Bediüzzaman’ın Demokratik Mizacı ve Savunma ile Geçen Ömrü-2

Bediüzzaman’ın Demokratik Mizacı ve Savunma ile Geçen Ömrü-2

1935’de Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilir. Kendisine on bir ay, birkaç arkadaşına da beş altı ay hapis cezası verilir. Bir büyük dava adamını iltifatlara boğacakken beş on fakir adamla mahkeme eden, hangi rejimin sandalyeli ekibine karşı Bediüzzaman geriye dönüş tekniği ile İstanbul’dan Ankara’ya çağrıldığı olayları izah eder.

Bundan on iki sene evvel Ankara reisleri, İngilizlere karşı Hutuvat-ı Sitte namındaki mücadehatımı takdir edip, beni oraya istediler. Gittim. Gidişatları benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi.” Ankara’ya geldiğinde kırk dört yaşındadır, şimdi ise altmış yaş civarındadır. Her mahkemesi ve hayatının her safhası bir büyük sinema klasiği olacak adam. Ölene kadar adama hiç rahat yüzü göstermemişiz, ne kadar dejenere bir muhit oluşmuş, ne yapsın Bediüzzaman.

HER ZAMAN BARIŞÇI BİR YAKLAŞIM

İfade de ne kadar ihtilafları küçültmek ve basit algılamak üzerine kurulmuş, Bediüzzaman her zaman barışçı bir yaklaşımla olayları yorumlar. Rejim anlayışları, kültür ve yeni toplum anlayışları gibi azametli bir konu orta yerdeyken, sadece “ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi” der. Pireyi deve etmek gibi bir tutumu yok, olayı orada lokalize etmiş bırakmış. Büyütse ne olacak ki?

“Bizimle çalış dediler. Dedim;

Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle çalışamaz, fakat size de ilişemez.” O günkü halini ihtiyarlar Risalesinde Yedinci Ricada izah eder, Bediüzzaman artık siyasetin her türünü her dönemini, her devrini denemiş o yoldan hakikata gidemeyeceğini anlamıştır. Bir de anlaşma noktaları yoktur, bu yüzden yolunu ayırır.

“Evet, ilişmedim ve ilişenlere de iştirak etmedim.

Çünkü ananat-ı milliye-i islamiye lehinde istimal edilebilir bir deha-yı askeriyi, anane aleyhine çevirmeye maatteessüf bir vesile oldu. Evet, ben Ankara reislerinde hususan Reis-i Cumhur’da bir deha hissettim ve dedim. Bir dehayı kuşkulandırmakla ananat aleyhine çevirmek caiz değildir. Onun için ne kadar elimden gelmişse dünyalarından çekindim, karışmadım. On üç seneden beri siyasetten çekildim, hatta bu yirmi bayramdır, bir ikisinden başka umumlarında bu gurbette kendi odamda yalnız mahbus gibi geçirdim, ta siyasete bulaşmam tevehhüm edilmesin”(Tarihçe 216)

Bütün ihtilaf noktalarını kamusal alana bir kin ve nefretten zevk alır tarzda yığmak Bediüzzaman’ın meslek ve meşrebine uygun değil. Durduk yerde cepheyi büyütüp yeni düşmanlık alanları ortaya çıkarmak onun meşrebi değil, onun kapalı geçtiği şeyleri yırtık büyütür gibi açmak marifet değil herhalde. Bediüzzaman en zaruri ve gerekli şeyleri savunmuş, durduk yerde yeni kavgalar üretmek olan klasik muhalif zihniyette bir adam değil. Desinler ki; “Kavga ediyor, ne adam yahu” dedirtecek şeylerden kaçan adam.

KEŞFİYAT VE MÜNAZARA-YI İLMİYE

Zulme ve ölüme mahkûm edilmiş bir insan, Eskişehir müdafaatında en mahrem ahvalini bile hikâye eder ta ki bir suç unsuru olmadığına hakem heyetini ikna etsin. Ne kadar korkunç bir baskı altına alındığını bu ifadelerde görür insan. Eskişehir mahkemesinin savunmalarında iddia makamının ileri sürdüklerine verdiği cevaplar, bir takım vehmiyatın, örümcek ağı mesabesindeki takıntıların cevaplanmasıdır. Eğer bu ülkenin ilimden anlayan bir büyük akademisi olsaydı Bediüzzaman’ın asıl fen ve felsefeden gelen dalalet mektebine karşı tutumları yüzünden, savunmalarından dolayı büyük akademik payeler elde etmesi gerekirdi. Ne yaptığını bilen bir insan, onun yanında ne yaptığını bilmeyen, bir yamyam yönetimi gibi kendini muaheze eden adamlara verdiği cevap, düşünce bilim ve fen tarihinde eserlerinin yerini belirlemesi açısından önemlidir. “Ve bir cürüm aleti olmak tevehhümüyle müsadere edilen risalelerimin tazammun ettiği hakaik ehl-i fen ve felsefeye ve akademi muhakkiklerine karşı isbatıma medar olmak üzere elimde bulunması lazım geleceğinden, bu keşfiyat ve münazarat-ı ilmiye üzerinde hazırlığımı tesbit etmek için tarafıma iadesini isterim” (Tarihçe 237)

Bugün bile fen ve felsefe ehline ve akademi muhakkiklerine sunulacak bir Bediüzzaman çalışması olmayan yüz yıllık davanın müntesipleri, bu tarzı çalışma ile hala da olacağı yoktur. O bulunduğu yerin farkındadır, ama onu seyredenler onu oraya koyacak çalışma mantığından haberdar değillerse kime ne söylemeli.

Eskişehir müdafaatında suçlandıklarını cevaplandırır, ama asıl mesele onun bu topraklardan çıkmış ne büyük bir deha ve ilim adamı, Kur’an ve felsefe yorumcusu, akademik dünyayı sığaya çeken biri olduğundan haberdar olmayan o günün de bugünün de ehli ilmi.

Mehmet Tanrısever’in dediği gibi: “Sevenleri cebindeki para kadar onu sevmiyorsa, kim ne yapabilir?” Bu adamın hayatını ve bakış açısını on değişik kitap veya dergi ile savunan bir akademik muhit yok, gazete yok. Bediüzzaman’ı kendinin sayıp ona garip bir tesahup ile sahiplenen sayısız insan.

RİSALE-i NURLAR EMNİYET VE ASAYİŞİ TEMİN EDERLER

Antidemokratik baskılarla eserleri ve kendi mahkûm edilmeye çalışılan bir insan kendini ve eserlerini müdafaa eder. Eserleri tılsım-ı kainatı keşfeden Kur’an-ı Hakim’in muazzam keşfini gözler önüne sermektedirler. Yüzer mesaili-i imaniyeyi keşf ve izah eden bir eser külliyesidir. Risale-i Nurlar emniyet ve asayişi temin ederler. Onu basit şeyleri savunmaya iten garip insanlar yanında o, zulmün ve hapishanenin şartlarında filozoflar ile uğraştığını söyler. “Bu Kur’an bu Müslümanların elinde varken biz onlara hakiki hâkim olamayız. Bunun kaldırılmasına ve çürütülmesine çalışmalıyız. İşte bu kâfir muannidin bu sözü otuz senedir nazarımı Avrupa feylesoflarına çevirmiş olduğundan nefsimden sonra onlar ile uğraşıyorum. Dâhiliyeye pek bakamıyorum. Ve dâhildeki kusuru Avrupa’nın hatası, ifsadıdır derim. Avrupa feylesoflarına hiddet ediyorum, onları vuruyorum. Felillahilhamd Risale-i Nur o muannit kâfirin hülyasını kırdığı gibi, maddiyyun, tabiiyyun feylesoflarını tam susturur bir vaziyete girmiştir. Dünyada hangi şekilde olursa olsun hiçbir hükümet yoktur ki kendi memleketinin böyle mübarek mahsulünü ve sarsılmaz bir maden-i kuvve-i maneviyesini yasak etsin ve naşirini mahkûm etsin. Avrupa’da rahiplerin serbestiyeti gösteriyor ki, hiçbir kanun tarik-ı dünya olanlara ve ahirete ve imana kendi kendine çalışanlara ilişmez.” (Tarihçe, 220)

Bu sözü 1935’de Eskişehir mahkemesinde sarfettiğine göre,

Bediüzzaman otuz yıldır yani 1906 yılından beri feylesofların fikirleri ile meşgul onların fikirlerinin iptaline çalışmaktadır. Elinde Kur’an’dan başka bir kitap bulunmayan insanın başında bir heyeti ilmiye, akademi, fen ve felsefi bilimler kütüphanesi vardır. Bir yandan mahkemeyi yöneten Bediüzzaman bir yandan da yazdığı eserlerinde sübut buldurduğu hakikatleri ortaya koymaktadır. İnsan anlamakta güçlük çeker. Bir kafanın içinde kaç çeşit mücadele cereyan ediyor.

Bir yandan imparatorluğun yıkımdan cumhuriyete geçiş olayları,

Kuva-yı milliye,

İstanbul’un işgali,

Anadolu birliği,

sürgün,

Barla,

Eskişehir, bir yandan mahkemelerdeki müdafaaları,

bir yandan filozoflar ve fen ehli ile ilgili zihinsel mücadeleler ve o arada ortaya çıkan büyük eserler, bu nasıl korkunç bir zihin ve zeka ve muhayyile sen gel bak da içinden çık.

Bediüzzaman’ın sürekli yalnız kalması, ferdasına kimseyi almaması onun o sıralarda ne yaptığı konusunda bir bilgimiz yok ama psikanalizlere göre kişi yalnızlığı ile doğru orantılı başarılıdır, eserlerinin dokusu belki o gece hayatlarının ve yalnızlığın verdiği zihinsel mücadelelerden doğuyordur denebilir. Kendi de bunu söylüyor; onlarla otuz yıldız mücadele ettiğini, onlara vurduğunu söylüyor, dışarıdan bakanlara göre yalnız adam, ama içinde büyük savaşların cereyan ettiği bir dünya.

Abdülhak Hamit insan zihnini yorumlarken bir beyit kullanır, mezar taşını örnek vererek.

Bu taş cebinime benzer ki aynı makberdir
Dışı sükûn ile zahir, derunu mahşerdir

Bediüzzaman’ın başı, alnı da dışarıdan sükûn ve sükûnettir ama içi bir mahşer gibi fikirlerin arenasıdır, sürekli tartışan ortaya sonuçlar çıkaran bir inanılmaz büyük zekâdır.

SAADET-İ EBEDİYENİN ANAHTARI İMAN

Eskişehir Hapishanesinde iki büyük eserinin ortaya çıktığını görüyoruz: Esma-i Sitte Risalesi ve İkinci Şua. Bu iki risale gerçekten sürekli zihni sirkülâsyonlarla meşgul olan bir zekânın, hafıza ve hayalin, ilmin sonucudur. Otuz yıldır felsefecilere vurduğunu söyleyen Bediüzzaman’ın o zihni kavgalarının sonucudur bu inanılmaz büyük eserler. Eserlerde özellikle felsefenin bozuk kısmına dönük yorum zincirleri vardır. Hapishanede görülen zulümlere dayanan Bediüzzaman’a bu eserler sabrının mükâfatı olarak sunulmuştur. Bu bahisler Eskişehir hapishanesinde onun aklına uzaktan uzağa görünmüştür. İkinci Şua’da hangi psikoloji üzerineyken yazıldığını eser sahibi eserinin başında izah eder. “On altı sene evvel Eskişehir hapishanesinde arkadaşlarımın tahliyeleriyle yalnız kaldığım bir vakitte şu Şua gayet acele, pek noksan kalemimle, sıkıntılı, rahatsızlık bir zamanda telif edildiğinden bir derece intizamsız olmakla beraber bu günlerde tashih ederken iman ve tevhid noktasında pek çok kıymettar ve kuvvetli ve ehemmiyetli gördüm” (Şualar, 5)

Özellikle bu eseri için şu ihtarda bulunur. “Bu risale benim nazarımda çok mühimdir. Çünkü içinde çok mühim ve ince olan esrar-ı imaniye inkişaf ediyor. Bu risaleyi anlayarak okuyan adam imanını kurtarır inşallah” (Şualar, 5)

Otuzuncu Lem’a için de aynı ihtara benzer bir cümle kullanır.

O eserine dikkati yine kendisi çeker: “Saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanın kuvvetleşmesi ehemmiyeti çok azimdir. İmanın bir zerre kadar kuvveti ziyade olması bir hazinedir” (Lemalar, 340)

RİSALE-İ NUR İMAN NURUNDAN BAHSEDER

Bediüzzaman hapislerde büyük zulümlere maruz kaldığı dönemlerde sürekli ideal cumhuriyeti öne sürerek hem eleştirmenlik görevini, hem de cumhuriyet anlayışını ifade eder. “Madem hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir ve madem hükümet ise cumhuriyetin en serbest suretini kabul etmiştir, elbette hakiki ve kati ve reddedilmez kanaat-ı ilmiyeyi ve efkâr-ı saibeyi asayişe dokunmamak şartıyla cumhuriyetin hürriyeti, o hürriyet-i ilmiyeyi istibdat altına alamaz ve onu bir suç tanımaz. Evet, dünyada hiçbir hükümet var mıdır ki bütün bir tek kanaat-ı siyasiyede bulunsun. Haydi, farz-ı muhal olarak ben perde altında kendi kendime kanaat-ı siyasiyemi yazmışım ve bir kısım has dostlarıma göstermişim, bunda suç var diyen kanunları işitmemişim. Hâlbuki Risale-i Nur iman nurundan bahseder siyaset zulmetine sukut etmemiş ve tenezzül etmez.” (Tarihçe, 227)

Bediüzzaman sadece 1922’de neşredip birini cumhurbaşkanlığına diğerini meclise okuduğu metinde ideal cumhuriyet anlayışını anlatmış bütün ömrü boyunca bu cumhuriyet anlayışını zaman zaman gündeme getirmiş, eleştirilerinden vazgeçmemiştir.

“Hükümetin laik cumhuriyeti dini dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa hiçbir hatıra gelmeyen dini reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu gayet ahmak bir dinsiz kabul eder. Evet, dünyada hiçbir millet dinsiz olarak yaşamadığı gibi, Türk milleti misüllü bütün asırlarda mümtaz olarak bütün aktar-ı cihanda nerede Türk varsa Müslüman’dır. Sair anasır-ı İslamiyenin küçük de olsa yine bir kısmı İslamiyet haricindedir. Böyle pek ciddi ve hakiki dindar ve bin sene kadar hak dininin kahraman ordusu olarak zemin yüzünde mefahir-i milliyesini milyonlar menabi-i diniye ile çakan ve kılıçlarının uçlarıyla yazan bu mübarek milleti-‘dini reddeder veya dinsiz olur’-diye itham eden yalancı dinsizler ve milliyetsizler, öyle bir cinayet işliyorlar ki Cehennemin esfel-i safilin tabakasında ceza görmeye müstahak olurlar.” (Tarihçe, 227)

İDEAL CUMHURİYET PRENSİPLERİ

Tarihte büyük zulüm gören insanlar, devlet adamları, zulümden gelen baskılardan dolayı radikal davranmışlar bütün hayatları boyunca onlara zulmeden otoritelere karşı radikal savaşlar açmışlardır. İslam dünyasındaki birçok fikir ve aksiyon adamları hep radikal mücadeleleri seçmişler, devlet cihazı ile kavga etmişlerdir. Bediüzzaman ta gençliğinden itibaren büyük anlayışsızlıklara, tarifsiz zulümlere maruz kaldığı halde ideal cumhuriyet prensiplerinden vazgeçmemiş, onları savunmuş, kendisine yapılan bed muameleleri de yine cumhuriyet prensiplerine göre eleştirmiştir. Türkiye’de yirminci yüzyılın başında kurulan radikal dini hareketler ve siyasi yapılanmaların dışında kalmış, her zaman kendisi ve talebeleri demokratik düşünceler ve partilerin arkasında yer almıştır. Eğer Türkiye’de o radikal hareketlerin içinde olsaydı bugün ülkemiz farklı bir kategorideydi, diğer İslam ülkeleri gibi krallığa benzeyen devletlerden biri gibi idare edilir, devletin bütün imkânları diktatör nitelikli kral yapılı adamların ailelerine dağıtılır, ülkeler sefalet içinde yaşarlardı.

HEP DEMOKRASİDEN YANA

Bediüzzaman’ın Cumhuriyet öncesi ve daha sonra Atatürk dönemi, CHP ve Demokrat Parti dönemlerinde hep demokrasiden yana, millet çoğunluğunun bulunduğu blokların içinde olması Türkiye’yi büyük maceralardan korumuştur. O daima, “Ben sevad-ı azama tabiiyim.” derken bir zihniyetten ziyade ümmetin çoğulluğunun içinde görünmeyi örgütlemesi ve işar etmesi Türkiye’de her dönemde demokrasinin sigortası olmuştur. Ülkenin son dönem siyasi hayatı da onun büyük çoğunluğa tabi olan siyasetine uygun tavır ortaya koymuş, ülkeyi her sınıftan insanın içinde olduğu büyük bir blok ile idare etmeyi benimsemiş olan siyaset teorisine uygun bir tavır almıştır bugünkü siyaset.

HOCA EFENDİ BARIŞÇI İNSANDIR

O demokratik eleştirel mizaçlı adam, her zaman demokrasiyi ve demokrat iktidarları takib etmiştir. Türkiye’nin bugün yaşadığı coğrafyanın bütün ülkelerinde ideal bir ülke olması onun görüşlerinin isabetinden ileri gelmektedir. Ne etnik ne de dini kayıtlı ideallerin adamı olmamış, bunu ülkenin birliğine büyük engel görmüştür.

Demirel’in “Hoca Efendi barışçı insandır, her zaman ülkenin birliğinden yanadır.” demesi de bir siyaset ustasının gördüğü ideal bir tutumdur.

DAR DÜŞÜNCELER DAR GÖRÜŞLER

O büyük bir cazibe sahibi konulara gerektiği kadar önem vermiş, asıl idealinden uzaklaşmamış ve daima o ideali doğrultusunda korkusuzca yaşamıştır. Asıl savunduğu konu felsefenin ve fennin saldırısı, müsbet diye telakki edilen ilimlerin karıştırıcılığı, dinsiz feylesoflar ve onları savunan büyük birliklerdir.

Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur’an’a ait dellallığımdan ve kuvve-i maneviye-i imaniyemden ise ellibin nefer değil, yanlışsınız! Meslek itibariyle elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun. Çünkü Kur’an-ı Hakimin kuvvetiyle sizin dinsizleriniz dahil olduğu halde bütün Avrupa’ya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim envar-ı imaniye ile onların fünun-ı müsbete ve tabiat dedikleri muhkem kal’alarını zir ü zeber etmişim. Onların en büyük dinsiz feylesoflarını hayvandan aşağı düşürmüşüm. Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa Allah’ın tevfikiyle beni o mesleğimin bir meselesinden geri çeviremezler, inşaallah mağlup edemezler.” (Tarihçe, 269)

Bir ülkenin sınırlı bir insan grubunu ilgilendiren çok zaman menfaate dayanan siyaset nerede, bütün dünyayı ve felsefe, din ve fikir tarihini ilgilendiren bir büyük dava ve onun savunmacısı nerede. Onun “dar düşünceler, dar görüşler” dediği budur işte.

Sekiz yıl Kastamonu’da kalır, orada iki büyük eserini kaleme alır:

Ayetü’l-Kübra ve Münacat risaleleri. Her iki eser de seyir ve gözlem tekniğine göre kaleme alınmışlardır. Her ikisi de eşya, olay ve nesnelerin tevhid noktasında yorumlarından oluşur.

İLİMLER VE DİN ARASINDA KURULAN KÖPRÜ: MÜNACAT

Geleneksel münacat anlayışından çok farklı fenni ve ilmi bir yorum düzeni ile eşya ve olayları ilmin verileri ile tevhide bağlayan bir yorum düzeni vardır.

Ayetü’l-Kübra onun dilinde emsalsiz eserdir, Lailaheillallah hakikatını o yapıda anlatan bir tevhid yorumu yoktur. Kendinin eşsiz demesi tevhid bahsinde eserinin eşsizliğini gösterir. Bazen bir coğrafyacı, bazen bir astronomici, bazen bir tabiat bilimci, zoolog, biyolog, bazen bir fizik felsefecisi gibi konuşur. İlimler ile din arasında kurulmuş köprülerden tevhid bahrine gider. Münacat için mukaddimede tanıtıcı bilgi verir şu cümlesi eserin odağıdır: “Kâinatın bütün eczasına hikmetinin ihatasını ve ilminin şümulünü isbat eder.” (Tarihçe, 367)

Yine “yüksek meziyetleri olan bir eser” olduğunu söyler. Bediüzzaman bütün kâinatın belli başlı nesnelerini tevhid adına gözden geçirmiş ve onları tevhid adına ülfet vadilerinden kurtarıp fethetmiştir. Onun hayatı bu iki yönlü savunmalarla şekillenmiştir.

Tevhid ve ona bağlı evrensel savunmalar ve davasını mahkeme salonlarında devrin müstebitlerine karşı yaptığı savunmalar. Bu savunmalara göre bir film çevirmek onun istediği türde bir entelektüel sinemadır. Çok büyük adamlar, çok büyük paralar ve fedakârlar olması gerekir.

1943’te Denizli Ağır Ceza Mahkemesine sevkedilir. Eserlerinin beceriksiz uzmanlar tarafından tedkik edilmesine canı sıkılır; “Bu vukufsuz ehli vukuf Risale-i Nur’u tedkik edemez. Ankara’da yüksek ilmi bir ehl-i vukuf teşkil ettirilsin. Avrupa’dan feylesoflar getirilsin, eğer onlar bir suç bulurlarsa en ağır cezaya razıyım” der.( Tarihçe, 388)

DİNDAR BİR CUMHURİYETÇİ

Denizli hayatında da yine çok önceden cumhuriyetçi olduğunu savunur: “Dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder. Hülasası şudur ki: O zaman şimdiki gibi hali bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu, ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. İşitenler benden soruyorlar ben de derdim; ‘Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler, o cumhuriyetperverliklerine hürmeten tanelerini karıncalara verirdim.’ Sonra dediler sen Selef-i Salihin’e muhalefet ediyorsun? Cevabımda diyordum:

Hulefa-i Raşidin her biri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddık-ı Ekber (r.a.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.” (Tarihçe, 398)

Kendisine neden Mustafa Kemal ile uzlaşmadığı konusundaki bir yoruma da uzlaşmamasının faydalarını anlatır.

“Büyük memurlardan birkaç zat benden sordular ki; ‘Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip Kürdistan’a ve vilayet-i Şarkiyeye şeyh Sunusi yerine vaiz-i umumi yapmak teklifini kabul etseydin, ihtilal yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebeb olurdun?’ dediler. Ben de onlara cevaben dedim ki; ‘Yirmişer otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel yüz binler vatandaşa her birisine milyonlar sene uhrevi hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur meydana gelmezdi.” (Tarihçe, 408)

Denizli hapsinin meyvesi Meyve Risalesi’dir. Eserini tanıtır:

Zındıka ve küfr-ü mutlaka karşı Risale-i Nur’un bir müdafaanamesidir. Bu hapsimizde hakiki müdafaanamemiz dahi budur. Çünkü yalnız buna çalışıyoruz. Bu risale Denizli hapishanesinin bir meyvesi ve bir hatırası ve iki Cuma gününün mahsulüdür” (Şualar, 194)

Meyve Risalesi onbir meseleden oluşur, diğer eserlerinde olmayan bir sadelik bu eserin baş özelliğidir. Risale-i Nur’un bir özeti sayılan bu onbir meselede başka bahislerde ilmi bir üslupla anlatılan bahisler çok sade ve mahbusların dimağına kolay gelen bir bakış açısı ile anlatılmışlardır. Bediüzzaman üslubu bir değil, farklı muhataplara farklı uslublar kullanan bir büyük ediptir. Her yaş ve düşünce gurubuna göre kullandığı anlatım teknikleri ve kelimeler farklılık arzeder.

Hastalar Risalesi, ihtiyarlar Risalesi, Hanımlar Risalesi, Gençlik Rehberi, Meyve Risalesi onun en sade ve kolay anlaşılır eserleridir. Kime nasıl konuşması gerektiğini iyi bilir ve uygular.

ÂLEM-İ İSLAMI MEMNUN EDEN TÜRK MİLLETİ

Başta demiştik o her zaman hakkı doğruyu ve demokratik olanı, cumhuriyeti savunmuştur. O zulüm ve ceberut devrinde bile Parti Kâtibi Hilmi Bey’e değişmeyen dindar cumhuriyet kanununu tekrar eder, onları sığaya çeker. “Partinin kâtib-i umumisi -genel sekreteri- itibariyle size bir hakikatı beyan etmeye kendimi mecbur biliyorum. Hakikat de şudur. Senin katib-i umumisi olduğun Halk Fırka’sının millet karşısında gayet ehemmiyetli bir vazifesi var, o da şudur. Bin seneden beri Alem-i İslamiyeti kahramanlığıyla memnun eden ve vahdet-i İslamiyeyi muhafaza eden ve alem-i beşeriyetin küfr-i mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk Milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri eğer şimdi eski zaman gibi kahramancasına Kur’an’a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve doğrudan doğruya hakaik-i Kur’aniyeye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız size katiyen haber veriyorum ve kati hüccetlerle isbat ederim ki Alem-i İslam’ın muhabbet ve uhuvveti yerine dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi Alem-i İslamı mahva çalışan küfr-i mutlak altındaki anarşiliğe mağlup olup Alem-i İslam’ın kalası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-i şimaliden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet vereceksiniz .. Evet, bu milletin hamiyetperverleri, milliyetperverler her şeyden evvel bu mümtezic müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-i Kur’aniyeyi terbiye-i medeniye yerine ikame etmek ve düstur-ı hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşallah.” (Tarihçe, 493)

ONLARA HAKKIMI HELAL EDİYORUM

Mecliste okunan 1922 tarihli mektuptaki fikirler aynen devam etmektedir.

Hiç boş durmaz hakkını savunur ve diyalogdan vazgeçmez. Bakanlar kuruluna, meclis başkanlığına maruzatta bulunur ve dilekçe gönderir. Üç mahkeme yirmi senelik mektuplarını ve kitaplarını ve hallerini inceden inceye tedkik etmişler yanlış bir tutum ve tavır ve ifade bulamamışlardır. Tahkir ve ihanet kastı ile resmi bir surette kendisini hiddete getirmeye çalışmanın mantıksızlığını ülkenin en yüksek siyasi temsil katlarına anlatır. Ve der: “Bana lüzumsuz evham yüzünden eziyet edenlerin yakında ölümle idam-ı ebediyeye giriftar olacaklarını düşünüp hakikaten acıyorum. Ya Rabbi onların imanını Risale-i Nur’la kurtar. İdam-ı ebedilerini sırr-ı Kur’an’la terhis tezkeresine çevir. Ben de onlara hakkımı helal ediyorum!”(Tarihçe, 518)

DİN HÜRRİYETİNİN TEMİNİ

Onun demokratik ve hakkı söyleyen mizacı Demokrat Parti iktidara geldiğinde de devam eder onlara da tavsiyelerde bulunur.

Biz nur talebeleri katiyen siyasetle iştigal etmeyiz. Bizim yegâne emelimiz memlekette din hürriyetinin hakiki surette temini dine ve din ehline ve Kur’an ehli olan Nurculara karşı çeyrek asırdan beri devam eden zulüm ve tazyikın tamamıyla bertaraf olmasıdır. Demokrat kardeşlere tavsiye ederiz. Devr-i sabıkın şeytankârane oyunlarına, hilelerine aldanmasınlar, onların düştükleri dalalete düşmesinler. Komünizme ve dine karşı tuttukları doğru yolda azimle devam etsinler.” (Tarihçe, 627)

Bütün bu zulümle geçen hayatın bitmez tükenmez savunmaların sonucu alınır.

5 Mart 1952’de Gençlik Rehberi mahkemesi ile Türkiye’de din hürriyetinin tescili yapılır. Bediüzzaman din hürriyetini bu memlekete getiren adamdır. Bugün din adına yapılan her şeyde onun mücadelesinin izleri vardır, herkes ona minnettardır.


Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer
www.risaleakademi.com

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: