Bela ve Musibetlerin İnsanların Özellikle de Müminlerin Başına Gelmesinin Hikmeti Nedir? (1)

Musibet, kuraklık, kıtlık, hasılat veya hayvanata arız olan afetler, arazi zayiatı ve zelzele gibi her türlü zararlara şamildir. Ayrıca, ölüm, hastalık, açlık ve yoksulluk gibi canlara taalluk eden acılardır. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:

 

“Andolsun biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!”1

Bütün musibetler Allah’ın ilmi ezelisinde veya Levh-i mahfuzda yazılmış bir takdiridir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.”2

Bela ve musibet, hedefine isabet eden bir mermi gibi, insana şiddetle dokunur. Eflatun’un dediği gibi; “Musibetler Allah’ın oku, hedef ise insandır. “eynelmefer” nereye kaçacaksın.”

Bu dar-ı imtihanda hiç kimsenin asude bir hayat yaşadığı vaki olmamıştır. İnsanın yaratılışından beri hal, bu minval üzere devam etmektedir. Bu değişmez ezeli bir kanundur, kıyamete kadar da böyle gidecektir. Bu dünya bir imtihan salonu olduğundan insanlar çeşitli şekillerde imtihana tabi tutulmaktadırlar. Peygamber Efendimiz (s.a.v); “Dünya dar-ül meşakkattır.” buyurarak, dünyada rahat, huzur ve gerçek saadetin olmadığını vurgulamışlardır.

Ağır belâ ve musibetlerin insanların üzerine yağmur gibi dökülmesinin nice hikmetleri vardır ki, onu Allah’tan (c.c) başka kimse bilemez. Cenab-ı Hakk’ın kullarına emrettiği ibadetlerin bir kısmı malî, bir kısmı da bedenîdir. Namaz, oruç, zekât, hac ve tefekkür gibi ibadetlerin dışında hastalıklara ve musibetlere sabır ve tahammül etmek de bir ibadettir, tevekkül ve kulluğun esasıdır. Bu bakımdan başa gelen bela ve musibetlere sabır ve tahammül zaruridir.

Sabır, bir insanın başına gelen bela ve musibetlere feryad-ı figan etmeden dayanması, uğradığı dert ve belalardan dolayı Allah’tan gayrisine arz-ı şekva etmemesidir. Sabr-ı cemil sahibi olan olgun bir mümin, bu mihnethaneyi dünyada başına gelen musibetlerden dolayı metanetini muhafaza edendir. Bir insanın kadir ve kıymeti başına gelen bela ve musibetlere gösterdiği sabır ve mukavemet nisbetindedir.

Sabreden bir kul, necat ile müjdelenir. Sabır acıdır ve nefse ağır gelir, lakin bir şifalı ilaç kadar faydalıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v):

“Asıl sabır, musibetin ilk anında olanıdır.”

buyurmuşlardır. Bu hal çok zordur, ama çok değerlidir ve akıl almaz büyük mükafatlara vesiledir. İlk musibet anındaki gibi keder ve üzüntüler devam etse, hayat azap olur ve yaşanmaz bir hal alır. Bu bakımdan nisyan da büyük bir nimettir ve bir lütf-u ilahidir.

Bela ve musibetler imtihan içindir. Belaya tahammül insanı yüceltir. Ruhunu temizler, vicdanına huzur ve kalbine inşirah verir. Sabır, sebat ve hüsn-ü niyet ile imkansız görünen şeyler mümkün hale getirilir ve kolaylıkla halledilir. Cenab-ı Hakk’ın nazarında en makbul ameller, en güç olanlarıdır. İ’la-yi kelimetullah uğrunda cihad etmek pek zordur, fakat amellerin en en efdalidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v)

“Amellerin en efdali, zor olanıdır.”

buyurarak bu hakikatı ifade etmişlerdir.

İbrahim Bin Ethem buyurdular ki:

“Öbür dünyâda terâzide en ağır amel, burada bedene en zor gelenidir.”

Sabır o kadar güzel bir haslettir ki, bir çok fazilet onun ile kemal bulur. Sabrın kadir ve ehemmiyetini ifade eden bir çok ayet ve hadis vardır.

“Allah sabredenler ile beraberdir.”3

ayeti sabrın ne kadar mühim olduğunu nazara vermektedir. Bir musibet ne kadar elim ve büyük olursa olsun, madem ki Allah onunla beraberdir, o musibet hakikatte musibet sayılmamalıdır. Bir kul için bundan daha büyük bir izzet, şeref ve lütuf olabilir mi?

Peygamber Efendimiz de

“Sabır bütün huzur ve rahatın anahtarıdır.”,

“Sabreden zafere ulaşır.”,

“Sabır, ferahlık ve genişliğin anahtarıdır.”,

“Acele şeytandan, teenni ve sabır Allah ‘tandır.”,

“Halim (sıkıntı ve belâya karşı tahammüllü ve sabırlı olan) insan, peygamberlik mertebesine yaklaşır. “4

gibi birçok hadis-i şeriflerinde sabrın ehemmiyetini vurgulamaktadır.

Bedidüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“Ve sabırsızlık ise Allah’tan şikayeti tazammun eder. Ve efalini tenkid ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar. Evet musibetin darbesine karşı şekva suretiyle elbette âciz ve zaîf insan ağlar; fakat şekva ona olmalı, ondan olmamalı. Hazret-i Yakub Aleyhisselâmın ‘Ben derdimi de üzüntümü de ancak Allah ‘a şikayet ederim.’5 demesi gibi olmalı. Yani: Musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şekva eder gibi, ‘Eyvah! Of!’ deyip, ‘Ben ne ettim ki, bu başıma geldi.’ diyerek, âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, manasızdır. “6

Evet, şekvanın en tehlikeli ciheti Cenab-ı Hakk’ı halka şikayet edip halini ve derdini insanlara anlatmaktır. Yoksa dert ve kederini Cenab-ı Hakk’a arz etmek, O’na sığınmak sabr-ı cemil olmaya münafi değildir. Melce-i kainat ve menba-ı hayrat olan Cenab-ı Erhamürrahimin kulun kendisine derdini arz etmesinden, niyaz ve duasından, havf ve recasından memnun olur. Allah (c.c) kalbi kırık ve kederli bir kulun enin ve ağlamasını sever, haşiyane ilticasından hoşlanır. Barigah-ı rahmetpenah kullarının melcegâhıdır, sığınacak kapı yalnız O’nun kapısıdır. O’na açılan hiçbir el boş dönmez. Musibetzedelerin ilticaları, samimi nida ve niyazları asla red olunmaz. Hele kalbi kırık ve bağrı yanık bir felaketzedenin eninleri zaman olur ki, arş-ı aladaki meleklerin niyazlarından daha ziyade hüsn-ü kabule mazhar olur.

Cenab-ı Hak, sevdiği bir kulunu bela ve musibetlerle imtihan eder. Bazen de bir dert ve keder onun geçmiş günahlarının affına vesile olur. Bazı musibetler de kulu kurb-u ilahiye mazhar eder.

Evet, sırrı rububiyet, insanların sabır, sadakat, ihlas ve teslimiyetine, istidat ve kabiliyetine göre tecelli eder. Cenab-ı Hak her kulun sabır ve teslimiyetine göre muamele eder ve ona göre mükafatlandırır. Kimi sıfat-ı cemal, kimi de sıfat-ı celal altında terbiye olunur. Bazı kullarda da hem celal ve hem de celal altında terbiye olunurlar. Cenab-ı Hakk’ın öyle muameleleri vardır ki, görünürde kahir engiz, fakat hakikatte lütuf ve ikramdır. Bir arif-i billahın dediği gibi,

”Hahr-ı ilahi, kahr-ı mahz yani sadece kahir olamaz. O kahir altında nice lütuf ve kerem saklıdır.”

Beşeriyet makamı acz ve fakr makamıdır. Kul, başına gelen her hangi bir musibetten dolayı kazaya rıza göstermeli, Allah’ın her hükmüne razı olmalıdır ve o belanın izalesi için de O’na iltica etmelidir. Zaten kula bela gelmesinin bir hikmeti de, onun, Cenab- Hakk’a iltica etmesi içindir.

Sabredenler Allah’ın “Sabur” ismine mazhar olurlar. Allah’ın bir ismi olan “Sabur”, O’nun acele etmekten münezzeh olduğu anlamındadır. İnsanın fazileti, şu fani alemde necatına vesile ve hakkında hayırlı olacak şeyleri acele etmeden istemesidir. Demek ki, acele etmek, bir şeyi vaktinden evvel istemek, şeytanın vesvesesinden ileri gelir. Sabır ve teenni ile hareket etmek ise Tevfik-i ilahinin eseridir.

İnsan, fıtratının gereği olarak çok acelecidir, her hatırına geleni hemen elde etmek ister. Arzu ettiği şeylerin akibetini pek düşünmez. Ahiret nimetlerini bile dünyada görmek ister. Halbuki dünyadaki bütün nimetler ahiret nimetlerinin bir gölgesi hükmündedir. İnsan bundan gafil olarak gölgeyi asıl zanneder, ona çalışır, onun olması için dua eder ve bunda da aceleci davranır. Nitekim Cenab-ı Hak, bir ayette mealen şöyle buyurmaktadır:

“İnsan, bazen şerri, tıpkı hayrı istercesine ister. Pek acelecidir bu insan.”7

Bu ayetten de anlaşıldığı gibi insan, kısa aklıyla, hak ile batılı tefrik edemediğinden, çoğu zaman nefsine tabi olarak fani zevklerin peşine düşer ve onları talep eder. Bir dirhem hazır lezzeti, ebedi hayattaki batmanlarca lezzete tercih eder. Maksuduna sabır ile ulaşması lazım gelirken, acele ettiğinden dolayı ondan mahrum kalır.

Cenab-ı Hak, bu kâinatı bir anda değil, altı günde yani altı devrede yaratmıştır. Kâinatın meyvesi olan insanlar, hayvanlar ve bütün nebatatlarda da bu tedriç kanunu cereyan etmektedir. İnsan vücudu bir anda kemale ermediği gibi, bir çekirdek de bir anda ağaç olmaz. Bu bakımdan insan, bu fıtrat kanununa riayet ederek, her şeyin bir anda olmayacağını düşünmeli, işlerinde acele etmek yerine sebeplere riayetten sonra neticeyi Allah’tan beklemelidir.

Sabır ve teenni ile hareket etmeyip, acele edenler maksuduna ulaşamazlar. İnsan birçok belâ ve musibeti sabır ile aştığı gibi, meşru arzu ve isteklerine de ancak sabır ile nail olur. Hususan en şerli ve en zalim insanların taarruzlarına maruz kalan büyük zatlar, o eza ve cefanın altında “kahharane fırtınaların hiddetli, ekşi simaları arkasında rahmetin ve hikmetin güler, güzel yüzleri “ni ve inayetin iltifatını görmüş, kemal-i sabır ile tahammül etmiş ve maksutlarına ulaşmışlardır. Zira, Cenab-ı Hakk’ın inayet ve tevfıki sabırlı insanların üzerinedir.

İnsan üç sabır ile mükelleftir. Musibete karşı sabır, masiyetten sabır ve taat üstünde sabır.

1. Musibete Karşı Sabırdır: ki, tevekkül ve teslimiyetin semeresidir. Hastalık musibetine maruz kalanlara en güzel misal, sabır kahramanı Hazret-i Eyyüb (as.)’dır. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette Eyyup (a.s)’ın sabırlı olduğunu şöyle ifade etmektedir:

“Doğrusu biz onu sabırlı bulduk. O ne güzel kul! O hakikaten daima Allah’a yönelmektedir.”8

Hz. Eyüp (a.s) sabrı ve teslimiyeti sayesinde “seyyid’ül sabır” ünvanına mazhar olmuştur.

Evet, musibet ve belâların en şiddetlisine başta peygamberler, sonra evliyalar ve derecelerine göre diğer müminler maruz kalmışlardır. Evet, bu dar-ı dünyada en büyük bela ve musibetlere, dayanılmaz meşakkatlere uğrayanlar onlardır. İnsanlığı irşad için vazifelendirilmiş olan peygamberler akıl almaz eza ve cefalara maruz kalmışlardır. Meselâ Hz. İbrahim (a.s) Nemrut tarafından ateşe atılmış, Hz. Eyüp (a.s) dayanılmayacak hastalıklara duçar olmuş, Hz. Yusuf (a.s) kardeşleri tarafından kuyuya atılmış ve bazı peygamberler de acımasızca katledilmişlerdir. Şiddetli musibetlerin peygamberlerin başına gelmesi, onların derecelerini artırma hikmetine matuftur.

Eyüp (a.s) çok sayıda evlada ve mala malik bir nebi idi. Şeytan Cenab-ı Hakk’a şöyle dedi: “Eyüp, hem zengin, hem peygamber, hem de evlad-ü iyale sahip birisi, elbette ki o, sana ibadet ve taatte bulunur. Onu malı ile imtihan et bakalım ki sabredecek mi? Cenab-ı Hak Eyüp (a.s)’ı mallarını telef ederek imtihan etti. Eyüp (a.s) “veren Allah, alan Allah” diyerek buna sabırla mukabele etti. Şeytan bu kez de evlatlarına bir musibet gelmesini istedi. Cenab-ı Hak bu kez onun çocuklarını almak suretiyle imtihana tabi tuttu. Eyüp (a.s) yine “veren Allah, alan Allah” diyerek sabırla mukabelede bulundu. Şeytan bu kez de Cenab-ı Hakk’ın onu hastalıkla imtihan etmesini istedi. Allah ona bir hastalık vermek suretiyle imtihan etti. Eyüp (a.s) yakalandığı bu hastalık ile uzun zaman mücadele etti. Dört hanımının üçü kendisinden ayrıldı, sadece akrabası olan Rahim’e annemiz kaldı. Bulunduğu köydeki insanlar, Rahime validemize gelerek: “biz senin hastanı görünce rahatsız oluyoruz, onu buradan başka bir yere götür.” dediler. Rahime validemiz Eyüp (a.s)’ı alarak köyün dışına çıkardı ve hayli zaman orada kaldılar. Bir gün Rahime validemiz ateş yakmak için malzeme toplamaya gitti. Döndüğünde hastasının orda olmadığını ve genç bir delikanlının orda olduğunu gördü. O delikanlıya az önce burada bulunan hasta kişinin nereye gittiği sordu. Bunu üzerine Eyüp (a.s ) gülümsedi, Allah’ın inayetiyle şifa bulduğunu ve eski gençliğine döndüğünü söyledi. Bu hadise Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılır:

“Kulumuz Eyyub’u da an. Bir zaman o, Rabbine şöyle nida etmişti: ‘Meşakkat ve acı ile bana şeytan dokundu.’ (Biz ona): Ayağını yere vur! İşte sana yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su.’, dedik. Ve ona, bütün ailesini ve beraberlerinde bir mislini daha tarafımızdan bir rahmet olarak bahşettik ki, akıl sahipleri için bir ibret olsun.”9

Bediüzzaman Hazretleri Eyüp (a.s)’ın kıssasından alınması gereken dersi şöyle ifade eder:

Pek çok yara, bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm mükâfatını düşünerek kemal-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra yaralarından tevellüd eden kurtlar, kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlahiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle kendi istirahatı için değil, belki ubudiyet-i İlahiye için demiş: ‘Ya Rab! Zarar bana dokundu, lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor.’ diye münacat edip, Cenab-ı Hak o hâlis ve safı, garazsız, lillah için o münacatı gayet hârika bir surette kabul etmiş. Kemal-i afiyetini ihsan edip enva’-ı merhametine mazhar eylemiş.”

“Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın zahiri yara hastalıklarının mukabili bizim bâtını ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünki işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar. Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdid ediyordu. Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdid ediyor. O münacat-ı Eyyübiyeye, o Hazretten bin defa daha ziyade muhtacız. Bahusus nasıl ki o Hazretin yaralarından neş’et eden kurtlar, kalb ve lisanına ilişmişler; öyle de; bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şübheler (neûzü billah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturuyorlar. Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor. “10

Eyüp (a.s) Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle şifa bulup sıhhatine kavuşunca ümmeti tekrar etrafında toplanmaya başladılar. Bir gün bir sohbet esnasında “Ya Eyüp şimdi yeryüzünde senden daha bahtiyar bir kimse yoktur. Bu kadar sıkıntıların ve hastalığın ardından sıhhatine ve eski saltanatına kavuştun.” dediler. Bunun üzerine. Eyüp (a.s) onlara şu ibretli cevabı verdi:

“O hastalıklı zamanımda her seher vakti Cenab-ı Hak tarafından: “Ya Eyüp nasılsın?” diye bir nida gelirdi. Ben o hastalıktan kurtulduktan sonra artık o ses kesildi. O sesi ve o büyük iltifatı kaybettim. Bu bakımdan benim aldığım, verdiğimin yerini tutmuyor.”

Mehmed Kırkıncı, 07-7-2010

Dipnotlar:

1 Bakara Suresi, 2/155.
2 Hadid Suresi, 57/22.
3 Bakara Suresi, 2/153.
4 Hatibi Enes (ra.)’dan rivayet ( Muhtar’ü-1 Hadis, A. Fikri Yavuz, Abdullah Aydın.)
5 Yusuf Suresi, 12/86.
6 Mektubat.
7 İsra Suresi, 17/11.
8 Sad Suresi 38/44.
9 Sad Suresi, 38/41-43.
10 Lem’alar.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: