Bediüzzaman’ı ebced ve cifiri kullanmaya mecbur kılan karanlık anlar

KUR’AN’I ANLAMAYI EBCED VE CİFİRE ODAKLAYAN KİŞİ HATA ETMİŞTİR

Diğer tartışma konusu Ebced ve Cifir. Bunlar malum birer ilim aslında

İslam klasikleri, İslami miras, klasik İslami ilimlere dair belli kitaplar vardır, tasnifler vardır. Mesela Saçaklızade’nin, yanılmıyorsam Maraşlı bir Alim, Osmanlı döneminden olarak Tertibü’l Ulumu vardır. Mesela Kettani’nin böyle bir çalışması var hakeza. Oralarda cifir ilmi, ebced ilmi yer alır. Bunlar klasik İslami ilimler silsilesi içerisinde en merkezde midir? Değildir. Ama var mı? Var.

Bediüzzaman Hazretleri de Risalelerde bu ilmi kullanarak çeşitli istihraçlarda bulunuyor. Burada bu ilime yönelik bir reddiye, tasallut var.

Geçmişte bir kere bununla ilgili İslam tarihi içerisinde cifir, ebcet vs. ile ilgili bir tasallut bir taarruz ancak İbn-i Teymiyye çizgisinden olmuş. Denebilir ki belki suiistimallerden de olabilir. Bediüzzaman’dan, sıklıkla ifade ettiğim, aldığım dersi bir kelimeyle özetle deseler ben “denge” derim. Bediüzzaman o denge dersini nerden almıştır? Kur’an’dan almıştır. Mucizat-ı Kur’aniye risalesi. Kur’an’ın mucizeliğinin vecihleri üzerine yazılmış olan o Risale-i Nur’un en temel Risalelerinden biri olan 25. Sözün sonunda zaten Bediüzzaman’ın getirdiği nokta budur. Kur’an’ın mucizeliğinin, Kur’an’daki o hakikatin değişik suretleri, vecihleri, yönleri arasındaki denge, bütünlük. Rabbimiz zaten Rahman suresinde kaç defa vezne çağırıyor. Kainattaki vezne, ölçüye, dengeye dikkat edip, dönüp “ey insan sen de o vezni bozma” der. O düzene, nizama, muvazeneye davet var Rahman suresinde. Bediüzzaman Rahman suresinden aldığı dersle 30.Lem’a’da ism-i adli, muvazenenin müsemması olan Rabbimizin adl ismini bir ismi azam olarak o ayetlerden aldığı dersle çalışıyor.

Şimdi bu dengeyle birlikte de itidal. Kritik bir mesele. Zaten hadislerde de aynı şekilde bu dersi sürekli Peygamberimiz aleyhissalatü vesselamın verdiğini, öğrettiğini görüyoruz. Uçlarda olmak değil muvazeneli olmaktır İslam’da asıl marifet, asıl fazilet. Ama buna karşı insan bu denge haline karşı ifrat ve tefritlerle sürekli sınanıyor. Bu hayatın her alanında görülüyor. Bu meselede de görülebiliyor.

Şimdi buralarda cifir, ebcetle ifade edilen belli tevafuklar, kelimelerle ilgili tevafuklar. Diğer taraftan Kur’an ayetlerinden işte sayısal değerler üzerinden belli işaretler. Böyle bir cifir, ebcet ilmi içerisinde bu var mı? Var. Peki, Kur’an böyle mi anlaşılır? Hayır, Kur’an’ı buna odaklayan kişi hata etmiştir.

ZAHİRİ SAPMA-BATINİ SAPMA

Hurufilik diye bir şey var

Evet, Hurufilik böyle bir şey. Kur’an’ı anlamaya yönelik yanlış iki türlü tutumla karşılaşıyoruz. Bir ta haricilerden başlayarak “düz, tek bir anlam vardır o da benim anladığımdır” mantığı. Düz okumak. Mecaz, telmih, işaret yoktur bunlara göre. Kaba bir Müslümanlık, kaba bir dindarlık. Düz aklıyla ne anlıyorsa… Bunun ayrıca arızalar var. Mesela –haşa- oradan ne çıkıyor? Mecessime çıkıyor, Müşebbihe çıkıyor. Allah’ı haşa insan gibi düşünmek. Niye? Çünkü kürsüye oturdu. Basbayağı kürsü düşünüyor adam. Arşa istiva etti ayetini böyle anlıyor. Bu Allah’a mekân izafe etmektir. Bu tevhide ne kadar yakışır? Bu bir sorun. Her türlü deruni, batınî manaları veya mecazı, telmihi, işareti bütün bunları göz ardı edip düz bir anlama odaklanmak. Bu zahiri bir sapmadır.

Buna karşılık zahiri bertaraf edip her şeye olduğunun dışında, ilk anlaşılanın dışında bir anlam vermek. “Salat derken ben şunu anlıyorum” diyor. Dolayısıyla namaz gümledi gitti. “Oruç derken şu manayı şey yapıyorum.” Oruç tutmuyorsun. “Örtü, tesettür” derken o bir manevi korunma filan” diye vs. veya başka şeyler. Ayetin manası açıkken orada sen çıkar şuradan, şuradan, şuradan diye teferruatın teferruatı olan bir meseleyi “mana budur”a indirge. Batini sapma. Bu hep olagelmiş.

KUR’AN’I ANLAMANIN MERKEZİNE YERLEŞTİRMEDEN, İHMAL DE EDİLMEDEN

Hurufilik, Kur’an’ı anlamanın cifir, ebcet, Kur’an’dan remz ve işaret olarak bazı dersler ve haberler çıkarma meselesinin abartılması ve de buna indirgenmesidir. Bu bir sapma. Bu sapmaya karşı başka bazı tepkiler oluşmuş. İbn-i Teymiyye de muhtemelen böyle bir şeyle tepki vermiş. O tepkiyi anlayabiliyoruz ama İbn-i Teymiyye’nin tepkisi kıyıda kalıyor. İslami ilimler geleneği içerisinde hiçbir zaman hiçbir âlim tarafından cifirle, ebcetle bir takım remizler ve işaretler çıkarmak Kur’an’ı anlamanın merkezine yerleştirilmemiş. Ama ayetlerin açık ve sarih dersleri üzerine bir odaklanmanın yanında bu asla ihmal edilmeksizin ana omurga, ana gövde muhafaza edilerek Kur’an’ı anlamanın veya Kur’an’ın verdiği derslerin, Kur’an’ın verdiği haberlerin anlaşılması yoluna gidilmiş. “Dalının şöyle de bir budağı var” manasında böyle remizler ve işaretler çıkarmak da reddedilmemiş.

Bediüzzaman Şualarda Elhüccetüz-Zehrada 15. Şua’nın en sonunda buna açık ve net bir şekilde değinir. Bu manada cifir ve ebcetle daha ziyade meşgul olan isimlere baktığımızda bunların buhran ve bunalım zamanlarının isimleri olduğunu görürüz. Mesela Cafer-i Sadık’a ağırlıklı şekilde atfedilir cifir ve ebcetle ilgili şey.

“MENEMEN’İN BİR TAKLİDİNİ, BİR KOPYASINI ÜZERİMİZDE DENEMEK İSTEDİLER”

Buhran ve bunalım. Yani İslam düşüncesinin veya İslam tarihinin buhranı ve bunalımı?

Evet. Cafer-i Sadık ehl-i beytin bir mümessili. Büyük dedesi Zeynelabidin Ali bin Hüseyin. Malum Kerbela’dan kurtulabilen tek kişi. Ehl-i Beytin Emeviler döneminde yaşadıkları ortada. Ehl-i Beyt, peygamber ailesi. Emeviler her tarafa hüküm sürmüş. İmam-ı Azamın da hocası kendisi. Ehl-i Beytin sıkıntıya maruz kaldığı bir dönem. Burada daire-i esbapta kuvvetli bir kuvve-i manevi lazım kendi için veya Ehl-i Beyt için veya Ehl-i Beyti sevenler -ki her mümin sever- için. Orada vaziyet kötü de gözükse sıkıntı da gözükse “üzülmeyin şu manalar, bu dersler var, bu da geçecek şu, şu şöyle istikbalde şöyle bir fütuhat olacağına buradan bir telmih bir işaret çıkıyor” şeklinde kuvve-i maneviye ve direnci sağlam tutmak amaçlanmış. Tıpkı Mehdi hadislerinde olduğu gibi.

Muhyiddin-i Arabi de böyle yapmış. Osmanlının son döneminde Bursalı İsmail Hakkı Bursevi mesela Esrarü’l-Huruf diye galiba böyle bir çalışma yapmış. Bediüzzaman hakeza. Bediüzzaman Barla’ya sürülmüş. Risalelerin telifine başlamış. Barla’da etrafında o risaleleri okuyan bir kitle de oluşmuş. Bir yandan duyuyor; “imana şöyle bir saldırı var. Haşri inkâr eden şöyle şeyler var. Ders müfredatı değişmiş haşa Allah’ı inkâr eden, maymun atamız, biz onun neslindeniz” filan diye böyle şiirlerle ilkokul çocuklarına güya küfrani bir anlayışın düşünüşün empoze edildiği bir ortam. Bütün bunların haberini alıyor Bediüzzaman. Buna karşı yazdığı risalelerle o küfrani taarruza karşı iman hakikatlerini, Kur’an hakikatlerinin muhafazası ve müdafaası namına eserleri yazmış.

Bu eserler sahipsiz de kalmamış muhataplar bulmuş Barla, Isparta civarında. Ve giderek Ege’nin daha geniş bölgelerine doğru da yayılmış. Durum bu iken ne oluyor? Isparta’ya sevk ediliyor. Oradan da hepsi toplanıyorlar güya bir gizli şey kurmuşlar ve devleti yıkma teşebbüsüyle bu eserler yazılmış gibi. Haşir Risalesi neresiyle devleti yıkacak? Mucizat-ı Kur’aniye risalesinin neresiyle devleti yıkacak? Sünnet-i Seniyye risalesinin neresiyle devleti yıkacak? Bediüzzaman, “Menemen’in bir taklidini, bir kopyasını üzerimizde denemek istediler” diyor. Oradan Afyon’a sevk ediliyor, Afyon’dan Emirdağ’a sevk ve saçma sapan gerekçeler üreterek idam talebiyle yargılıyorsunuz. Şartlar bu.

BEDİÜZZAMAN’I EBCED VE CİFİRLE İLGİLENDİREN ŞARTLAR

Bediüzzaman ve talebeleri hapiste idamla yargılanıyorlar. Dışarıya bakarsak, Kur’an harfleri yasaklanmış, öğretenler mücrim sayılıyor ve hapse atılıyor. Medreseler kapatılmış, neşriyat darmadağın edilmiş, dergahlar, tekkeler kapatılmış. Sarıkla gezeni, şapka giymeyeni hapse atıyorlar. Ezana müdahale edilmiş, hutbeye müdahale edilmiş, dini kitaplar darmadağın edilmiş. Kimisi hurda halinde hurda kâğıt olarak satılmış filan vs. Böyle bir dine, dini hayata, dini esasları ve dinin bütün göstergelerine dönük devlet eliyle külli bir taarruzun olduğu bir dönem. Ve siz hapistesiniz ve idamla yargılanıyorsunuz. O istihraçlar o şartlarda yazılıyor. Tıpkı Cafer-i Sadık ve sonraki ebcet ve cifirle daha fazla meşgul olanların durumuna benzer şekilde.

Bunlar çok rahat dönemlerde, asıl meseleyi bırakmışlar da böyle hurufi bir sapma içerisinde teferruatın teferruatını merkeze yerleştirmişlerki. Böyle bir şey yok. İşte Sözler, Risale-i Nurların en baş eseri. Sözler’in neresinde cifir, ebcet var? İkinci olarak Mektubat, temel risalelerin neresinde var? Eskişehir hapsi şartlarında 1. Şua’da bu mesele var.

Hapis şartları var. Daire-i esbapta baktığımızda gelecek adına, İslam açısından küfür her tarafı tutmuş ümit namına elle tutulur bir şey yok denilen bu şartlarda ehl-i imanın kuvve-i maneviyesini muhafaza etmek özelde de yanında, onunla birlikte hapsedilmiş Nur Talebelerine “bu devran böyle gitmez bu böyle olmayacak”, bu noktada bir ümit vermek sadedinde yazılmış.

28 ŞUBAT’TA SAKAL VE BIYIKLARIN KESİLDİĞİNİ, GÜMÜŞ YÜZÜKLERİN ELDEN ÇIKARTILDIĞINI GÖRDÜK

Şimdi bugünün şartlarında konuşmak çok kolay. 1935 yılında, bugün Bediüzzaman’a 1. Şua’da o istihraçlarından dolayı laf edenler 1935 yılının şartlarında yaşasalardı acaba ne yapacaklardı? Bir 28 Şubat şartlarında kimlerin neler olduğunu gördük. Kaç sakalın kesildiğini gördük, kaç bıyığın kesildiğini, kaç gümüş yüzüğün elden çıktığını gördük. Kaç şeklin şemalın değiştiğini gördük. İslami yayıncılığın tarzı bile değişti. Kişisel gelişime döndü 28 Şubat şartlarında. O kadar kolay mı bu meseleler? Burada şimdi bu rahatlığın içerisinde laf etmek kolay. 1935’te olsa ne olacaklardı acaba? Bediüzzaman gibi küfrün karşısında dimdik durabilecekler miydi idamla yargılanırken? Yoksa yüzlerce, binlerce kişiyi teslim olmuş, boyun eğmiş, savrulmuş veya başka diyarlara kaçıp gitmiş olarak mı görecektik? Şimdi bu şartlarda yazılıyor. Bir eli yağda bir eli balda olarak değil. Kendine veya Risaleye bir paye biçerek değil. Ümitlerin darmadağın olduğu şartlarda küfre karşı direnci ve hizmet-i imaniyede gayreti muhafaza etmek için yazılıyor.

SEZAİ KARAKOÇ RİSALE-İ NUR OKUYUNCA ÖNCE TEPKİ VERİYOR SONRA “ANLADIM” DİYOR

Bu noktada -Allah ebeden razı olsun- Sezai Karakoç’u anlıyor ve takdir ediyorum. Sezai Karakoç’un Risale-i Nur ve Bediüzzaman’la ilgili çok güzel tespitleri vardır. Yanılmıyorsam İslam’ın Dirilişi’nde şunu söyler. “Risale-i Nur tek başına İslam kültürü külliyatıdır” diyor. “Tek başına, insanların bütün o darmadağın olan şartlarda İslami düşünüş ve miras içerisinde kalmalarını temin etti” diyor. Bu manada bir sözü var. Veya “ihlas mihveri etrafında dönmesi meselenin en hayati, en can alıcı noktasıdır” diye gene tespiti var. Ama o günlüklerinde Diriliş’in yayınlandığı dönemlerde günlüklerden parçalar yayınlıyordu. Orada bunu da ifade ediyor. Bütün risaleye dair ciddi bir tetebbuatı olduğunu biliyoruz zaten. TV111’de program yapmıştır şair Suad Alkan Ağabey de bu noktada birebir hem dostlukları vardır hem şahitlikleri vardır buna dair.

Sezai Karakoç, “ben risaleleri sıra içerisinde okuyordum” diyor. Sikke-i Tasdik-ı Gaybi’ye gelmiş “bu bahisleri okurken rahatsız oldum” diyor. Mana itibarıyla söylüyor ilk anda. “Olmasaydı bunlar ne gerek vardı bunlara diye. Sonra dedim ‘ben bugünün şartlarında bunu söylüyorum. Yazıldığı dönemin şartlarına bir gideyim bakayım. Rahatsız olsam da o günün şartlarında Bediüzzaman bunu niye yazmış anlayabildim” diyor. Bu insaf nazarıyla bakan bunu görebilir. İlla Sezai Karakoç olmak gerekmiyor. Ama Sezai Karakoç’un bu tavrından ve ahlakından ders alabilmek gerekiyor.

İLAHİYATÇILAR VE DİYANET EBCED VE CİFİRİ REDDETMİYOR

Birkaç nokta var bununla ilgili belki söyleyeceğimiz. Birincisi bu problemli bir şey olsa İslami ölçüler dahilinde haşa cifir, ebcet gayrı meşru şeyler ve bunlar ile meşgul olmak ve bunlardan istihraçta bulunmak dalalet olsa sapkınlık olsa… Bediüzzaman mahkemelerden mahkemelere sevk edildi. O eserlere ceza verdirmek için bekleyen savcılar vardı. Bilirkişilere gönderildi o eserler. O bilirkişiler de neticede ilahiyat camiasından veya diyanet içerisinde görevi olan alim kişilerdi. Onlar “cifir diye bir ilim yoktur, ebcet diye bir şey yoktur. Bu İslami gelenek içerisinde asla yeri olmayan astarı olmayan şeylerdir bu bir “sapkınlıktır diye böyle bir rapor yazdılar mı? Yazmadılar. Çünkü İslami ilimler içerisinde, merkezde olmamakla birlikte böyle ilimlerin olduğunu İslami gelenek içerisinde bu şekilde ayetlerden tevafuklar ve harflerin sayısal değeri üzerinden bir takım dersler, çıkarımlar olduğunu biliyorlardı.

SÜNNETTE DE VAR

Sayısal değerleri de bu ilim çerçevesinde sabit değil mi?

Kafasına göre bir değer değil. Bir ilmi var bunun.

Bu bile iddia edenler var çünkü.

Bunun bir ilmi var. Hangi harf nasıl okunur, nasıl toplanır filan vs. bunun bir ilmi var. Kaldı ki mesela bununla ilgili Eş-Şeceretü’n-Nu’mâniyye diye bir eser vardır Muhiddin-i Arabi’ye atıfla. O yazmış mıdır kesin değil ama meşhur bir eserdir. Eş-Şeceretü’n-Nu’mâniyye Osmanlı tarihi içerisinde çok okunmuş bir eserdir. Çünkü orada Kur’an ayetlerinden çıkarımlarla, istihraçlarla, remiz ve işaretlerle Osmanlının yarınına dair bir tarih okuması var. Eş-Şeceretü’n-Nu’mâniyye bir inkarızdır neticede. Başlayan her şey biter. Ve bu bir dönem yasaklanmış. Çünkü hanedanın bitişine atıf şey yapıyor diye. Asırlarca var olagelmiş böyle bir kitap.

Bu gelenekte yeri ve karşılığı olan bir şey. Bazıları sünnete dayalı olduğunu inkar ediyorlar. Hayır, orada da var. Yahudiler geliyor “senin ümmetinin ömrü kısadır” diyorlar. Huruf-u mukattadan hareketle. Resulullah başka ayetleri okuyor ve o zaman Yahudilerin morali bozuluyor. Böyle haberler var. Bazıları tutup kabalar filan bilmem ne diye bunu İslam dışı ilan edip Yahudilikle ilişkilendirme gibi bir tutum var. Oraya çok detaylı girilir de şu an girmeyeceğim. O da ayrı bir problem.

Hz. Musa bir peygamber. Sonradan tahrif edilmekle birlikte -tahrif edilmiş haliyle kabul etmiyoruz- ama Hz. Musa’ya indirildiği haliyle Tevrat’a inanmak bir Müslüman olarak bizim imanımızın, kitabullaha imanın esaslarından, cüzlerinden biri. Dolayısıyla bu anlamda baktığımızda İslami miras içerisinde daha önceden olan bir şeyin faraza öyleyse dahi geçmişi de varsa dahi bunun batıl olduğu anlamına gelmiyor. Burada olan bir şey Kur’an ve sünnet ölçülerine uymuyorsa, Kur’an ve sünnet tarafından yasaklanıyor ve reddediliyorsa bizim için mesele biter.

NAMAZ KILMASI İÇİN ÇABA GÖSTERMEK YERİNE ALNI BEŞ VAKİT SECDEYE İNEN İNSANIN KAFİR OLDUĞUNU İSPAT ETMEYE ÇALIŞIYORLAR

Onun dışında cahiliye şartlarında onun içerisinde örfi olan çok şey var. Takriri sünnet diye bir şey vardır. Efendimiz ondan nehyetmemiş. Bu çok teferruatlı bir şey girmeyeceğim. Ama niyet, bunu din dışı, İslam dışı, gelenek dışı bir şey haline getirmek. Milyarlarca insan var İslam davetine çağrılması gereken. Senin yaşadığın ülkede Allah’a iman, melaikeye iman, ahirete iman noktasında kafası karışık çok insan var. Ve bırakalım beş vakit namazı Cuma namazı kılmayan veya bayram namazı kılmayan milyonlarca insan var. Bütün bunları bırakıyorlar bu işlerle uğraşıyorlar. Namaz kılmayan insanı namaz kılması için çaba göstermek yerine alnı beş vakit secdeye inen insanın aslında kafir olduğunu ispat etmeye çalışıyorlar. Caminin içinden adımını atamamış insanı camiye davet etmek yerine caminin içindeki insanını “aslında bu müşriktir bilmem ne” demeye çalışmak. Bu apayrı hastalıklı bir ruh hali.

Şimdi bu gelenekte yeri olan ilk defa Bediüzzaman’ın yapmadığı, Cafer-i Sadık gibi Muhyiddin-i Arabi gibi arada başka bir çok ismin meşgul olduğu klasik İslami ilimler içerisinde asıl olmamakla birlikte o Tertibü’l-ulum içerisinde ismi zikredilen, kendi içerisinde bir sistematiği olan, bir usulü olan bir şey bu cifir ve ebcet. Bediüzzaman da buna riayet ediyor.

BEDİÜZZAMAN’A BUGÜNÜN MUTEZİLESİNİN BİR SALDIRISIDIR

Elhüccetüz-Zehra’ya bakalım. Şimdi bunu birileri kabul eder veya etmez. Ama mesela “vela radbin ve la ya bisin illa fi kitabin mubin”, “yaş ve kuru her şey Kitab-ı Mübîndedir” ayeti. Kitab-ı Mübîni bazıları levh-i mahfuz diye tefsir etmişler bazıları Kur’an diye tefsir etmişler. Levh-i mahfuz da desek Kur’an’ın nüzulü, ayetleri o levh-i mahfuz manasının gene içerisinde.

Risalede hep vurgulanan bir şeydir, Mutezile ile Ehl-i Sünnet arasındaki meselelerden biridir. Ahmet İbn-i Hanbel bunun için iktidara yaslanan Mutezile tarafından öldürülmek istenmiştir. Kur’an mahluk mudur değil midir? Kur’an mahluktur, yaratılmıştır dediğinde ne olacak? Bu defa zaman ve mekan sınırları içerisine sokacaksın. O zaman bugün öyle yarın öyle açık bir durum olacak. Dikkat ederseniz bugün de bunu yapanlar Mutezile kafalarıdır, tarihselcidir bunların bir kısmı. Bu noktada Bediüzzaman’a olan saldırı Ehl-i Sünnet geleneği içerisinde sağlam duruşu temsil eden bir Müslümana bugünün Mutezilesinin bir saldırısıdır. Ve bu Mutezile güya İslami ana damarı o ümmetin cedde-i kübrasını temsil eden alimleri güya yanılmakla suçlarken, iktidar gücüne yaslanıp güçle kendi hükmünü dayatma uygulamasını, mihne uygulamasını onlar yapmıştır.

Dünün mutezilesiyle aynı görüyoruz. Fethullahçılığın bir büyük zararı olmuş bu ümmete, onu Ehl-i Sünnete fatura etmek, Bediüzzaman’a, tasavvufa bütün o İslam mirasının o Ehl-i Sünnet çizgisinin taşıyıcısı ilim geleneğine bunu fatura etmek istiyolar. Oradan iktidara bir selam çakmak. “Bunlar kötü bu darbe yapmaya kalkan işte bundan dolayı yaptı. Aslında bunların hepsi de aynı şekilde sen bana güven ben senin şeyin olayım. Ama ben istiyorum da bunlar olmasın da bir daha böyle yaşamaman için bunların hepsini yık geç” demek istiyorlar.

“İKTİDAR BENİM DEDİĞİMİ YAPSIN, BENİM GİBİ DÜŞÜNMEYENİ EZSİN, MEYDAN BANA KALSIN”

Şu anda yaşananlar tam olarak bu…

Evet, Mutezile karakteri bu. Memun, Mutasım’ın arkasına saklanarak da bunu yaptılar. Bugün de aynısını yapmaya çalışıyorlar. Kendilerini herkesten daha özgürlükçü, Ehl-i Sünnet iradeyi kayıt altında tutuyormuş da, hele ki Eş’ari daha da kayıt altında tutuyormuş da İslam ümmeti bundan dolayı perişanmış da. Ulan Maturidi, Eş’ari itikadı, Ehl-i Sünnet itikadı bu ümmetin merkezindeyken üç kıtadan o fetihler oldu. Selçuklular Mutezile miydi? Osmanlı Mutezile miydi? Böyle anakronik saçma sapan bir tarih okuması.

“Ben modern, pozitivist, rasyonalist muktedirlerin karşısında yenik bir zihnin adamıyım, ezik bir zihinle ben ezik bir akılla düşünüyorum.” Bunu diyemiyor. Tutup kendisi özgür aklın ve özgür iradesinin temsilcisi buna karşılık Ehl-i Sünnet çizgisi hep arıza çıkaran, ümmetin başına bela olan, ümmetin tedennisinin sebebi olan Fethullahçılığı üreten, bilmem ne böyle şeyler oluyor. Ve de bu söylemler üzerinden “iktidar benim dediğimi yapsın, benim gibi düşünmeyeni ezsin, meydan bana kalsın” demeye getiriyor.

KUR’AN SEMASINDAN MANALAR HER ASIRDA İHTİYACINA GÖRE MÜMİNLERİN DÜNYASINA, AKILLARINA, KALPLERİNE İNMEYE DEVAM EDİYOR

Mesela Bediüzzaman’ın önümüze koyduğu bir şeydir. Kur’an’ın nüzulü 23 senede tamamlanmıştır Efendimiz aleyhissalatü vesselama 23 senede Kur’an indirilmiştir. Efendimiz aleyhissalatü vesselam ümmete Kur’an’ı tebliğ etmiştir. Efendimiz aleyhissalatü vesselama nazil olmuş, Efendimiz aleyhissalatü vesselamın bütün ümmetine tebliğ ettiği Kur’an’ın manaları ise bitimsiz bir okyanustur. Bitimsiz bir hazinedir. Bütün zamanlarda ihtiyacına göre her asırda, her zamanda müminlerin akıllarına, müminlerin kalbine o Kur’an’dan manalar nasıl semadan damlalar her asırda yağmur damlaları rahmet olarak inip maddi anlamda bereket oluyorsa Kur’an, Bediüzzaman’ın böyle harikulade bir tarifi de vardır. “Kendisine indirilmiş dinin temsilcisi” diyen ve kendinden başka herkesi “uydurulmuş dinin mümessili” gören biri Bediüzzaman’ın bu cümlesine laf söylemeye çalışmıştı, araya bir de kelime ekleyerek böyle bir tahrifle.

Bediüzzaman diyor aynı şekilde; nasıl semadan yağmur maddi anlamda bereket, rahmet vesilesi oluyorsa işte Kur’an insanlık semasını ve bütün zamanları, bütün mekanları kuşatmış şekilde ve o Kur’an asumanından o Kur’an semasından manalar her asırda ihtiyacına göre müminlerin dünyasına, müminlerin akıllarına, müminlerin kalplerine inmeye devam ediyor. Yazılmış binlerce tefsir her asırda bunun bir nişanesi. Kısacık bir yedi ayetlik Fatiha süresi üzerine binlerce tefsir yazılmış, yazılmaya devam ediyor. Nasıl bir bereket, bitimsiz bir hazine, bitimsiz bir okyanus. Muazzam bir semavi bereket olarak bu manalar devam ediyor.

BEDİÜZZAMAN’IN KUR’AN’LA HEMHAL OLUŞUNU BURAYA İNDİRGİYORSAN KUSURA BAKMA SEN ALÇAKLIK YAPIYORSUN

Bediüzzaman, “Rabbimizin kelam-ı ezelisi bitimsiz bir ikram ve hazine bizim için” diyor. Bunların mana-ı sarihi vardır. Her bir ayetin asıl dersleri vardır. Asıl, açık en temel daveti manası vardır. Nasıl bir ağaç gibi düşünürsek orada da ağacın bir gövdesi var. Kökler ve gövde sonra dallar var. Dalların budakları var. Budakların daha da küçük dalcıkları var.

Mana-ı sarih ana gövdeyi temsil ediyor. Ondan sonra o mana-ı sarihe bağlı teferruatı dallar anlamına geliyor. O asıl mananın yanında dallar, o dalların budakları mahiyetinde böyle tabaka tabaka anlam mertebeleri söz konusudur Kur’an için, Kur’an’ın her bir ayeti için.

Bu anlam mertebelerinden biri. Tekrar vurguluyoruz. Asıl değil. 15. Şua Elhüccetüz-Zehra’nın son kısmını okuyorum. Çünkü bundan sonra işte o istihraçta bulunduğu 1. Şua gelecek. Onun izahını hazırlıyor. Burada hakikati olan, bir asla dayanan gelenekte yeri olan bir şey bu. Ben yalan ve yanlış, sapkın bir şey yapmıyorum dersi var burada. Bu mana içerisinde yaş ve kuru her şey varsa Kitab-ı Mübinde, Kur’an kitabın bir manası Kur’an’ı da ifade ediyorsa, Kur’an’da geleceğe dair de haberler açık ve net. Bu yarın olacak, ertesi gün bu olacak söylemiyor. O noktada açık bir haber saat-i kıyamete dair. Orada sürekli nazarımız ona çevriliyor. Bu dünya geçici, hesap var, o güne, o gün Rabbinizin huzuruna nasıl çıkacağınıza odaklanın, ona hazırlanın. O haber tartışılmaz sürekli hatırlatılır.

Şu dünya hayatında da gelecekte neler olacak buna dair, asıl mananın dalının budakları sadedinde diyor her asra dair böyle işaretler, remizler yaş ve kuru her şey içinde olan o kelam-ı ezelinin içinde bulunur. Bu akla mantığa aykırı mı? Değil. Bu itikada aykırı mı? Değil. Madem Kur’an, kelam-ı ezelidir, Kur’an’da böyle bir hasiyet beklenir.

Ondan sonra diyor ki Bediüzzaman, “yazdığım risalede biz demiyoruz ki ayatın mana-ı sarihi budur.” Gele gele 1. Şua’ya gelenler sanki böyle bir şey de var. Bunu ilk Yaşar Kutlay yazmıştır. O makale denilen iftiraname, çarpıtma sonraki o bütün yazılanlar bunun papağanıdır diye söylüyorum hala o papağanlık devam ediyor.

İşaratü’l-İcaz’ı okudun mu? Okumadın. Bismillahirrahmanirahim 114 defa okunuyor, Kur’an okunurken her bir surede. Bunun tefsiri sadedinde 1.Sözü okudun mu? Okumadın. Rum suresi 50. Ayetinin dersiyle Haşir risalesini okudun mu? Okumadın. Kur’an’ın kelamullah oluşunun yine bir dersi olarak 12. Söz, 13. Sözü okudun mu? Okumadın. Mucizat-ı Kur’aniye risalesi olarak 25. Sözü okudun mu? Okumadın. Kur’an’ın hakkaniyeti üzerine 20. Sözü okudun mu? Okumadın.

Şimdi Bediüzzaman ve Kur’an denilince kardeşim elinde kapı gibi İşaratü’l-İcaz’ı görmeyen gözün, elinde kapı gibi Sözleri görmeyen gözün, bütün bunları görmüyor gele gele Şuaların sonunda orada 30 civarında ayetten yapılan istihraçları görüyorsa ve Bediüzzaman’ın Kur’an’la hemhal oluşunu buraya indirgiyorsan kusura bakma sen alçaklık yapıyorsun.

BEDİÜZZAMAN’A DÜŞMANSIN SEN, DÜŞMANLIĞINI MALZEME BULUP BAŞKALARINA DA ZEHİRLEMEK İSTİYORSUN

Bir kere sıralamaya bakarsın. Bu adam önce ne yazdı? Önce Muhakemat’ı yazdı. Kur’an’ı anlamada bir usul çalışması olarak. Önce tefsir mukaddimesi diyor zaten. Sonra ne yazdı? İşaratü’l-İcaz tefsirini yazdı. Sonra? Sözleri yazdı. Sonra? Mektubat’ı yazdı. Sonra? Lem’alar’ı yazdı. Sonra? Eskişehir hapsinde idamla yargılandıkları o karanlık şartlarda 1.Şuaları bu istihraçları yazdı. Adamın derdinin bu olmadığını anlarsın değil mi? Sıralamaya bak en sonunda ve de çok karanlık bir zamanda. Burada buna indirgemediği apaçık ortada. Kur’an’ın ana manası üzerine zaten bir ömür verdiği, bunun için kendi anladığı bir şekilde bunu ümmetle paylaşmak için yazdığı ortada. Ve sorun arıyorsan al sana İşaratü’l-İcaz, Muhakemat. İşaratü’l-İcaz’dan başlamalı. İlk sorunu orada bul. Gel Sözlere, Mektubat’a devam et. 1.Şuayı hepsinden sonra gel. Hala vicdanın elveriyorsa diyeceğini de Bediüzzaman’a.

Kur’an’dan aldığı dağ gibi ana dersi görmeyip zor zamanın şartlarında Kur’an’dan bir teselli ve ümit namına yazılmış bir şeyi bağlamından ve yazılış sebebinden kopartarak sanki bütün mesele buymuş gibi, buraya indirgiyorsan bütün o hayatı ve bütün o emeği… Bir kere bu senin gözün, ayıp arayan göz, senin gözün güzellik görebilen bir göz değil. Sen iyi niyetli değilsin. Senin derdin Bediüzzaman’ı anlamak değil. Sen Bediüzzaman’ı kafadan mahkum etmişsin zaten. Zaten Bediüzzaman’a gıcıksın sen. Bediüzzaman’a düşmansın sen. Düşmanlığını malzeme bulup başkalarına da zehirlemek istiyorsun.

RİSALE-İ NUR DA ONLARIN İÇİNDE BİR FERTTİR

Burada Bediüzzaman söylüyor zaten. “Demiyoruz ki biz ayatın mana-ı sarihi budur.” Manayı sarih namına İşaratü’l-İcaz’dan başlayarak yazdıkları ortada, buyur önce onları bir oku. “Biz demiyoruz ki, ayatın mana-yı sarihi budur. Ta hocalar ‘fihi nazarun’ desin. Hem dememişiz ki, mana-yı işarinin külliyeti budur.” Mana-yı sarih budur demiyoruz. Diyemez zaten Bediüzzaman böyle bir şey demez zaten demiyor da zaten.

Ki mana-yı işari var mı? Var. Bütün İslami gelenek içerisinde bu olagelmiş. Şunu da diyor bak. “Mana-yı işari budur” da demiyoruz. “Mana-yı işarinin külliyeti budur” demiyoruz diyor. Bediüzzaman Eski Said’den Yeni Said’e dönüşümünü “mesail-i mantıkiyeden bu dört kelime benim sırr-ı ehadiyet-i inkışafımın vesilesi ve Yeni Said’e dönüşümünün anahtarlarından biri” olarak zikreder Mesnevi-i Nuriye’de. Külliyetin ne anlama geldiğini burada külliyet derken neyin kastedildiğini bir kere bilmez veya anlamaz bugünkü laf söyleyen kimseler.

Külliyet dediğimiz ise mesela ağaçlar dediğimizde külliyettir. Bütün ağaçlar. Yapraklısı yapraksızı, meyve vereni vermeyeni, çiçek olanı olmayanı, Türkiye’de olanı Patagonya’da olanı. Dünyanın neresinde olursa olsun bütün ağaçlar o külliyetin içerisindedir. Burada diyor “demiyoruz ki külliyeti budur.” Mana-yı sarihi zaten budur demiyoruz, demez zaten. Mana-yı işarisi de budur demiyoruz oradaki istihraçlarda. Mana-yı işarisinin külliyeti budur demiyoruz. Ne diyoruz? Belki diyoruz ki, mana-yı sarihinin tahtında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da mana-yı işari ve remzidir. Ve o mana-yı işari de bir küllidir. Her asırda cüz’iyatları var. Şimdi bütün asırların bunda hissesi var. Her kıtadaki, coğrafyadaki ağaçlar gibi düşünelim her nevden ağaçlar gibi bütün asırların hissesi var. Her asırda her Müslümanın İslam yolunda Allah için yazılmış her eserin bundan nasibi var.

BU BENİM DEĞİL RİSALE-İ NUR’UN KERAMETİDİR

Burada çıkıp bunların hepsini bertaraf edip mana-yı sarihi zaten göz ardı etmiş mana-yı işariyi bütün o asırlardaki hissesini göz ardı etmiş. Bu asırda da sadece Risale-i Nur’la ilgili böyle bir şey söylemiyor. Mana-yı sarih bir kere ana gövdedir, nazarlar esas ona bakmalıdır. Mana-yı işarinin külliyeti var. O külliyetin içinde müteaddit tabakalar var. O tabakalar içerisinde her asra bakan bir vecih var. O her asırdaki bu manada onun cüziyatları var fertleri var. Risale-i Nur da onların içinde bir ferttir.

Buradan her şeyi bırakıp da sırf Risale-i Nura hasrediyor, indirgiyor böyle bir şey söz konusu değil. Neyi niye söylediği neyi niye yaptığı belli. Anlamak isteyen burada tam bir Müslümanca bir hassasiyet içerisinde zaman ve zeminin şartları ve ihtiyaçları içerisinde bir şey olduğunu görür. Zaten sonrasında diyor ki “o mana-yı işari de bir küllidir. Her asırda cüziyatları var. Ve Risale-i Nur dahi bu asırda o mana-yı işari tabakasının külliyetinde bir ferttir. Bu asırda da Allah namına kim hizmet etmişse hepsinin gene o işari manalarda hissesi var. Risale-i Nur’da hissesi olanlardan biridir.” Olay bundan ibarettir.

Devamında böyle izah ediyor gidiyor. Daha birçok şey söylüyor. Bununla ilgili belki bir noktada ilaveten şunu söyleyebilirim. Malum hani bilirkişilere vs. gittiğinde böyle diyanet veya alimlerle ilgili bu mahkemelerde “gelenekte böyle bir şey yoktur, böyle bir şey dememişler” denilmemiş. Onların diyebildiği şu. “Buradan kendi ve eseriyle ilgili böyle bir şey çıkarması böyle bir hodfüruşluk, böyle bir makam içeriyor. Yakışık almıyor.” Bunu söylemişler sadece.

Bediüzzaman da onu bir hüsnü zanla izah ediyor. Tamamen sahip çıksalar yanlı ve bu da sahip çıkmış diye kötü yorumlayabilirler. Emirdağ’da bu manada böyle bir şey var. Bu manada söylemişlerdir diye bir böyle hüsnü zanla bakıyor. Ama yok hayır öyle değil bunu ben gerçekten benim nefsime mal etmek için kendim bir makam biçmek için söylediğimi düşünüyorlarsa diye bu defa da “asla ve asla böyle bir niyetle yazmadım” diye değişik mektuplarda bunu ifade ediyor.

Mesela bunlardan birinde diyor, “bu sekiz parçayı Ankara ehli vukufu tahkik etmiş itiraz etmemişler. Yalnız bu yazılmamalıydı. Keramet sahibi kerametini yazamaz. Ben de onlara cevap verdim ki. Bu benim değil Risale-i Nur’un kerametidir. Risale-i Nur ise Kur’an’ın malıdır ve tefsiridir.” Bir kere orada bir güzellik varsa benim değil ki hata eksik kusur varsa benden. Orada ne hakikat varsa Kur’an’ın dersi. Ben bunu nasıl kendime mal ederim? Rabbimin kelamından alınmış bir hakikati nasıl “benim keşfim” diye, “ben buldum, ben söyledim” diye söyleyebilirim. “Ondan sonra böyle dedim onlar sustular. Demek kabul ettiler” diyor.

O DÖNEM RİSALE-İ NUR’A RAPOR YAZANLAR OSMANLI DÖNEMİNİN MEDRESELERİNDE YETİŞMİŞ ALİMLERDİ, KEMALİZM’İN ENFEKSİYONUNU KAPMAMIŞLARDI

Bugün olsa televizyonlarda sağda solda konuşan şeyler görüyoruz. Kim bilir ne zehir zemberek şeyler yazacaklardı? Bediüzzaman’ın haşa kendine vahiy aldı peygamber görüyor diye iftiralardan isim vermiyorum bazı tipler var. Yok Kabalistti, bilmem Yahudi yapmaya kalkan var. Mürtet ilan etmek, müşrik ilan etmeye kalanlar olacaktır.

Peki, o günün o alimleri niye bunu yapmadılar? Bunun da ayrıca ben önemli bir soru olarak kaydedilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü onlar Osmanlı döneminin medreselerinde yetişmiş alimlerdi. Dolayısıyla İslami gelenek içerisinde neyin ne olduğunu, niye söylendiğini bilip takdir edebilecek durumdaydılar. Kemalizm’in iğdiş etmediği, eğitimleri Kemalizm’in iğdiş edici baskısına maruz kalmamış olan, Kemalizm’in enfeksiyonunu kapmamışlardı İslami ilimler tahsilinde. Sonrasında hayatlarında sıkıntılar olmuştur. Korkuyla veya başka şeyle. Biz şimdi şey olmazsak daha beter şeyler olur. Bir mani olabiliriz. Hayra yönlendirebilirim. Çok değişik sebeplerle. Resmi ulema içerisinde o tek parti şartlarında olmuş olabilirler. Ama neticede bunlar Osmanlı alimleri, Osmanlı döneminde ilim ehli olmuşlar. Medreselerinin eğitimlerini geçmişler. Eğitim alırken, zihniyetleri biçimlenirken, düşünceleri muhakemeleri biçimlenirken Kemalizm tarafından enfeksiyona maruz bırakılmamışlar. Kemalizm’in bıraktığı, ürettiği hepimize zerk edilen o virüsler onların eğitiminde bulaşmamış. Dolayısıyla özü itibariyle bir sorun olmadığını görebiliyorlar.

Ama bugünküler Bediüzzaman’a her türlü şeyi söylemeye kalkıyor. Rapor olarak verilse belki zehir zemberek iftiralar, ithamlar da yazacaklar. Bediüzzaman’ın hatası değil. Kemalizm’e yenik, Kemalizm tarafından biçimlendirilmiş modern Müslüman ilahiyatçı idrakinin enfeksiyonu halinin problemi bu.

BU SAYEDE MÜMİNLERİN ÜMİDİ KAVİ OLACAKSA, KÜFRÜN KARŞISINDA SEBAT EDECEKLERSE, METANET GÖSTERECEKLERSE…

Bediüzzaman diyor ki. -Ne kadar açık ve net- “Gerçi bu çeşit ikramlar yazılmasaydı daha münasip olurdu.” Zaten derdinin bu olmadığı dedik. Muhakemat, İşaratü’l-İcaz, gel, gel her şey bitmiş. Ve idam talebiyle yargılandığınız o zor şartlarda ve memlekette İslam namına her şeyin mani olunan şartlarda bunu yazmışsınız. Ben de meraklı değilim bu şeylere. Gerçi bu çeşit ikramlar yazılmasaydı daha münasip olurdu. Peki, niye yazdın o zaman? Sezai Karakoç’un o doğru anlayışının izahı var aynı şekilde. “Fakat bu kadar hadsiz muarızlar ve çok kuvvetli ve kesretli düşmanlar karşısında az ve zayıf olan bizlere kuvve-i maneviye ve gaybi imdat ve teşci, cesaretlendirici ve sebat ve metanet vermek için mecburiyet-i kat’iye oldu ben de yazdım.” Hani bayılmıyorum ben. Çok da meraklı değildim bunları yazmaya.

Şartlar bu, bu şartlarda hadsiz muarızlar var, imana karşı İslam’a karşı külli bir taarruz, hadsiz muarızlar çok kuvvetli ve kesretli düşmanlar karşısında az ve zayıf olan bizlere kuvve-i maneviye ve gaybi imdat ve teşci ve sebat ve metanet vermek için. Buradaki sıfatların her birinin altını çizmek lazım. “Bütün bunlar için mecburiyeti kat’iye oldu ben de yazdım. Benim benliğime bir hodfuruşluk verip sukutuma sebep olsa da ehemmiyeti yok.” Ayrıca böyle demiş ya. Birileri böyle yorumlayabilir mi? Yorumlayabilir. Bunun da ehemmiyeti yok. Niye? “Bu hizmete ehli imanın dalaleti mutlakadan kurtarmaya lüzum olsa dünyevi hayat gibi uhrevi hayatımı feda etmek bir saadet bilirim.” Benim şahsıma dokunmuş, benim haysiyetime ilişmiş birileri umurumda değil. Bu sayede müminlerin ümidi kavi olacaksa, küfrün karşısında sebat edeceklerse, metanet göstereceklerse bir kuvve-i manevi vesilesi olacaksa, bunu yanlış anlayıp birileri kendine pozisyon biçmek, makam vermek için söyledi gibi şeyler o da diyor benim nefsimin imtihanı olsun. Buna da ehemmiyeti yok. Binler dostlarım ve kardeşlerimin cennete girmesi için cehennemi kabul ederim diye devamında yazıyor. Burada da gene bir imani bir tavır ve fedakarlık var.

Bununla ilgili çok izahları da var. Belki şunu da hatırlatabiliriz bu noktada bir mektubunda ise durum bu iken çıkıp bunu Bediüzzaman malum çoklarına haklarını helal etmiştir buradan kendisine yapılan bir iftirayı helal etmeyeceğini de söylüyor.

BEDİÜZZAMAN TALEBESİNE “MESELENİZ BU DEĞİL. KUR’AN’IN MANA-YI SARİHİNE ODAKLANIN” DİYOR

Diğer bölümlerde siz bu hatırlatmayı yaptınız. Nur Talebelerinin de burada bu dili yaygınlaştırmak, genelleştirmek, bunu kullanmak konusunda da azami hassasiyet göstermeleri gerektiğini ifade etmiştiniz

Bediüzzaman kendisi bunu yazmış o zor şartlarda. Talebesi, benim hemşerim aynı zamanda Ahmet Feyzi Kul bu defa kendince bu manada cifir, ebcetle ilgili bir şey yazmaya kalkmış. 1940’lı yıllar. Hoş karşılamamış Bediüzzaman. “Meseleniz bu değil. Bu mecburiyet-i kat’iye tahtında olan bir şey. Yanlış anladın sen.” Odaklanacağınız nedir? Kur’an’ın mana-yı sarihidir. Mesela 1. Söz, mesela 10. Söz, mesela 25. Söz, mesela 20. Söz, mesela İşaratü’l-İcaz. Buradaki ana derslerdir. Kur’an’dan, odaklanacağınız mesele budur. Orada da böyle bir mana yine ayrıca verilmiş oluyor.

Son bir şey daha söyleyeyim. O istihraçlarda da Bediüzzaman haşa “böyle olacak” demiyor. Gaybı Allah bilir. Tam aksine bir de düştüğü hep kayıtları düşünelim. “Allahu a’lem” diyor. Bak Allah bilir. “Bir manası, bir işareti bu olsa gerektir.” Lâ ya’lemul ğaybe illallâh. Gaybı ancak Allah bilir. Allah’tan başkası gaybı bilemez. Velilmu indallâh ilim Allah’ın indindedir. Allah katındadır. Bütün istihraçları yaparken de o tevhit hassasiyetiyle tekrar tekrar bunu da sürekli söylüyor. Haşa buradan da böyle bir kehanet gibi bir şeyle yazmıyor asla. Bediüzzaman böyle bir şeyden elbette Allah’a sığınır. O hassasiyeti de ayrıca vurgulamış olalım.

Kaynak: Risale Haber