Bediüzzaman’ı Risale-i Nur’a ulaştıran uzun ve çileli yol (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-2)

Bediüzzaman, Sebilürreşad’daki makalesini neşrettiği zaman, hayatının “Birinci Said” olarak adlandırdığı döneminde, şöhret ve itibarın zirvesindeydi. İlmî mübahaselerdeki üstünlüğü dilden dile dolaşıyor, çeşitli zeminlerdeki makale ve hitabeleri ilim çevrelerinde yankılar uyandırıyordu. Sebilürreşad’ın naşiri ve zamanın önde gelen ediplerinden Eşref Edip, o günleri şöyle hatırlıyor:

Üstadla tanışmamız kırk seneyi geçti. O zamanlar hemen hergün idarehaneye gelir; Akif’ler, Naim’ler, Ferid’ler, İzmirli’lerle birlikte saatlerce tatlı tatlı musahabelerde bulunurduk. Üstad, kendisine mahsus şivesiyle yüksek ilmî meselelerden konuşur, onun konuşmasındaki celâdet ve şehamet bizi de heyecanlandırırdı. Harikulâde fıtrî bir zekâ, İlâhî bir mevhibe… Daima işleyen ve düşünen bir kafa… Nakillerle pek meşgul değil. Onun rehberi yalnız Kur’ân. Bütün feyiz ve zekâ kaynağı bu. Bütün o lem’alar doğrudan doğruya bu kaynaktan nebean ediyor. Bir müçtehid, bir imam kadar rey sahibi. Kalbi bir Sahabî kadar imanla dolu. Ruhunda Hz. Ömer’in (r.a.) şehameti var. Yirminci asırda devr-i Saadet-i yaşayan bir Müslüman.[1]

O zaman Medresetü’l-Kuzat’ta talebe olan Temyiz Reisi Ali Himmet Berki, Bediüzzaman’ı “Kelâm ilminde ve lügat ilminde onun bilgisine son yoktu”[2] sözleriyle tarif ederken, Diyanet İşleri Başkanlarımızdan Ali Rıza Hakses, Bediüzzaman’ın birçok ilim dalındaki üstünlüğünü hocasından naklen şu sözlerle anlatıyor:

Hocam Vanlı dersiamlardan Zekeriya Efendi Bediüzzaman’dan sitayişle bahsederdi. Onun bütün fünun-u Arabiyeyi ezberine aldığını; sarf, nahiv, mantık, beyan, bedî’, usul, usul-i fıkıh, usul-i hadis, hikmet dahil bütün ilim ve fenlere vakıf bir allâme olduğunu bana anlatmıştı.[3]

Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, meşhur Babanzade Ahmed Naim Beyin Bediüzzaman’a hayranlığını şöyle anlatıyor:

Daima düşünür, daima tefekkür ederdi. Adeta fevkalbeşer bir insandı. Babanzade Ahmed Naim Bey ondan bahsederken ‘Darü’l-Hikmet’te Bediüzzaman söze başladı mı biz hayran hayran onu dinlerdik’ derdi.[4]

Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi ile Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinin meşhur ulemasından Zeynelabidin Efendinin Bediüzzaman’ı hadis ilmine vukufuyla yad ettiklerini tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı’dan dinliyoruz:

Ben hocam Mustafa Sabri’den sormuştum, ‘Bu zâtı Dârü’l-Hikmete niçin aldınız?’ dedim. O da cevaben ‘Çok iyi ilm-i hadis bilir’ demişti. Yine hocam Ayan âzâsı ve Konya mebusu Zeynelabidin Efendi de Bediüzzaman’ın çok iyi hadis ilmi bildiğini ifade etmişti.[5]

Dört yıllık Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye âzâlığını, Van’daki ilmî faaliyetlerini, şarkta din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversitenin kurulması için giriştiği faaliyetleri, Suriye’nin Emevî camiinde verdiği meşhur Hutbe-i Şamiyesini, doğuda gönüllü alay komutanı olarak Ruslara ve Ermenilere karşı verdiği savaşı ve Kostroma’da iki sene süren esaret hayatını, İstanbul’da İngiliz işgaline karşı verdiği mücadeleyi de içine alan bu dönemde Bediüzzaman sürekli olarak çeşitli gazete ve dergilerde makaleler yazıyor, kitaplar neşrediyor, cemiyetlere girip çıkıyor, ilmî mahfillerde devrin ulemâ ve üdebâsıyla yüksek seviyeli mübahaselerde bulunuyor ve büyük bunalımların içinden geçmekte olan İslâm âleminin ve insanlığın istikbali için çözümler üretiyordu.

Bu sırada Bediüzzaman’ın bütün varlığını esir almış görünen iki büyük ideali vardı:

Birincisi: ilmîsiyle, siyasîsiyle, dahilîsiyle, haricîsiyle her türlü istibdadın kökünü kurutmak ve İslâm âlemini her alanda lâyık olduğu hürriyet-i şer’iyeye kavuşturmak.

İkincisi: maddî ve manevî terakkînin anahtarı olan fennî ve dinî ilimleri bir arada okutarak İslâm âleminin istikbalini hem din, hem de dünya yönünden teminat altına almak.

Fakat Bediüzzaman, âlemi kurtarmaya çalışırken kendi nefsini unutanlardan değildi. Ayrıca, Kostroma’daki esareti müddetince tam bir uzlet içinde geçirdiği uzun kış geceleri de onu zaman ve mekân kayıtlarından kurtararak hem enfüsî, hem de âfâkî alanda derinlemesine tefekkür ve değerlendirmeler yapma imkânına kavuşturmuştu.

Bediüzzaman, hayatında bir dönüm noktası teşkil edecek olan en büyük enfüsî tefekkür ve muhasebe fırsatını ise, önce Eyüp camii ile Yuşa tepesindeki uzletlerinde, sonra da Sarıyer’in Fıstıklıbağlar mevkiindeki ahşap evde buldu. Birinci Said – yahut Eski Said – olarak girdiği bu uzletlerinden, Bediüzzaman, nefsini uzun uzadıya en acımasız sorgulardan geçirerek hırpalamış ve dünya ile maddî rabıtalarından soyutlamış bir şahsiyetle, Yeni Said olarak çıktı.

Bu yoğun tefekküratın ve amansız dahilî muharebelerin meyvesi olarak ortaya çıkan Mesnevî-i Nuriye, dış âlemde büyük bir iman inkılâbını ateşleyecek olan muhteşem bir eserin çekirdeğiydi.

Bediüzzaman’ın bu inziva dönemlerinde, bilhassa Mesnevî-i Nuriye’yi meyve veren dönemde neler yaşadığını bilemesek de, bu dönemde kendisine yol gösteren şeyin ne olduğunu biliyoruz. Bunu hem kendisi, hem de eserleri vurgulu bir şekilde anlatıyor.

Sebilürreşad’daki makalesinde Bediüzzaman hem müelliflerin, hem de okuyucuların nazarını Kur’ân’a çeviriyor, milyonlarca kütüb-ü İslâmiyenin mazhar olduğu rağbeti toptan Kur’ân’a yönlendirmenin çaresini araştırıyordu. Rahmân’ın Arş’ından sarkan ve beşer âleminin her kesimine nasiplerini dağıtan zembillere ulaşmaya çalıştığı bu inziva ve muhasebelerinde, Bediüzzaman bu reçetesini bizzat kendisi uyguladı ve gözüyle, kalbiyle, aklıyla doğrudan doğruya Kur’ân’a yöneldi. Bulduğu şey “Mesnevî-i Nuriye” adını verdiği bir hazine idi ve “Kur’ân-ı Azîmüşşânın Hakimiyet-i Mutlakası” başlıklı makalesinde aradığı cevabın bir hülâsası idi. Bu macerasını eserinde bizzat kendisi özetlerken, bir yandan da, henüz o sıralarda tasavvur safhasında bile olmayan Risale-i Nur’un müjdesini veriyordu:

Ben [Mesnevî-i Nuriye’yi teşkil eden] bu risalelerdeki meseleleri, Rahmân’ın Arş’ından sarkan ve Kur’ân âyetlerinden ibaret olan zembillere çıkmak için vesile ve basamaklar olarak görüyorum. O meselelerden hiçbirisi yoktur ki, başı Kur’ân âyetlerinden birinin ayağına değmesin. Bunlar, ilk olarak şuhudî, hadsî ve zevkî bir surette bana inkişaf eden meselelerdir. Lâkin, göz sahibi nicelerinin boğulduğu o cünun sahrâsına gözü açık bir surette aklımın refakatinde girerken, kalbimin gördüğü şeyleri, aklım, âdeti üzere, kendi ölçeklerine sarıyor, kendi terazisiyle tartıyor ve onlara burhanlar vasıtasıyla tutunuyordu. Onun için, bu risalenin meseleleri, bu cihetten, burhana dayanan istidlâli meselelere benzer hal almış bulunuyor.

Fikir ve ilim cihetinde şaşkınlığa düşenler, kendilerini felsefî düşüncelerin kaygan zemininden kurtaracak bir vasıta olarak bu bahislerden istifade edebilirler.

Hattâ, bu meseleler geliştirilip tanzim ve izah edildiği takdirde, onlardan, bu zamanın fikrî dalâletlerine karşı gayet kuvvetli ve sağlam bir akaid-i imâniye ile yeni bir ilm-i kelâm çıkarmak da mümkün olabilir.

Hattâ, aklı kalbine karışmış, yahut kalbi kesret ufuklarında dağınık vaziyetteki aklına iltihak etmiş kimseler için de, bu meselelerden, demiryolu gibi sağlam ve güvenli bir yol çıkarmak ve Kur’ân-ı Kerimin irşadı altında o yola girmek pekalâ mümkün olabilir. Neden olmasın? Risalelerimde güzellik namına her ne varsa Kur’ân’ın feyzindendir.

Allah’a hamd olsun ki bu yolda Kur’ân benim mürşidim ve üstadım olmuştur.

Evet! Kim ona yapışırsa, kopmaz ve kırılmaz, sapasağlam bir kulpa yapışmış demektir.[6]

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK

 

[1] Birinci Said (Barla Platformu), İstanbul: İstanbul İlim ve Kültür Vakfı, 2011, s.166.

[2][2] Necmeddin Şahiner, Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursî’yi Anlatıyor (İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1993), c. 1, s. 160.

[3] Necmeddin Şahiner, Bediüzzaman Said Nursî ve Nurculuk Hakkında Aydınlar Konuşuyor (İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1979), s. 121.

[4] A.g.e., s. 162.

[5] A.g.e., s. 316.

[6] “İfade-i Meram,” Arapça Mesnevî-i Nurî Tam Tercümesi (müt. Ü. Şimşek), s. 196-197.

 

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: