Bediüzzaman’ın Adalet Hakkındaki Görüşleri ve İbadetle Adaleti Birlikte Zikretmesinin Maksadı

Bediüzzaman adalet ve din konusunu çok kapsamlı ve bir şekilde ele almıştır. O adaleti hem Kur’an’ın kökleştirmeyi hedeflediği maksatlarından biri, hem de aynı zamanda, Allah’ın isimlerinden bir isim ve kainatın sabit ve değişmez hakikatlerinden biri olarak tasvir etmiştir. Adalet, görülen kitap (kevn), okunan kitap (Kur’an) ve uygulayan kitap (Rasulullah) arasında bir irtibat ipi hükmünde olup, ne nesh ne de her hangi bir düzensizlik ve kargaşaya mahal değildir. O hem dünyevî hem de uhrevî boyutu olan bir kavramdır. Başlangıcı tevhid, ortası kulluk ve sosyal dengenin tesisi ve sonu da haşir, öldükten sonra dirilme ve ahireti tasdikten ibarettir demektedir.

Bediüzzaman, siyasî, toplumsal ve fikrî düzeyde büyük ve güçlü meydan okumaların meydana geldiği bir dönemde yaşadı ve İslâm hilâfetinin son bulduğu o en karanlık günlere şahitlik etti. Batının kâinat, madde ve hayat alanında akılları hayrette bırakan ilerlemesinin karşısında İslam âleminin geri kalmışlığının, düşünce ve fikir planında olduğu kanaatini taşıyordu. Bediüzzaman Said Nursî, bir âlimden ziyade, bir fikir ve terbiye insanıdır. Bediüzzaman Said Nursî kendi döneminin meydan okuyan akımların da farkında idi ve ön safta durdu.

Batının üstünlüğü karşısında hissedilen bilinçsiz ve basiretsiz bir endişenin, Müslümanların kendini aşağı görmekten ve kimliğini kaybetmekten kaynaklandığını söylüyordu. Bu bakımdan Üstad, bu alanda kendisinin ve ümmetin yitik malını bulmak için, hayatı, âlemi ve kainatı içine alan kapsamlı bir tefsir sunmak ve hariçten gelen Batı kökenli fikirlere karşı bir alternatif oluşturmak konusunda eli-kolu bağlı durup yerinde oturmadı. Yani Bediüzzaman, İslâm fıkhının meseleri ve ince mevzuları ile meşgul olmadan önce, İslâmî esas ve usullere dayanan yeni bir bakış açısıyla, kainatla ilgili düşünce manzumesinin tayin ve tespitine kendisini vermişti.

İnanç ve marifet üzerine eşsiz bir metot tesis etmiştir. Bu metod; Kainatı, eşyânın yaptığı tesbihâtı, içindeki mahlûkatın faaliyetlerinin tedvir ve idaresini ve bunların esrarını, araştırma ve incelemekti. Böylelikle de bunların hepsini, kaynak ve köken itibariyle Kur’an’a dayanan mantıkî ibârelerle Allah’ın isim ve sıfatlarına bağlıyordu. Bütün bunların arkasında ve ötesinde ise, kainat ve içindeki eşyânın, sanatlı ve muhkem yaratılışı, birbirleriyle tam bir ahenk içinde bulunmaları, hassas bir şekilde cereyan eden kanunları ve her yerinde görülen intizamın Allah’ın esmâ ve sıfatının tecellileri olduğunu ispat etmiştir.

Bediüzzaman herbir darbeye karşı, ya bir tefsir ile, ya da bir tevil ile veya kahramanca bir müdafaa ile mukabele etti. Ortaya koyduğu hizmetler, bu çabalar vurulan darbeleri ve ortaya atılan şüpheleri tam anlamıyla yok etti. Bu îman esasları, bütün darbeler ve şüphelerin üzerine bir perde çekmekte ve bunları teslim ve tevhid akidesine bağlı mütekâmil, kapsamlı bir tasavvurun yardımı ile kökünden söküp atmaktadır. Bu husus ancak kainatı dikkatli bir şekilde gözlemlemek ve yaratıcısı olan Allah cc. ile irtibatını kurmak ile mümkün olmaktadır.

Üstad duyularla algılanan âlemden, soyut ve mücerred âleme doğru derece derece inen, okunan Kur’an ile, görülen Kur’an (kainat) ve kainatın semeresi olan ve her şeyin onun vesilesiyle kemâle erdiği üçüncü bir Kur’an hükmündeki Rasûlullah arasında şuurlu bir tecrübe ile mükemmel bir mutabakatı gerçekleştiren Kur’ânî bir Kelâm İlmi oluşturmaya çalışmıştır. Said Nursî, Kur’anın kevne ait bakış açısını bilmenin bir zaruret olduğu hakikatını müslümanların hafızasına yeniden kazandırmıştır. Nursî’ye göre, Kur’an-ı Kerîm’in anlaşılmasının, âfâkî ve enfüsî âlemde öncülleri (mukaddime) ve neticeleriyle öğrenilmesinin; intizam ve denge kanununa giden metodu tasvir ve tarif ettiğini ve kapsamlı bir marifet verdiğini beyân etmektedir.

Bediüzzamana’a göre akıl, kevn ve yaratılmış âlemde dönüp dolaşan, onda teemmül eden, nazar ve düşüncesini bu sahada gezdiren, içindeki hadiseleri müşâhede ve mülahaza eden bir alet olup, bu vasfıyla, insan fıtratında yaratıcının şahididir. Dinin emirleri ise, mahlukâta, kâinata ve bunların başında da yeryüzünde Allah’ın halifesi olan insana Allah’ın şehâdetidir. Bu bakımdan her iki şehâdetin birbiriyle çelişmesi ve karşı karşıya gelmesi mümkün değildir; bilakis, bu ikisi, insanı hidayete sevkeden mütekâmil iki şehâdet hükmündedir. Öyle ki, bu iki hidâyet vesilesinden(insan ve akıl) birisi kaybedilse ve bu mumlardan biri sönecek olsa, insan dinin emirleri ile mükellef olmayacak ve bir kanunu kabul etmeye de mecbur kalmayacaktır.

Semâvî şeriatlar bu hususlarda bir şey ortaya koymadığı sürece, akıl tek başıyla kanun koyucu olamaz. İsteklere ve sorunlara çözüm ararken onlara (ahlâkî, amelî, îmânî davranışlarına) hiç bir değer vermeyen araştırma metodundan kaçınmış ve kendine has bakış açısıyla İlâhî, tekvînî kanunlar ortaya koymuştur. Felsefeyi, onun konuları ele alış biçimini, “ene”ye bakışını, felsefî düşüncenin yaptığı tetkiklerde ahlak, İlâhî hüküm ve faziletleri devre dışı bırakmalarını ele alıp tartışırken şu soruyu sormaktadır:

“…nebâtât hayvanâtın imdadına ve hayvanât insanın imdadına, hattâ zerrât-ı taâmiye hüceyrât-ı bedenin imdadına ve muâvenetine koşturulan düstur-u teâvün, kanun-u kerem, nâmus-u ikram nerede?”

Said Nursî’nin en güzel yanı, delillerin izahı ve konuların sunulmasında, hiç bir kimseyi taklit etmemesidir. Siz okuduğunuz her bir satırda adeta yeniden yaşarsınız; satırlar arasında dolaşırken, görülmemiş bir mantık, izah ve tefsir âleminde bulunuyormuş gibi bir hisse kapılırsınız; bir mukaddimeden diğerine sevk olursunuz, farklı gayeler için verilen çeşit çeşit birçok misalle en nihayet sizi ikna edici bir son bölümle baş başa bırakarak konuya son verir.

Maşaallah böyle bir âlime!.. Aferin böyle bir Rabbânî müellife! Bediüzzaman Said Nursî, din ve adalet arasında karşılıklı bir tesir-teessür (etki-etkilenme) ilişkisi kurmuştur. Zira adaletin mutlaka dün ve dünya maslahatı için tatbik edilmesi gerektiğini tasvir etmiş ve bu dengenin kurulması için çabalamıştır. İnsanoğlunun ihtiyaçları ve sosyal zaruretler, hem arzî -dünyevî- hem de semâvi düzeyde –sadece dünyevî değil- anlaşılmalı ve tasvir edilmelidir. Bu iki tarafı aynı anda göz önüne almayan ve bu iki boyutu beraberce gözetmeyen ictihatlar, tamamıyla dünyevî ictihatlardan ibaret kalacaktır.

İctihat ruhunun yeniden diriltilmesi çağrıda bulunanlara. Bu asırda ve bu zamanda ictihadın askıya alınma sebeplerini şöyle açıklar. “Zarûret haramı helâl derecesine getirir.” İşte şu kaide ise, küllî değil. Zarûret, eğer haram yoluyla olmamış ise haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa sû-i ihtiyârıyla, gayr-i meşrû sebeplerle zarûret olmuş ise, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medâr olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ, bir adam sû-i ihtiyârıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse, tasarrufâtı ulemâ-i şeriatça aleyhinde câridir, mâzur sayılmaz. Tatlîk etse, talâkı vâki’ olur. Bir cinâyet etse, ceza görür. Fakat sû-i ihtiyârıyla olmazsa, talâk vâki’ olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelâsı, zarûret derecesinde mübtelâ olsa da diyemez ki, “Zarurettir, bana helâldir.”

İşte, şu zamanda zarûret derecesine geçen ve insanları mübtelâ eden bir beliyye-i âmme sûretine giren çok umûrlar vardır ki, sû-i ihtiyârdan, gayr-i meşrû meyillerden ve haram muâmelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medâr olup, haramı helâl etmeye medâr olamazlar. Hâlbuki şu zamanın ehl-i içtihadı, o zarûrâtı ahkâm-ı şer’iyeye medâr yaptıklarından, içtihadları arzıyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer’î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdâhale ve o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdâhale merduddur.

Bediüzzaman adaleti, İsm-i ‘Azamın tecellileri olan “kanun-u rubûbiyet, kanun-u kerem, kanun-u cemâl, kanun-u hikmet, kanun-u ilm-i muhît”ten meydana gelen yedi tekvînî kanundan biri olarak tespit etmektedir. Adalet aynı zamanda tevhid, nübüvvet, haşir, ibadetle adalet olmak üzere Kur’an’ın dört maksadından da birisidir. Ancak O, ibadeti adaletle birlikte ele alarak, ikisini tek bir maksat olarak takdim etmektedir. Bundan amacı ise, adaletin ikmal edilmesinin, Allah’a ibâdetle mümkün olmasına ve ibâdetin, adaletin ruhânî kutbu olduğuna işaret etmek içindir. Buna ilaveten, bizlerin bu ibârenin içinde, usul âlimlerinin dinin, nefsin, neslin, aklın ve ırzın muhafazası olarak tarif ettiği dinin büyük maksatlarını görmemiz de mümkündür. Zira, toplum içinde bunların korunması ve geliştirilmesi, İslam adaletinin özünü teşkil eder. Adalet, ibadetle birlikte ele alındığında bu maksat usul âlimlerinin zikrettikleri bütün maksatlara tamamen uymaktadır.

Üstad, adaleti, şeriatın kevn ile irtibatının ve onu ihatasının delillerinden biri olarak tasvir etmektedir: “İşte, hakaik-i Kur’âniyeden ve desâtir-i İslâmiyeden olan adalet, iktisat, nezafet hayat-ı beşeriyede ne derece esaslı birer düstur olduğunu anla. Ve ahkâm-ı Kur’âniye ne derece kâinatla alâkadar ve kâinat içine kök salmış ve sarmış bulunduğunu ve o hakaiki bozmak, kâinatı bozmak ve suretini değiştirmek gibi, mümkün olmadığını bil.”

Bediüzzaman Said Nursî daha da ileri giderek, adaletin içinde yüz muhit hakikatın bulunduğunu söylemektedir ki bunların hepsi, “haşri, âhireti iktiza ve istilzam etmektedirler. Adeta, adaleti Allah’ın isimlerinden biri olması itibariyle ve isim ve sıfatların tevhidi bağlamında, Allah’ın birliği hakikatı ile bağlamaktadır. Ayrıca, haşir olmaksızın adalet olmayacağı itibariyle, adaleti, haşir, yani öldükten sonra dirilme hakikatı ile bağlamaktadır. Sonra da adaleti, nebinin (asv) İlâhî sıfatların ve fiillerin zuhuruna sebep olması, hatta kemâlatının arz edilmesi ve tecelliyâtının tahakkuku itibariyle nübüvvetle bağlamaktadır.

Bunların içinde en güzeli ve hoş olanı ise, tesadüfe ters olmasından dolayı adalet mefhumunu din, tevhid ve Allah’a îman ile bağlamasıdır. Zira adalet, hiç bir şeyde israf ve mizansızlık bulunmamasını gerekli kılmaktadır: “Yoksa balıklardan bir balık, bin yumurtacıkla ve nebâtattan haşhaş gibi bir çiçek, yirmi bin tohumla ve sel gibi akan unsurların, inkılâpların hücumuyla, şiddetle muvazeneyi bozmaya çalışan ve istilâ etmek isteyen esbab başıboş olsalardı veyahut maksatsız, serseri tesadüf ve mizansız, kör kuvvete ve şuursuz, zulmetli tabiata havale edilseydi, o muvazene-i eşya ve muvazene-i kâinat öyle bozulacaktı ki, bir senede, belki bir günde hercümerc olurdu.”

“Eski kelâm âlimlerinin ilmi, kitaplardan elde edilen ilimdi. Ancak Bediüzzaman Said Nursî’nin ilmi, kitaplardan başladı ve daha sonra, kainata, oradan Kur’an-ı Kerîm’e ve Rasulullah’a doğru yöneldi; son olarak da, insanların ifsat ettiği hususları ıslah çabaları çerçevesinde gayret gösterdiği, sosyal bir îmânî harekete dönüştü.

Allah cc. Bediüzzaman Hazretlerine yaptığı hayırlı hizmetlerinden dolayı rahmet etsin ve cennetine mazhar etsin. Bizleri de onun talebesi olma şerefine eriştirip şefaatine nail etsin.

Derleyen; Çetin KILIÇ

Kaynak:
Sorularlarisale.com
Yazar: Yard. Doç. Dr. Necmeddin Kadir Kerim ez-Zengî, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası Malezya İslam Ünivesitesi
Yazarın yazısından istifade edilerek yazılmıştır.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: