Bediüzzaman ve Kur’an Estetiğinde Bir Güzellik Kategorisi Olan: Hüsnün Mana Arkeolojisi (1)

Hüsün kelimesi güzellik demektir, Kur’an’da bütün güzellikle alakalı şeylerin önemli kısmı hüsn kelimesinden ondan doğan kelimelerden üretilmiştir, iki yüze yakın ayette hüsün, hasen, ihsan, muhsin, ahsen kelimeleri kullanılır. Bu kelimeler ile Allah bazı davranışları güzel olarak niteler ve işini güzel yapanları da sevdiğini söyler.

Risale-i Nur’da hüsün kelimesi çok farklı, değişik boyutlarda kullanılmış. Hüsün kelimesinin tasrifi, çok yönlü bir güzellik dersi, estetik dersi! Bu kelimenin kullanım alanlarını kategorize etmek başlı başına bir etüd gerektirir.
Bediüzzaman hüsün ile aşk arasında da bağlantılar kurar “hüsün elbette bir âşık ister” der.

Güzelliklerin Bir araya Gelme Karakteri

Bediüzzaman hüsnün oluşumunu anlatır, bir estetik kuralın izahını yapar. “Bir şeyin hüsün ve cemali, o şeyin mecmuunda görünür. Cüzlere ayrıldığı vakit, mecmuunda görünen hüsün ve cemal, parçalarında görünmez. O şeyin umumunda tezahür eden nakış ve güzellik, her bir kısmında aranmaz”(İ İcaz)

Güzellik onu meydana getiren cüzlerin bir araya getirilme maharetinden doğar, aksine onlar bir araya gelmeden cüzlerde güzellik aranmaz. “Sırrı tevhid ve vahdette cemal-i Rabbani ve Kemal-i Rabbani tezahür eder” demesi bunun başka bir türlü izahıdır.

Bediüzzaman güzelliklerin bir araya gelmek gibi bir karakteri olduğunu belirtir. “iki üç nükte veya iki üç hüsün içtima ettikleri zaman pek çok nükteler, pek çok hüsünler tevellüt eder. Bu sırra binaendir ki, her hüsün sahibinin ve her bir sahib-i kemalin emsaliyle içtima etmeye fıtri bir meyli vardır ki, içtimaları zamanında hüsünleri, kemalleri bir iken iki olur. “ (İ İcaz)

Kelebekte Görülen Güzellik

Hüsün kelimesi mücerred ve müşahhas diye sınıflandırılabilir. Müşahhas güzellik bir görüntü kazanmış bir kişilik giyinmiş olan güzelliktir, bir çiçekte bir kelebekte görülen güzellik müşahhas güzelliktir, ama müşahhas güzelliklerin güzelliklerini onlara kazandıran ise mücerred hüsündür.

Bir ressamın tablosu müşahhas güzellikse, ressama o şeyi düşündüren ve yaptıran kaynak ise mücerred, soyut hüsündür.
Bütün güzellikler Allah’ın esmasının tabakaları olduğundan bütün güzellikler müşahhas ama Allah’ın ki ise mücerred güzelliktir.

Bediüzzaman imanı bir mücerred güzellik olarak kabul eder. Çünkü davranışlardaki bütün güzellikler imandaki kaynağı ve zenginliği herkese göre değişen mücerred ve münezzeh güzellikten kaynaklanır. Âlemdeki hüsün, hayır, hak ve kemal de peygamberlerin elinden tevzi edilmiştir.

İmanın Güzelliği

Bir insanın imanı bir mücerred güzellik ise, bir peygamberin ki bütün insanlığa yansıyan ve alakadar eden bir güzelliktir.

“İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zâhir bir hak, fâik bir kemal görünüyor. Bilbedâhe, hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir. Mehâsin-i ubudiyetin binlerinden yalnız buna bak ki, Nebî Aleyhisselâm, ubudiyet cihetiyle muvahhidînin kalblerini iyd ve Cuma ve cemaat namazlarında ittihad ettiriyor ve dillerini bir kelimede cem ediyor. Öyle bir surette ki, şu insan, Mâbûd-u Ezelînin azamet-i hitabına, hadsiz kalblerden ve dillerden çıkan sesler, dualar, zikirlerle mukabele ediyor. O sesler, dualar, zikirler birbirine tesanüd ederek ve birbirine yardım edip ittifak ederek öyle geniş bir surette Mâbûd-u Ezelînin ulûhiyetine karşı bir ubudiyet gösteriyor ki, güya küre-i arz kendisi o zikri söylüyor, o duayı ediyor ve aktârıyla namaz kılıyor.” (Lemalar 17 )

Peygamberimiz ve iman mücerred güzellik oldukları gibi İslamiyet de insanlık da mücerred güzelliktir.” Bu âlemdeki hüsünleri ve hasenatları ve nurları mahsul veren âlem-i İslamiyet ve hakikatli insaniyet;” (Şualar)

Batı felsefesi ve estetik mücerred güzellikler konusuna pek girmez, çünkü o kadar derine inecek bakış açıları yoktur. Onlar matematik ilminden kaynaklanan müşahhas yani görünen güzelliklerin üzerinde felsefe yaparlar. Bütün resim, mimari, edebiyat, sinema gibi sanatlar bu matematik ve buna bağlı olarak geometriden doğan güzellikler üzerine düşünür ve yorumlar öne sürerler.

Bediüzzaman bu güzelliklerin kaynağı üzerinde de matematik ve geometri kanunlarının âlemdeki yerini belirleyen fikirler öne sürer.

“Ulûm-u riyaziye ulemasının münasebet-i adediye içinde en lâtif düsturları ve avamca harika görünen kanunları, bu hesab-ı tevafukînin cinsindendirler. Hattâ fıtrat-ı eşyada Fâtır-ı Hakîm bu tevafuk-u hesabîyi bir düstur-u nizam ve bir kanun-u vahdet ve insicam ve bir medâr-ı tenasüp ve ittifak ve bir namus-u hüsün ve ittisak yapmış. Meselâ, Nasıl ki iki elin ve iki ayağın parmakları, âsabları, kemikleri, hattâ hücreleri, mesâmatları hesapça birbirine tevafuk ederler.

Öyle de, bu ağaç, bu baharda ve geçen bahardaki çiçek yaprak, meyvece tevafuk ettiği gibi, bu baharda dahi az bir farkla geçen bahara tevafuk ve istikbal baharları dahi mâzi baharlarına, ihtiyar ve irade-i İlâhiyeyi gösteren sırlı ve az farkla muvafakatleri, Sâni-i Hakîm-i Zülcemâlin vahdetini gösteren kuvvetli bir şahid-i vahdâniyettir.
İşte madem bu tevafuk-u cifrî ve ebcedî, bir kanun-u ilmî ve bir düstur-u riyazî ve bir namus-u fıtrî ve bir usul-ü edebî ve bir anahtar-ı gaybî oluyor. Elbette, memba-ı ulûm ve maden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı âyât-ı tekviniyesi ve edebiyatın mu’cize-i kübrâsı ve lisanü’l-gayb olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, o kanun-u tevafukîyi, işârâtında istihdam, istimal etmesi i’câzının muktezasıdır.”(Şualar)

Matematik âlimleri sayılardan doğan nispetlere göre güzellikler üretirler, hesab-ı tevafuki dediği budur Bediüzzaman’ın.

Eşyanın Allah tarafından tanzimi de yine bu hesap üzeredir, yukarda buna örnekler vermiştir Bediüzzaman. İşte bu hesabi uygunluk Allah’ın vahdetinden kaynaklanır ve güzellik de bu matematik sayılara göre düzenlenmiştir.

Özellikle şu cümlesi bütün estetik biliminin ve buna bağlı olarak bütün görsel ve düşünsel güzel sanatların kaynağıdır.

”Hatta fıtrat-ı eşyada Fatır-ı hakim bu tevafuk-ı hesabiyi bir düstur-ı nizam ve bir kanun-ı vahdet ve insicam ve bir medar-ı tenasüb ve ittifak ve bir namus-ı hüsün ve ittisak yapmış. “ Burada yedi tane sanatın hatta Bediüzzaman daha harika bir kelime bulmuş eşyanın demiş, fıtrat-ı eşya demiş eşyanın fıtratı bu yedi şey sayesinde düzen kazanıyor, estetik birliktelik kazanıyor. Sanat bu terimler sayesinde sanat özelliği kazanıyor. Tevafuk-ı hesabi , hesap uygunluğu demek, bu başka bir şekilde , Bediüzzamanın dilinde nispetler yeni terimle orantı olarak ifade ediliyor. Bir başka şekilde buna simetri de denir.

Bediüzzaman burada simetri örnekleri verir.

Simetri ne demek?

Yalnızca bir yerinden ikiye katlandığında bütün noktaları çakışan bir geometrik biçimin ya da üst üste konulduğunda tüm noktaları üst üste gelen iki geometrik biçimin karşılıklı durumu!

Bir yapıda ya da bir şiirde, bir canlıda aynı şey olabilir.

Bediüzzaman buna örnek insan vücudundaki tavafuku, simetriyi örnek olarak verir.

Daha da ileri götürerek baharda ve mevsimler arasındaki simetriyi örnek verir.

Düstur-ı nizam nizamın nasıl sağlanacağı demek, düzenin, nizamın sağlanması da sayıların eşit kullanımı sayesinde olur, bir duvarın yapımında yüksekliğe eşit sayıda tuğla kullanılması gibi, bütün sanat bu düstur-ı nizam, nizam kaidesi, düzen kaidesi sayesinde sağlanır.

Kanun-ı vahdet, birçok şey arasında vahdet, birlik sağlamanın da bir kuralı, kaidesi vardır.
İnsan bedenindeki birçok uzuv arasında bir birlik sağlamak kadar gezeğenler arasında da birlik sağlama bu kural üzerinde cereyan eder.

İnsicam ile kanun-ı vahdeti birbiri arkasında kullanmış, insicam vahdetin daha gelişmiş bir şekli, Bediüzzaman bu estetik kelimeyi çok fazla kullanmaz, çünkü bu kelime kelime iktisadı yasasına göre az kullanılması gerekir, çünkü armoni zor bir kuraldır , uygulaması da zordur, hissetmek ve ifade etmek de , kullandığı yerlerde de bizim gördüğümüz onun yaşadığı ve hissettiği bir kelimedir.

Ona has bir yorum tarzıdır, daha sonra buna geleceğiz.
Eşya arasında iki türlü birliktelik sağlanır.

Kolay olanı birbirine benzer şeylerden sağlanan birliktir. Bütün askerlerin aynı elbiseyi giymesi gibi.
Ama diğeri zor olan birlik ise farklı nesnelerden ve olaylardan bir birlik elde etmektir, mesela insan bedeninin ve bir otomobilin farklı kısımları bir birliktelik içine getirilince fonksiyonellik kazanır, ama parçalar farklı şeylerdir.

Her şeyi yerli yerine koymak, dekorasyon denilen şey veya iç mimari.

Kâinatın kendine göre bir iç mimarisi var. Birisine bütün kâinatı meydana getiren nesneler ve olaylar verilse, ona her şeyi yerli yerine koy dense bu kadar çok nesne ve olayı nasıl yerli yerine koyacağını bilemez.

Güneşin bulunduğu nokta bütün matematik hesaplara göre bütün eşya ve tabiat unsurlarına göre en uygun yerdir, bütün her şey birbirine göre en uygun yere yerleştirilmiştir. Bu insicam , armoni demek. Bu noktadan bakılınca ne kadar büyük bir matematik denge ve uyum , geometrik düzen verilmiştir, hiçbir şey yerinden çıkamıyor, her şey yerli yerinde. Bütün yıldızlar yerli yerinde, Allah ona mevaki-i nücum diyor.

Sıra geldi medar-ı tenasüb’e;

Tenasüb de benzer şeyler arasındaki güzelliği sağlama, bu da kâinatta her şeye uygulanabilen bir matematik kural. Ancak tenasübün diğerlerinden farkı, bir binanın taşlarını aynı düzen içinde dizmek gerekir girişte bir taş biraz önde gösterilse binanın tenasübü bozulur, yani birliği meydana getiren şeyler arasındaki görüntü uyumu demek, insanda ağız, göz, burun ve kulaklar ve yüzün hepsinin güzelliği bozmadan yerleştirilmesi tenasüb bu . Başka yerde Bediüzzaman tenasübü güzelliğin yasası olarak ifade eder. Burada bir de ittifak kelimesini kullanmış,

farklı cüzlerin güzelliğe uygun yerlerde birlikte yer almaları.

Namus-ı hüsün ve ittisak da ,

güzelliğin kanunlarına esrarlı kanunlarına uygun yer almak, namus hem kanun hem de esrarlılık anlamına geliyor, insana öyle yüz veriyor ki her yüz esrarlı bir şekilde farklı , diğer canlılar da öyle .

İttisak da sıralama demek, kainatta hareketli güzellikler sabit güzelliklerden fazla . Bu hareket halindeki kâinatta ve hareket halindeki sayısız olaylar arasında herkesin sırasına uygun durması bir büyük estetik durumdur.

İttisak bu demek, sıralama. Baharın yeri , yazın yeri , kışın yeri ve başkaları, balıkların gelişi, çiçeklerin gelişi , meyvelerin gelişi bu ittisak demek.

Estetik Bunlara Altın Oran Demiş

Şu kelimeleri kullanan insanın derinliği konusunda hayret etmemek mümkün değil. Estetik bunlara altın oran demiş, yani orantının geometrik değeri matematik uzaklığı ve miktarı eşyanın güzelliğini sağlıyor. Bediüzzaman bu altın oran kelimesine nasıl farklı bakmış.

Hayret ne hayret. Estetik tek kelimelik piyano , asıl piyano kelimeler ve Bediüzzaman’ın kullanımı.

İnsan bütün âleme açılan kapıları olan bir canlıdır.

Âlemde hüsün varsa insandaki göz de bu güzelliklere açılan onların yorumlayan bir kapıdır.”

Göz, kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymettar cevher hazinelerinin bir anahtarıdır”(Şualar)

Çirkinin Varlığındaki Güzellik İlişkileri

Bediüzzaman Kur’an’da geçen hüsün ayetleri içinde özellikle bir ayet üzerinde durur, estetik tarihinde de çok bahsedilmiş olan çirkinin varlığı ve güzel ile ilişkileri bahsini irdeler. O çirkini mahkûm etmez, güzelin varlığı için bir öğe olarak görür.

”Ahsene külli şey’in halaka” âyetinin bir sırrını izah eder.

” Şöyle ki: Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakiki bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hâdise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zâhiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. Ezcümle: Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında, nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış.

Ve güz mevsiminin haşin tahribâtı, hazin firâk perdeleri arkasında, tecelliyât-ı Celâliye-i Sübhâniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tâzibinden muhâfaza etmek için, nazdar çiçeklerin dostları olan nâzenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nâzenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir.

Fırtına, zelzele, vebâ gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv ü nemâsız kalan birçok istidad çekirdekleri, zâhiri çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir.

Güyâ umum inkılâblar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur.

Fakat insan, hem zâhirperest, hem hodgâm olduğundan, zâhire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhâkeme ederek şer olduğuna hükmeder.

Hâlbuki eşyanın insana âit gàyesi bir ise, Sâniinin esmâsına âit binlerdir. Meselâ, kudret-i Fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsız telâkkî eder. Hâlbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. “(Sözler)

Estetikde de çirkin için çok şey söylenmiştir.

Zamanla Bediüzzaman gibi çirkinin güzelin bir tamamlayıcısı olduğu fikri ortaya çıkmıştır. “Çirkin güzelin karşıtı , biçimsiz ya da uyumsuz olan. Yapısında tutarsızlıklar bulunan. Çirkin genel olarak biçimsizi, hoşa gitmeyeni , uyarsızı belirler bu yönüyle estetiğin konusu olur.

Yeniçağa kadar çirkin olan her şey estetik dışı sayılmıştır, ya da estetik kavrayışta güzel ve çirkin ayrımı yapılmıştır. Bugünkü anlayış içinde çirkin güzelin bir başka görünümü, güzelin tümleyeni gibidir, özgünü sezdirdiği ölçüde, özel bir anlam ortaya koyduğu ölçüde güzelle bütünleşir.

Bediüzzaman güzel ve çirkini mülk ve melekût diye yaptığı ayrımda da anlatır

Ve görünen yüzünde olaylar birbiri içine karışıkken, iç cihetinde ise her şeyin güzel olduğunu belirtir.

“Kâinatın iki ciheti var-aynanın iki vechi gibi:

Biri mülk, biri melekûtiyet. Mülk ciheti ezdadın cevelangâhıdır. Hüsün-kubh, hayır-şer, sağîr-kebîr gibi umurun mahall-i tevarüdüdür. Onun için vesait ve esbab vaz edilmiş, tâ dest-i kudret zahiren umur-u hasise ile mübaşir olmasın. Azamet, izzet öyle ister. Hakikî tesir verilmemiş; vahdet öyle ister.

Melekûtiyet ciheti ise, mutlaka şeffafedir; teşahhusat karışmaz. O cihet vasıtasız Hâlıka müteveccihdir. Terettüp, teselsül yoktur. İlliyet, mâlûliyet giremez. İ’vicâcâtı yoktur. “(Sünuhat)

Eşyanın ve olayların bize görünen yüzü ile , görünmeyen yüzü farklı farklıdırlar. Bize görünen yüzde biz kötülükleri, çirkinleri hüsünlerden ayırmakla imtihanın gereğini yapmaktayız. Ama arka plan bizim mantığımıza göre düzenlenmemiştir.

“ Eski güzel plastik bir anlam taşıyordu, bugünkü güzel yalnızca anlamla ilgilidir diyebiliriz. Bugün birçok ressamın güzel kavramını ilkelle ve kabasabayla özdeşleştirdiğini görüyoruz. Alışılmış güzelin dışına taşmadır bu.

Paul Gauguin şöyle diyordu. “ Her şeye cesaret etme hakkını getirmek istiyorum” Birçok ressam aşırı biçim bozmalarla ya da çok değişik yorumlarla doğalın sınırlarını aşarak bize garip görünebilecek biçimler oluştururlar, burada elbette bambaşka bir güzelin arayışı vardır.

Monet yaptığı bir portreyi beğenmeyen bir model için şunları söylemiştir” Moore dövülmüş yumurta sarısına benziyorsa benim suçum mu”

Yine de güzelin doğalda ve türünün koşullarını yetkin bir biçimde sürdüren sağlıklı bireyde bulunduğunu güzel kavramının gerçekliğin derli toplu bir görünümünü ortaya koyduğunu söyleyebiliriz.

Roden şöyle der” İlk yaza yeşil katan, ilk kışa güller katan, genç dudaklara erguvan kırmızısı katan çirkinlik yaratır, çünkü yalan söyler”

Ancak doğadaki güzelle sanattaki güzeli , doğadaki çirkinle sanattaki çirkini birbirinden ayırmak gerekir.Doğal düzende daha çok türünü en iyi temsil eden bireye verdiğimiz güzel sıfatını sanatta daha çok anlamlı için kullanıyoruz.

Lalo şöyle der” Doğada canlı varlıkların güzelliği türlere uygun olağan ve belirgin özelliktir ve buna bağlı olarak uyumludur, bedensel ve ruhsal yetilerin tam gelişmesidir, fışkıran sağlıktır ve sonunda bunlardan gelen üstün güçlülüktür”

Çağdaş estetikte ne kadar değişik bir anlam versek de çirkin uyumsuz olan ve istenmeyendir.

Bayer şöyle der” Güzelin karşıtı olan çirkin özü gereği olumsuzdur.Çirkinde özden bir yetersizlik teknik araçlarla sonuç arasında bir uyuşmazlık, biçimsel bir oransızlık, bir uyumsuzluk vardır. “(Afşar Timuçin , Felsefe Sözlüğü , 108)

Bediüzzaman’ın dehası cüzde küllü gören, panoramik bakan bir göze ve yorum gözüne sahiptir.

Felsefenin en büyük ayıbı yaratılanlara yaratıcısı gözü ile bakmamaktır.

Bediüzzaman nesneden de bakar, insan yönünden de, özellikle doğal olarak Allah canibinden bakar, kıt bir perspektiftir estetiğin bakışı. Yaratığı bütün güzelliklerden onu kovmak sanat olabilir mi?

Bediüzzaman güzelle, hüsün ile onun zıddı olan çirkin arasındaki münasebeti eserlerinde yorumlar.

“Sual: Cenab-ı Hak Ganiyy-i Mutlaktır âlemde bu kadar dalaletleri ve pek çirkin fena şeylerin yaratılışında ne hikmet vardır?

Cevap: Kâinatta maksud-u bizzat ve külli ve şümullü olarak yaratılan, ancak kemaller, hayırlar, hüsünlerdir.
Şerler, kubuhlar, noksanlar ise hüsünlerin, hayırların, kemallerin arasında görülmeyecek kadar dağınık ve cüz’iyet kabilinden tebei olarak yaratılmışlardır ki, hayırların, hüsünlerin, kemallerin mertebelerini, nevilerini, kısımlarını göstermeye vesile olsunlar ve hakaik-i nisbiyenin vücuduna veya zuhuruna bir mukaddeme ve bir vahid-i kıyasi olsunlar”(İ.İcaz)

Çirkinlikler güzele hizmet eden ikinci unsurlardır, eğer çirkin olmasaydı neye kıyasla güzel güzel olacaktı, bu yüzden Bediüzzaman kâinattaki asıl gayenin güzellik ve hüsün, çirkinin güzele hizmet eden bir unsur olduğunu belirtir.

Bediüzzaman “Allah’ın isimlerinin her birinde hüsün tabakaları “ olduğunu söyler,

Mesela bir çiçekte renklerin uyumu, biçimin renkle uyumu, geometrisi bir güzellik tabakasıdır.

Bir tavus kuşunda renklerin desenin, görüntünün ve daha başka güzellik unsurlarının dizaynı başka bir hüsün tabakasıdır.

Bir insanda daha başkadır, çok daha girift ve kompleks güzellik unsurları vardır insanda ve bunları uyumlu bir şekilde cesede yerleştirmek ve ona bakanda güzel hissi uyandırmak daha farklı bir hüsün tabakasıdır, bu yüzden insana ahsen-i takvim yani en güzel surette yaratılan denilerek insanın hüsün yönünden önemli bir noktada olduğu vurgulanır.

Aynı bahse Kayyum ismini anlatırken giren Bediüzzaman

Allah’ın her isminde farklı güzellik mertebeleri olduğunu ifade eder, ama burada kayyumiyetle bağlantılı bir güzellik ve hüsün söz konusudur. Çünkü Allah bir şeyin vücudunu kayyumiyetle devam ettirirken onun güzelliğini korur, kayyumiyetten kopan bir şey güzelliğini de bir süre içinde kaybeder.

Mesela bir çiçek dalından koptuktan bir süre sonra kayyumiyetten koptuğu için güzelliğini de kaybeder, öyle de bir insan öldüğü anda bütün güzelliklerini kaybeder.

” Elbette Cemîl-i Mutlak olan Zât-ı Kayyûm-u Zülcelâlin bin bir Esmâ-i Hüsnâsından herbir ismin, kâinatın şehadetiyle ve cilvelerinin delâletiyle ve nakışlarının işaretiyle, herbirisinin herbir mertebesinde hakikî bir hüsün, hakikî bir kemal, hakikî bir cemal ve gayet güzel bir hakikat, belki herbir ismin herbir mertebesinde hadsiz envâ-ı hüsünle hadsiz hakaik-i cemîle vardır”(Kayyum İsmi , Lemalar)

Hüsün, cemal, kemal , hakikat tamamen kayyumiyetle bağlı güzelliklerdir. Ordan kopunca güzellik de gider. Cemil-i Mutlak ile kayyumiyet arasında nasıl bir bağ kurmuştur Bediüzzaman , Allah böyle tanınır, esma böyle şerhedilir. Biz nerdeyiz sen nerdesin Efendim.

Aşağıdaki paragrafta Bediüzzaman Allah’ın güzelin ve mükemmelin bütün kategorilerinde varlıklardaki güzellikler Sanatkar olan Allah’ın kemalinden tecelli eden gölgeden muktebestir. Başka yerde gölgelerin gölgeleridir der, burada ise gölgeden alınmış iktibas edilmiştir der. Bu çok önemli bir esma okumadır. Verilen hüsün, güzellik verenin güzel olduğunu gösterir, demesi önemli bir güzellik kuralıdır Bediüzzaman, Kur’an ve Risale-i Nur estetiğinde.

“Ey arkadaş! Sani-i Zülcelal, Vahid ve Vacibü’l-Vücud olduğu gibi, bütün sıfat-ı kemaliye ile de muttasıftır. Zira âlemde ve masnuatta bulunan kemalat tamamıyla Saniin kemalinden tecelli eden gölgeden muktebestir.

Öyleyse, Sanide bulunan cemal, kemal, hüsün, umum kâinatta bulunan umum cemallerden, kemallerden, hüsünlerden gayr-ı mütenahi derecelerle yüksektir.

Zira ihsan, in’am edenin servetinden doğar ve servetine delildir.
İcad, icad edenin vücuduna delalet eder.
İcab, mucibin vücuduna bürhandır.
Verilen hüsün, verenin hüsnüne delildir.”(İ İcaz)
Edebiyat Üç Alanda dolaşır
Edebiyatın konularını sınıflandırırken Bediüzzaman edebiyatın üç alanda dolaştığını belirtir, bunlar
aşk ve güzellik yani hüsün,
kahramanlığı içine alan hamaset ve şehamet
ve hakikatın tasviri.

Divan edebiyatında, halk edebiyatında, yeni Türk edebiyatında genellikle konular aşk ve güzellik üzerinedir. Hatta Tanzimat sonrası edebiyat düzensiz bir aşk trafiğidir,

Divan şiirindeki mesnevilerde aşk ve hüsün yine sonucu ibrete bağlanan olaylardır. Hamaset ve şehamet ise kahramanlığı anlatan hikâyeler ve şiirler, mesnevilerdir.

Namık Kemal ve Abdülhak Hamit hamaset ve şehamet konularını yazmışladır, onlara göre edebiyat ulvi hisleri uyandırmalıdır.

Bediüzzaman onlarla bu konuda birleşir.

“Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelân; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz.
Ya aşkla hüsündür,
ya hamâset ve şehâmet,
ya tasvir-i hakikat.

İşte yabânî edebse, hamâset noktasında hakperestliği etmez.(sözler)

Tasvir-i hakikat konusuna gelince bazı hakikatleri tasvir etmek yani genişletmek bir hakikat dersine çevirmek en az olan budur. Hüsn ü Aşk ve Yusuf ile Züleyha ve daha başka mesneviler bu sınıfa girebilir.

Bediüzzaman Kur’an menbalarını sayarken altı menbayı bir papatyanın altı yaprağını bir araya geometrik bir uyumla getirmekten nasıl onun güzelliği doğarsa, Kur’an’ın altı kaynağının bir araya gelmesinden de imtizacından bir güzellik çıkar ortaya der. Bu güzellik onun hissedebildiği ve ifade edebildiği bir güzellik ifadesidir.”şu altı membadan çıkan envar-ı sitte, birden eder imtizâc. Ondan çıkar bir hüsün”(Sözler)

Ey birâder-i kalb-i hüşyar!

Ezdâdın cem’indendir tecellî-i iktidar. Lezzet içinde elem, hayrın içinde şerri, Hüsnün içinde kubhu, nef’in içinde dârrı, ni’met içinde nikmet, nurun içinde nârı, bilir misin ki sırrı? Hakàik-ı nisbiye sübut, takarrür etsin. Bir şeyde çok şey olsun; bulsun vücud, görünsün. Sürat-i hareketle bir nokta bir hat olur.”(Sözler)

Bu cümlelerde zıtların birbiri içine girmesi ile bir şeyin gücü ve derecelerinin oluştuğunu söyler, bunların birbirine oranlı hakikatları ortaya çıkarır.

Tezatlar hayatın devamını sağlar, hem de çok çeşitli olmasını ortaya koyar, güzel heryerde aynı özelliği gösterseydi insan da her şey de çok sınırlı bir düzeyde olurdu. Bunların içinde güzellik ile çirkinliğin birbirine girmesi ile güzelin ve çirkinin dereceleri ortaya çıkar.

İnsan çirkini ne kadar kendinden uzak tutarsa o kadar güzel, onun ile sınırlarını bozarsa o oranda da çirkin olur.
Bediüzzaman yüksek derecede estetik hazları ise zıtları ile bağlantılı anlatmaz.

“Mâdem evsâf-ı âliyedeki hakiki lezzet ve hüsün ve saadet ve kemâl, akran ve ezdâda bakmıyor, belki mezâhir ve müteallikàtına bakıyor” (sözler)

Bir annenin çocuğunu bir hayvanın yavrusunu korumadaki haz ve lezzet zıtlarına bakmıyor.

“İşte, kâinat yüzündeki cemâl ve kalbindeki aşk ve sînesindeki incizab ve gözlerindeki keşif ve şuhud ve heyatındaki hüsün ve tezyinat pek latif ve nurani bir pencere açar, onun ile bütün esmâsı cemîle bir Cemîl-i Zülcelâli ve bir Mahbub-u Lâyezalîyi ve bir Ma’bud-u Lemyezeli hüşyar olan akıl ve kalblere gösterir.”(sözler)

Akıl almaz güzellik unsurları ile dolu bir cümle. Kâinata bakarak yorumlanmış. Bir insan gibi düşünmüş kâinatı. Yüzünde cemal, güzellik, kalbinde aşk, göğsünde cazibe çekicilik, gözlerinde her şeyin içine nüfuz eden bir bakış derinliği, bütün görünüşünde ise bir güzellik ve süs bunlar tamamı bir büyük penceredir. Kâinatın bir büyük insan olduğu hakikatının estetik ifadesi, bütün kelimeler estetik kategorilerden alınmış. Burada güzelliğin ziynet ve bütün görüntüden doğduğunu söyler, hüsün kelimesinin buradaki tasrifi kullanımı böyledir. Büyük bir estetik tasarım ve hayal.

“Şu kâinatın mevcudâtı yüzünde tazelenen ve gelip geçen cemâller ve hüsünler, bir Cemâl-i Sermedî cilvelerinin bir nevi gölgeleri olduğunu gösterir. Evet, ırmağın yüzündeki kabarcıkların parlayıp gitmesinden sonra arkadan gelenlerin gidenler gibi parlamaları, dâimî bir şemsin şuâlarının aynaları olduklarını gösterdikleri gibi.(Sözler)

Bu cümlelerde kâinattaki güzelliklerin Allah’ın esmalarının yansımaları olduğu fikri vurgulanır. Bütün güzellikler, sonsuz bir güzelliğin cilveleri ve gölgeleridir. Burada yine Allah’tan bağımsız güzellikler olamayacağını ifade eder.
Sürekli tazelenen güzellikler değişmeyen sabit bir güzelin olduğunu gösterir. Bu hakikatı yine başka bir şekilde ifade eder, kainattaki hüsün ve kemalin perde arkasında bir hüsün ve cemali gösterdiğini belirtir.

“Kâinata bu kadar hüsün ve cemâl vermek ve mevcudâta muhtelif kemâlât vermek, ışık güneşi gösterdiği gibi, bir cemâl-i sermedîyi gösterirler”(Sözler)

Esmanın yansımalarını güzellik ve kemali bir nehrin akışındaki yansımalara benzetir.

” Mâdem mevcudât, zeminin yüzünde büyük bir nehir gibi kemâlâtın lem’alarıyla parlar geçer. O nehir güneşin cilveleriyle parladığı gibi, şu seyl-i mevcudât dahi hüsün ve cemâl ve kemâlin lem’alarıyla muvakkaten parlar, gider. Arkalarından gelenler aynı parlamayı, aynı lem’aları gösterdiklerinden anlaşılıyor ki, cereyan eden suyun kabarcıklarındaki cilveler, güzellikler, nasıl kendilerinden değil, belki bir güneşin ziyâsının güzellikleri, cilveleridir” (Sözler)

Bir de gölge noktasından bakar, bu yansımalar zayıf gölgelerdir.

” Hakiki kemâline nisbeten, bütün kâinattaki hüsün ve kemâl ve cemâl, zayıf bir gölgedir” (Sözler)

Beşerin o kadar velvele kopardığı güzellikler sadece zayıf gölgelerdir, o gölgelerin aslına dikkat çekmek nerede o gölgelerde kaybolmak nerede. Beşerin bütün sanat felsefesi gölgenin felsefesidir.

Prof. Dr. Himmet Uç

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: