Bediüzzaman Said Nursi

Ne doğduğu yer, ne doğum tarihi, ne de ismi… Çünkü bir memlekette, bir günde doğan ve aynı ismi taşıyan birçok kimse bulunmaz mı? Bunlardan biri yükselir, diğerlerinden farkı olur.

Gün gelir bulutlarla sarmaş dolaş, gün gelir başı ak mı, ak!. Bu başa yıldırım iner; ak üstüne kara değil, kara üstüne ak düşer. Leke nedir? Bilmez. Ellerinde kova kova zift taşıyanlar bile, onun alnına leke süremez!.

O, bir milleti korumak için, yıldırımları üstüne çeker. İsmi, paratonere eş mânâ taşır. Onun ismiyle beraber birçok felâket ve eziyet hatırlanır. Onu tanıyan Demokles’in kılıcını da tanır.

Daima başının üstünde bir kılıç. Bu kılıç, onun boynunu kesmeye uzanırken; o bununla kaleminin ucunu açtı. Cilt cilt kitaplar yazdı. Çalışmak için, hizmet için yer, zaman ve imkân aramadı. Hapishaneler bile mektep oldu. Aynı kılıncın aksettirdiği ışıkla kitabını okurdu. İlme bu derece değer verirdi. Onu, ilimsizlikle suçladılar. Adalet bağlarında dolaşır, ağaçların gölgesinde yatar, meyvesinden yiyemezdi. Çünkü ellerinde kelepçe vardı.

Zincirleri parçalardı. Kaçmak için değil, elleri kalemsiz edemezdi. Kendisini vatana adamıştı. “Başka ülkelerde olsam buraya gelirim.” derdi. Bin senelik sancaktar bir kavme, tekrar sancağını takdim etmek istedi. Bu gayret içinde bir asırlık ömür bitti. Bir asır boyunca onu kazdılar. Nihayet bir define buldular. Bu define, gayesiz bir millete hedefti…

Vatan sathında bozkırlar büyüyordu. Bu boz renk, bir nevi felâketti. Ormanlar yanıyor, çayırlar kuruyor, sular kesiliyordu. Bozkırlar el ele vermişti, bozkırlar bereketi yele vermişti… Bu bozkırlarla mücadele ederdi. Boz rengi, yeşile boyardı. Yeşilde hayat, yeşilde saadet vardı. Lâkin yeşilin düşmanı çoktu: Kimi yer, kimi çiğnerdi. Mânen renk körü olanlar, yeşil nedir bilmezdi. Bunun için “yeşil” kelimesinin mânâsını anlamazlardı.

Sanki zincirlerle bağlanmışlardı. Ona bağlanan böyleydi işte… Karakoldan karakola, hapisten hapise ve beldeden beldeye gidiyorlardı. Ona göre vatanın her yeri, yine vatandı. Hapishanesini bile sevmişti… Mahpuslara “kardeşim” der, taş duvardan ebediyete yol bulur, ilmen gezerdi.

Çamura düşenlerin elinden tutar, sakatlara destek olurdu. Herkes kalb kırarken; o, kalbini saray etmiş, tahtına imânı oturtmuştu. Bizi yangından çıkardı: Gözümle gördüm: Bizi kurtarırken eli yanmıştı. Görmediği, ilişmediği suçlara sahip çıktı: Gururdan, menfaatten, şöhretten uzak kalmak için, şefkat tokatları yediğini açıkladı. “Daima müspet hareket”i tavsiye ederdi. Doğruyu, güzeli, ölçüyü, ahengi göstermek istiyordu. Başka şey yoktu, ne varsa İslâmî idi. Adını hedef ettiler. İslâmiyet’e atılacak gülleleri ona attılar. O, ne büyük bir şeye siper olduğunu bilir, yara aldıkça gülerdi.

Onun kanını görenler, yeşilleri unuttular. Kanın rengiyle yeşili karıştırdılar. O; “Akılları gözlerine inmiş.” diye onları tasvir etti. Onlar gerçeği göremediler. Hâlâ şimşek çakıyor, hâlâ yıldırım düşüyor o başa. Hâlâ kar yağıyor, hâlâ fırtına kopuyor, hâlâ rahmet yağıyor o başa. Hâlâ o başın gölgesinde başlar doğruluyor, hâlâ bir şeyler oluyor o başta. O baş, yepyeni bir dünya gösteriyor bize. O baş, bizi uykulardan uyandırıyor. O baş ezan okuyor minarelerde: Allahü ekber, Allahü ekber!.

Hekimoğlu İsmail

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: