler.

 Demek, en yukarı hullenin güzelliğinden tut, tâ kemik içindeki iliklere kadar, birer hissin birer latîfenin medâr-ı zevki olduğunu hadîs işaret ediyor.

Evet, “Hûrilerin yetmiş hulleyi giymeleri ve bacaklarındaki kemiklerin ilikleri görünmesi”

tâbiriyle hadîs-i şerif işaret ediyor ki, insanın, ne kadar hüsünperver ve zevkperest ve zînete meftun ve cemâle müştak duyguları ve hasseleri ve kuvâları ve latîfeleri varsa, umumunu memnun edip doyuracak ve herbirisini ayrı ayrı okşayıp mes’ud edecek maddî ve mânevî her nevi zînet ve hüsn-ü cemâle, hûriler câmi’dirler.

 Demek, hûriler Cennetin aksâm-ı zînetinden yetmiş tarzını, birtek cinsten olmadığından birbirini setretmeyecek sûrette giydikleri gibi; kendi vücudlarından ve nefis ve cisimlerinden, belki yetmiş mertebeden ziyâde ayrı ayrı hüsün ve cemâlin aksâmını gösteriyorlar”(Sözler)

 Estetik güzeli anlatırken güzel karşısında duyulan estetik hazzın ötesine gidemez. Bediüzzaman ise hüsn-i istimal diye bir yorum yapar, yani insanın arzularını yerinde, güzel surette kullanması ile ahirette daha güzel sonuçlar alacağını belirtir. Sevgisini meşru ve kulca kullanan bir kişiye mükâfat olarak hurileri verecektir. Huriler ise yetmiş değişik görüntü ve süs ile görünecek ve görüntülerini cennetin görüntüleri de tamamlayacaktır.

O hurilerin her biri ruhlu bir küçük cennet olacaktır.

 Bunu “ yetmiş enva-ı hüsün” kelimesi ile ifade eder. Estetikteki gibi güzelliği bir görüntü değil daha ötesine taşır. Kişi dünyada meşru muhabbet gösterir, güzelliklerle onun kaynağı olan Allah arasında bağlantı kurar ve ne güzel yapılmıştır derse, güzellik hissi hüsünperestliği daha da artacak ve o artışa uygun güzellikler ona cennette sunulacaktır.” hüsünperest, cemâlperest zevkinin nazarını, daha yüksek, daha mukaddes ve binler defa daha güzel cemâl mertebelerinin defînelerine yol açar, baktırır”(Sözler)

Demek yerinde kullanılmayan muhabbetler insanı güzelliklere değil çirkinliklere muhatap edecektir, çirkinliklerin yeri de cehennemdir.

İnsana verilen göz bütün güzelliklerin nevilerini hissedecek bir derinliktedir, ve ruhun âlemi seyreden penceresidir.

 Ama o pencereden seyrettiği şeylere karşı takındığı tavırlarla yeni bir mahiyet kazanacaktır. Eğer insan Allah’ın kâinata ve olaylara, nesnelere yansıyan güzelliklerine, yapısında olan güzelliğe karşı ilgiden dolayı iyi yaklaşırsa daha harika güzelliklerin meskeni olan cenneti elde edecektir.

 Güzellik sadece estetik tavır alınan bir şey olmaktan çıkıyor, daha güzeli talep eden bir mahiyet kazanıyor.

 Bu batılı estetik filozoflarının varamadığı bir büyük yüksekliktir.

“Her isminde pekçok envar-ı hüsün ve cemâl bulunan ve Cennet, bütün güzellikleriyle ve ni’metleriyle Onun cemâl-i rahmetini ve rahmet-i cemâlini gösteren ve sevimli ve sevilen bütün kâinattaki bütün hüsün ve cemâl ve mehâsin ve kemâlât, Onun cemâline ve kemâline işaret eden ve delâlet eden ve emâre olan bir Zâtı mahbub ve ma’bud ittihaz et!”

 Bediüzzaman bu yüzden güzelliğe karşı makul tavır almayı ve daha güzellerin iklimine gitmeyi insana salık verir.

 Bütün güzellikler hüsün, cemal, mehasin, kemalat onun güzelliklerinin emareleridir. Bu emarelerden kaynağa kişi tutumu ile yeni bir insan özelliği elde eder.

Bediüzzaman edebi türleri ve batı sanatını değerlendirirken ortaya çıkan tipin özelliklerini anlatır. Aşkı sadece cinsellik olarak kabul eden bu tip güzellik ve aşk noktasında hakiki aşkı bilmez.

“Hüsün ve aşk noktasında aşk-ı hakiki bilmez” der.

 O tip “Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlûfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred  tanımaz.”

Gözü ve dili yerinde kullanılmaz, dili yalancı gözü ise fasıktır, sahte güzelliklerden kendini alamaz. Cismani güzelliklerden anlar,ama güzelliklerin arkasındaki hakiki mücerred güzeli tanımaz. Çünkü yerinde kullanılmayan bir güzellik aleti menfi anlamda gelişir. Bir hüsün kelimesi ne kadar geniş boyutlu  anlatılmıştır.

32. sözde bir heykeltıraşın bir heykel biçimlendirirken onda tecelli eden isimlerden Bediüzzaman Allah’a göndermeler yaparak birbirini  yapılan işe göre takib eden isimleri sayar, fiilleri sayar. Bu adeta estetik bir heykeltıraş atölyesi dersidir. Bir heykelin hüsün ve süslemeye kabiliyeti anlatırken ustanın veya Allah’ın güzellik irade etmesini, güzelleştirmeyi düşünüp uygulamasını söyler.

 Daha sonra yine aynı heykel üzerinde güzelleştirme isteği ve ondan doğan aşkı anlatır, birbiriyle bağlantılı hale getirir.Heykele konan güzellikler manevi bir güzelliğin yansımalarıdır. “Hem hüsündür, hem aşktırlar. Hüsün ve aşkın ittihadı bu noktadandır. Cemâl, mâdem kendini sever; kendini aynalarda görmek ister. İşte heykele konulan ve sûrete takılan sevimli ni’metler, güzel meyveler, o cemâl-i mânevînin-kendi kabiliyetlerine göre-birer lem’asını taşıyorlar. O lem’aları hem cemâl sahibine, hem başkasına gösteriyorlar.”(Sözler)

Bediüzzaman yorumculuğu siyaset ve etnik konuların baskısı altında Bediüzzaman’ın çok yönlü derinliğini gölgeliyor, metinlerinin çok belli bir yüzdesi yorumlanıyor, özellikle siyaset ve daha başka güncel konular cazibesi dolayısıyla Bediüzzaman’ı hem gölgeliyor hem de karalıyor.

   ‘’ O münezzeh hüsün, o mukaddes cemâlin cilvesinden, esmâlarda, belki her isimde çok gizli defîneler bulunduğunu işaret eder. İşte şu derece âlî, nazîrsiz gizli bir cemâl ise, kendi mehâsinini bir mir’atta görmek ve hüsnünün derecâtını ve cemâlinin mikyaslarını zîşuur ve müştak bir aynada müşâhede etmek istediği gibi, başkalarının nazarıyla yine sevgili cemâline bakmak için, görünmek de ister.

 Demek, iki vecihle kendi cemâline bakmak-biri, her biri başka başka renkte olan aynalarda bizzat müşâhede etmek; diğeri, müştak olan seyirci ve mütehayyir olan istihsancıların müşâhedesi ile müşâhede etmek-ister.

 Demek, hüsün ve cemâl, görmek ve görünmek ister. Görmek, görünmek ise, müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücudunu ister. Hüsün ve cemâl ebedî, sermedî olduğundan, müştakların devam-ı vücudlarını ister. Çünkü, dâimî bir cemâl ise, zâil bir müştâka râzı olamaz. Zîrâ, dönmemek üzere zevâle mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla muhabbeti adâvete döner. Hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder.

Çünkü, hodgâm insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de zıddır. Halbuki, nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemâle karşı zımnen bir adâvet ve kin ve inkâr ile mukabele eder. İşte, kâfir, Allah’ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor.

 Mâdem, o nihayetsiz sehâvet-i cûd, o misilsiz cemâl-i hüsün, o kusursuz kemâlât; ebedî müteşekkirleri, müştakları, müstahsinleri iktizâ ederler. Hâlbuki şu misafirhâne-i dünyada görüyoruz; herkes çabuk gidip, kayboluyor. O sehâvetin ihsanını ancak az bir parça tadar, iştihâsı açılır; fakat, yemez gider. O cemâl, o kemâlin dahi ancak biraz ışığına, belki bir zayıf gölgesine bir anda bakıp, doymadan gider. Demek, bir seyrangâh-ı dâimîye gidiliyor. ‘’ Bediüzzaman bu paragrafta hüsün kelimesi ile ilgili en geniş izahını yapar, esmayı çok yönlü tahlil eder.

Güzellik ve cemal ve  hüsün görmek ve görünmek ister, şeklinde ifade edilen büyük kaideden hareketle alemin yaratılışını, yaratılan alemin güzelliklerinin bir seyirci gerektirdiğini, bu seyircilerin seyircilik görevini hakkıyla yerine getirenlerin daha büyük güzellikleri görmek hakkını onlara kazanacağını, ebediyetin zorunluluğunu etraflıca izah eder. Hareket noktası yine hüsündür.

 Bu satırlar bütün sanat felsefesinin temel kuralını izah eder.

Sanatçı da kendindeki güzelliği ortaya koymak için  çaba harcar, eserlerini yaptıktan  sonra onları kamuya sanat severlere arz eder. Bediüzzaman bu sanat severlere istihsan edenler, tahsin edenler, Allah ise muhsinler der.

Ama Allah’ın deyişinin aksamı farklıdır.

Sanat bütün bu ilahi bağlantıları kopararak sadece insanı kendi yaptığı birkaç ruhsuz şeyle yalnız bırakır. İnsan ebedi bağlantılar ihtiva eden bir sanat anlayışını görmeyip kendini dar bir yere hapsederek zulm eder.

 Batı sanatı büyük oranda nihilizm ve ateizmin yalakalığını yapar.

Bediüzzaman’ın hüsün kelimesini bir de Mucizat-ı Kur’an’iye risalesinde tarif ederek anlatır. Hüsün bir güzelliği meydana getiren cüzler arasındaki tenasübden , yani benzeşmeden, uyumdan hasıl olur.

 Bu güzelliğin  asgari düzeyde  tarifidir. Ama Bediüzzaman bunu Kur’an ayetleri arasındaki  tenasübden doğan hüsün şeklinde ifade eder.

 Bu ancak onun fark edeceği bir büyük azametli, derin Kur’an’ın estetik düzenine ait bir hakikattir, biz onun her söylediğini anlayacak düzeyde değiliz. Yani Kur’an ayetleri arasında da bir nesnenin şubeleri parçaları arasında insanın ilk bakışta hissedeceği bir güzellik vardır, ama o büyük güzellik ve tenasübü görecek ilim , hayal kudreti kimde varsa o anlasın. “İnnallahe yemuru bi’l-adli vel ihsani ve itai zil kurba ve yenha anil fahşai vel münkeri vel bağy “

ifade ettiği hakikat-i câmia gibi bütün uhrevî ve dünyevî, ilmî ve amelî erkân-ı sitte-i imâniyenin herbirisini tafsîlen, erkân-ı hamse-i İslâmiyenin herbirisini kasden ve cidden ve saadet-i dâreyni temin eden bütün düsturları görür, gösterir.

Muvâzenesini muhâfaza edip, tenâsübünü idâme edip, o hakàikın heyet-i mecmûasının tenâsübünden hâsıl olan hüsün ve cemâlin menbaından, Kur’ân’ın bir i’câz-ı mânevîsi neş’et eder. “ (Sözler)

 Bu ayetten önceki beş ayetle birlikte varılmış bir hükümdür biz sadece sonuncusunu aldık.

Bediüzzaman peygamberimizi anlatırken âlemdeki hakikatlerle peygamberimizin anlattığı hakikatler arasındaki uygunluğu ve güzelliği nazara verir.

Bu da çok ince bir uhrevi estetik izahıdır. Yani mutlak kemal olan Allah’ın vahdaniyeti ve mutlak hayır olan ebedi saadet, âlemdeki bütün hakikatlere uygun ve onlarla birlikte güzeldir.

 “Hem beyan ettiği kemâl-i mutlak olan vahdâniyet-i İlâhiye ve hayr-ı mutlak olan saadet-i ebediye, bütün hakaik-i âlemin hüsün ve kemâline muvafık ve mutabık olduğundan, o, dâvâsında elbette sâdıktır”

Sıdkı bir başka şekilde dünyevi güzelliklerle tarif ediyor. Allah’ın vahdaniyeti ve ebedi saadet arasındaki uyumdan doğan bir sıdk!

 Sıdk iki hakikat arasında veya fiil ile söz arasındaki uyum ise peygamberimizin anlattıkları ile de dünyevi hakikatler arasındaki uyumdan doğan bir sıdk.

Bir kelimeye ne kadar azametli bir kullanım alanı getirmiş.

Üçüncü Lem’a hüsün ve güzelliklere müptela olan insan kalbinin Allah ile ondan yansımış güzellikler arasındaki zihni ve ruhu ve davranışsal çekişmeyi anlatır.

 Burada  iki insan tipi karşılaştırılarak güzellik ile güzelliklerin kaynağı olan Allah arasında şaşkın olan kalbin kavgası ona yardım için şerhedilir.

Bediüzzaman kalbin Allah’a dönük bir mücadele vermesi yolunda cümleler kullanır.

 “Madem o hadsiz mahbubat fanidirler, beni bırakıp gidiyorlar, onlar beni bırakmadan evvel ben onları Ya Baki Entel Baki demekle bırakıyorum. Yalnız Sen bakisin   ve senin ibkan ile  mevcudat beka bulabildiğini bilip itikad ederim . Öyle ise senin muhabbetinle onlar sevilir, yoksa alaka-yı kalbe layık değiller, demektir.

 İşte bu halette kalb hadsiz mahbubatından vazgeçiyor. Hüsün ve cemalleri üstünde fanilik damgasını görür alaka-i kalbi keser. Eğer kesmezse  mahbubları adedince  manevi cerihalar oluyor.

İkinci cümle olan  Ya Baki Entel Baki  o hadsiz cerihalara  hem merhem hem tiryak oluyor. Yani  Ya Baki  Madem Sen bakisin yeter, her şeye bedelsin. Madem Sen varsın her şey var, Evet mevcudatta  sebeb-i muhabbet olan  hüsün ve ihsan  ve kemal umumiyetle  Baki-i Hakikinin  hüsün ve ihsan ve kemalatının işaratı  ve çok perdelerden geçmiş zaif gölgeleridir, belki  cilve-i Esma-i Hüsna’nın  gölgelerinin gölgeleridir. “(3 Lem’a )

İnsan dünyada perdelerden geçmiş zaif gölgeler peşinde hayatını heba eder. Çok az insan gölgelerden  kendini kurtarabilir.

Geldik meselenin odak noktasına, bütün bu güzelliklerin ve hüsünlerin varlığı ve kainatın böyle hüsne ve güzelliğe göre tefriş edilmesinin  ötesinde önemli olan insanın bunları görmesidir. Çünkü güzellikleri gören ve değerlendiren sadece insandır, bu güzellikler insanlar için üretilmiştir.

Bediüzzaman görmeyenleri eleştirir.

 “Nasıl ki yüzer hüner ve san’at ve kemâl ve cemâlleri bulunan bir zât, her bir hüner kendini teşhir etmek ve her bir güzel san’at kendini takdir ettirmek ve her bir kemâl kendini izhar etmek ve her bir cemal kendini göstermek istemesi kaidesince, o zât dahi bütün hünerlerini ve san’atlarını ve kemâlâtını ve gizli güzelliklerini târif edecek, teşhir edecek, gösterecek olan bir harika sarayı yapmış.

 Her kim o mucizeli sarayı temâşâ etse, birden ustasının ve sahibinin hünerlerine ve mehâsinine ve kemâlâtına intikal eder ve gözüyle görür gibi inanır, tasdik eder ve der ki: “Her cihetle güzel ve hünerli olmayan bir zât, böyle her cihetle güzel bir eserin masdarı, mûcidi ve taklitsiz muhterii olamaz. Belki onun mânevî hüsünleri ve kemâlleri bu sarayla tecessüm etmiş gibidir” hükmeder.
Aynen öyle de, bu kâinat denilen dünyadan, meşher-i acaip ve saray-ı muhteşemin hüsünlerini gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek ki, bu saray bir aynadır; başkasının cemâlini ve kemâlini göstermek için böyle süslenmiş. Evet, madem bu saray-ı âlemin başka emsâli yok ki güzellikleri ondan iktibas edip taklit edilsin. Elbette ve herhalde bunun ustası kendi zâtında ve esmâsında kendine lâyık güzellikleri var ki, kâinat ondan iktibas ediyor ve ona göre yapılmış ve onları ifade etmek için bir kitap gibi yazılmış”(şualar)

Göremeyenleri aklı çürük ve kalbi bozuk olarak niteler. Görmek ve temaşa etmek Bediüzzaman ve Kur’an estetiğinde önemli bir eylemdir.

O da yeri gelince anlatılacaktır. Çünkü Bediüzzaman harika iki göze ve temaşa eden basirete sahiptir, bütün eserleri temaşa ve görmek ve seyretmektir, ve onlarla  İlahi bir empati kurmaktır.

 Bir edebiyatcı olarak baksanız dünyanın büyük dahi edebiyatcılarını getirin bir kelimeye bukadar okyanus genişliğinde anlam verebilir mi?

Din adamları derseniz, onlar belli kurallara bağlı olduklarından onlar için böyle bir yorum da gecersizdir.

Kaldı filozoflar onların zaten kelime derinliği gibi bir sorunu yok.

O halde bu şahıs kimdir bu nevi şahsına münhasır bir adam Bediüzzaman. Onun hayal ve zihninin, kaleminin, gözleminin boyutlarını ortaya koyan çok içerikli bir bakış açısı.

Prof. Dr. Himmet Uç

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: