Bediüzzaman Ve II.Abdülhamid Kitabını Takdim Ederken

Cumhuriyet döneminde, maneviyat erenleriyle alakalı iki cepheden hücumlar yapılmıştır:

Birinci cephe, Kemalist idarenin kasdi hücumlarıdır ki, hem Sultan Abdülhamid ve hem de Bediüzzaman, bu hücumların birinci derecede kurbanlarıdırlar. Her ikisini sevmek te neredeyse, devlet düşmanlığı ve vatan hainliği sayılacak kadar bu şahsiyetler kötülenmek istenmiştir.

İkinci cephe ise, meşrep ve meslek farklılıkları sebebiyle, maalesef bazı dindar çevrelerin, Bediüzzaman hakkında ileri sürdükleri bazı iftira ve iddialardır. Meseleyi anlamadan ve belgelere dayanmadan bu konuda ileri geri konuşanlar arasında, meşreb farklılığı sebebiyle dil uzatan Ahmed Şimşirgil gibilerin yanında, Bediüzzaman’ı tanımaktan uzak kalan İhsan Süreyya Sırma, Kadir Mısıroğlu ve benzeri şahıslar gibi, “Bediüzzaman II. Abdülhamid muarızı” diyecek kadar haddini aşanlar olmuştur.

Biz bu kitapta, evvela Sultan Abdülhamid ve Bediüzzaman münasebetlerini belgelerle açıklayacak; sonra da itirazlara teker teker cevap vereceğiz. Bu arada, Sultan Abdülhamid ile alakalı bazı soruların cevaplarını da bu kitapçığa ilave edecek ve onun zamanının nasıl bir hukuk devleti anlayışında ilerlediğini de ayrı bir başlık altında inceleyeceğiz.

İsmi yukarıda zikredilen bazı şahıslar, Bedîüzzaman ve Mehmed Âkif gibi İslâm âlimlerinin meşrû dairedeki hürriyet ve meşrûtiyeti istemeleri ile Abdülhamid düşmanlığını birbirine karıştırmışlardır. Elbette ki o dönemin çok mühim simaları, özellikle Hafiye Teşkilâtının son zamanlardaki baskı idâresini tenkid etmişler ve Abdülhamid’in kurduğu hükûmetlerin, bazan istibdâd denebilecek faaliyetlerini tenkid eylemişlerdir. Ancak Abdülhamid’in de devletin devamını sağlamak için yürüttüğü şahsî idâre sistemini, her yönüyle meclis-i şûrâ esaslarına uygundur demek mümkün değildir.

İşte bu kitapda Bediüzzaman-Abdülhamid münasebetlerini kısaca özetledik ve belgelerle iddiaları cevaplandırdık. Belgeler konuşunca elbetteki tabular da yıkılacaktır.

Abdülhamid devrine tam devr-i istibdâd adını verenler, sadece ve sadece onun muhâlifi olan ittihâdcılardır. Ancak Meclis’in kapatılması meselesinde olduğu gibi, Sultân Abdülhamid, tarihin kanunlarına uyarak, Osmanlı Devleti’ni yıkılmaktan ve parçalanmaktan kurtulmak için, Bediüzzaman’ın yerinde ifadesiyle, “mecburî, cüz’î ve yanlış olarak tamamen kendisine isnâd olunan hafif istibdâd”’a mecbur kalmıştır.

Bu meselede şu iki noktanın altını çizmek istiyoruz:

Evvela, Eğer Abdülhamid’in hükümetlerinin ve devlet ricalinin yaptığı bir istibdâd varsa, bunu, dünyadaki baskı idareleri ile ve özellikle de İttihâd ve Terakki Partisinin uyguladığı oligarşik istibdâd ile kıyaslamak mümkün değildir. Zira batıda istibdâd deyince, bir şahsın veya grubun yargı, yasama ve yürütme güçlerini kendinde toplaması manası anlaşılır. Halbuki II. Abdülhamid devrinde, yargı tamamen şer’î hükümler çerçevesinde ve kadılar veya hâkimler tarafından yürütülmüştür. En çok tenkit edilen Yıldız Mahkemesi meselesi, ayrıca izah olunacaktır. Yasama ise, 1876’da Kanun-ı Esâsí kabul edilmeden evvelki gibi, Tanzîmât devrinin temel özelliği olan Meclisler eliyle yürümüştür. Hatta bazı hukukçular, tamamen ehliyetsiz kişilerden oluşan Meclis yerine, hukukçuların teşkil ettiği bu tarz meclisleri tercih etmektedirler. Gerçekten de bu dönemde yasama gücü, Divan-ı Ahkâm-ı Adliye ve Şûrây-ı Devlet tarafından kullanılmıştır. Bazan Meclis-i Vükelâ ve kurulan Meclis-i Mahsûslar da bunlara yardımcı olmuşlardır. O zaman geriye sadece yürütme gücü kalmıştır. II. Abdülhamid’in yürütme gücünü, kendi kontrolündeki Meclis-i Vükelâ ve özellikle de devleti korumak için kurduğu Hafiye Teşkilâtı ile birlikte yürüttüğü doğrudur. Ayrıca sadrazamı ve nâzırları, kimseye danışmadan azil ve nasb etmesi, yürütmedeki tek güce misâl olarak verilebilir. Bu noktada, Meclis-i Meşveret usulüne riayet etmediği için, bazı İslâm âlimleri de onun zamanındaki icrâatlara istibdâd yaftasını vurmuşlardır. Netice olarak, Abdülhamid’in devrini, bütün hak ve hürriyetleri askıya alan bir baskı rejimi manasında istibdâd devri diye vasıflandırmak mümkün değildir.

İkinci olarak, Sultân Abdülhamid, 30 yıl devam ettirdiği bu idareyi kaba kuvvete dayandırmamıştır. Onu istibdâd ile suçlayan İttihâdcılar, asıl kendileri kaba kuvvetle istibdâd idaresini sistematik hale getirmişlerdir. Elbette ki Osmanlı zâbıtası denilen polis iş başında olmuştur; hafiyye tabir edilen istihbârât elemanları işe karışmıştır; ancak II. Abdülhamid, orduyu iç siyâsette aslâ kullanmamıştır ve en önemlisi de muhâlifleri için sürgün cezasından başka bir yola başvurmamıştır. Orduyu sadece devlete isyan eden isyancılara karşı (Ermeniler gibi) kullanmıştır. İç siyâsette orduyu kullanmak, İttihâdcıların marifetidir.

Bedîüzzaman ile diğer âlimler arasında muhalefet şeklinde de önemli farklar bulunduğunu belirtmek gerekmektedir. Bu farkları iki noktada toplamak mümkündür:

Birinci Nokta: Bedîüzzaman, Abdülhamid’i belli noktalarda tenkid etse bile, İttihad ve Terakki Hükümetinin onu devirdikten sonra zamanın âlimlerinin aleyhinde sürdürdükleri iftira kampanyasına asla katılmamıştır. Mesela Şeyhülislâmlığın resmi yayın organı gibi olan Beyân’ül-Hakk’da Mustafa Sabriler, Sebilürreşad’da Mehmed Akifler ve benzeri âlimler aleyhte yazılara ve Abdülhamid devrini karalamaya devam ederken, Bedîüzzaman asla bunlara katılmamıştır. İsteyenler bu dergiye müracaat edebilir ve bazı makaleleri okuyabilirler.

İkinci Nokta: II. Abdülhamd’i tenkid eden Mehmed Akif ve Abdülaziz Çaviş gibi zatlar, Mısır’daki Muhammed Abduh ve benzeri şahsiyetlerin modernist ve reformist yaklaşımlarının tesiri altına girmişlerdir ve Osmanlı Devleti içinde onların tercümanı gibi davranmışlardır. Ancak Bedîüzzaman bu tür fikirlere karşı Ehl-i Sünnet’in düsturlarını müdafaadan asla vaz geçmemiştir. Bütün bu dediklerimizin delilleri, Beyân’ül-Hak, Sebil’ür-Reşâd gibi dergilerde yayınlanan makalelerde görülebilir.

1907’de İstanbul’a gelen Bediüzzaman, Meşrutiyetin ilanından evvel söylediği bir nutkunda, Sultân Abdülhamid’i, “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan halife-i Peygamberî” diye vasıflandırmaktadır. 1909 Mart’ında kaleme aldığı bir makalede ise, ona şu tavsiyelerde bulunmaktadır:

“Ömrünün zekâtını Ömer bin Abdülaziz gibi sarf et. Ta ki, bi’atın manası gerçekleşsin. Meşrutiyeti kansız kabul ettiğin gibi, Yıldız’ı da mahbûb-ı kulûb eyle. Zebaniler gibi hafiyeler yerine rahmet melekleri olan âlimlerle doldur; Yıldız’ı Dârül-Fünûn gibi yap”.

Bediüzzaman’a göre, Abdülhamid zamanında yapılan bütün istibdâdlar onun şahsına verilmemelidir. Maalesef İttihâdcılar bunu yapmıştır. Zira o şefkatli bir sultândır. Başka bir eserinde de, Abdülhamid’in şahsî idaresini anlatırken, “Abdülhamid’in mecbur olduğu istibdâd” ifadesini kullanmaktadır. Namık Kemal’in Abdülhamid’i tenkit ettiği Hürriyet kasidesini değerlendiren Bediüzzaman, 1930’lu yılların idaresini kasdederek, meseleyi bütün yönleriyle gözler önüne sermektedir:

“Şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdâdı taşıyan şu asrın gaddâr yüzüne çarpılmaya layık iken, o tokada müstehak olmayan, gayet mühim bir zatın yani Abdülhamid’in yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün;

Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhây-ı hürriyet

Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyyetten.”.

1952 yılında bazı kimseler, Bediüzzaman’ın sanki İttihâdcıları destekleyerek Sultân Abdülhamid’e muhâlif olduğu iddialarını yaymaya başlayınca, talebelerine kaleme aldırdığı Lâhika Mektubunda aynen şunları ifade etmektedir:

“1) Bir adamın kusuru ile başkası mes’ul olamaz. Dolayısıyla Abdülhamid’in hükümetlerinin hataları ona verilemez.

2) Bediüzzaman, II. Meşrutiyetin başında, hürriyet-i şer’iyyeyi teşvik etmiş, bazı siyasi muhâliflerinin istibdâd adını verdikleri, Abdülhamid idaresi için de, “mecburî, cüz’î ve hafif istibdâd”, İttihâdcıların zulmu için ise, “pek şiddetli külli istibdâd” tabirlerini kullanmıştır. Şu cümlesi meşhurdur: “Eğer meşrûtiyet, İttihâdcıların istibdâdından ibaret ise ve şerî’ata muhâlif hareket demek ise, bütün dünya şahid olsun ki, ben mürteciyim.”

3) Hürriyet, İslâmi terbiye ile terbiye olunmazsa, çok şiddetli bir istibdâda dönüşeceğini haykırmıştır ve maalesef öyle de olmuştur.

4) Abdülhamid’in yabancı düşmanlara karşı gösterdiği dehası, İslâm âleminin tam bir halifesi olması, Şark Vilâyetlerini Hamidiye Alayları ve İslâm Kardeşliği ile Ermenilere karşı koruması; İslâm’ın bütün hükümlerini hayatında yaşaması ve Yıldız Sarayında manevi şeyhini eksik etmemesi sebepleriyle bir veli olduğunu açıkça ifade etmiştir.

5) Ancak insan hatasız olmayacağından, onun da bazı hataları olduğunu ve ancak bu hataların mecburiyet altında işlenen hatalar bulunduğunu açıkça beyan eylemiştir.”.

O halde başta Bediüzzaman ve Mehmed Âkif olmak üzere, büyük İslâm âlimlerinin Abdülhamid’e muhâlif oldukları ve hatta aleyhindeki hal’ fetvâsını hazırladıkları şeklindeki iddialar doğru değildir. Fetvâyı zamanın Fetvâ Emini Hacı Nuri Efendi imzalamamıştır; ancak maalesef İttihâdcıların kuklası haline gelen Şeyhülislâm Mehmed Zıyâaddin Efendi imzalamıştır. Bu fetvâdaki hal’ gerekçeleri tamamen iftiradır. Zira Sultân Abdülhamid’in 31 Mart Vak’asına sebep olduğu zikredilmiştir ki, tamamen yalan olduğu ortaya çıkmıştır. Dini kitapları yaktırdığı iddia edilmiştir ki, tam bir iftiradır; zira en çok dini kitap onun zamanında basılmıştır. Devlet hazinesini israf ettiği söylenmektedir ki, Abdülhamid gibi dindar bir Padişaha bunu isnad etmeye şeytan bile yaklaşmaz. Zâlim olduğu ileri sürülmüştür ki, iktidarı boyunca idam cezasını uygulamadığı herkesin malumudur.

Bu kitapta, bir kısım dindar yazarların belge olmadan ileri sürdükleri iddialar, belgeler ışığında çürütülecektir. Hedefimiz kimseyi karalamak değil, tam tersine çarpıtılan hakikatların ortaya çıkmasıdır.

Aslında bu kitapta yer alan konular ve belgeler, Bediüzzaman ile alakalı “Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursi” adlı eserimizde yer almaktadır. Ancak yeni ilaveler, sorular, cevaplar ve belgeler de bu kitapta bulunmaktadır.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Rotterdam, Mart 2017.

http://www.osmanlisahafi.com/arsiv-belgeleri-isiginda-sultan-ii-abdulhamid-ve-bediuzzaman

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: