Bela ve Musibetlerin İnsanların Özellikle de Müminlerin Başına Gelmesinin Hikmeti Nedir? (3)

Bela ve musibetlerin gelmesine en büyük vesilelerden birisi de milleti sefahat ve ahlaksızlığa sürükleyen ve her türlü menfi ideolojileri yaymak için çalışanlara karşı tebliğ vazifesinin yapılmaması ve sessiz kalınmasıdır. Bu bakımdan her mü’min ve özellikle ilim ve irfan erbabı olanlar, bu tür menfi ideolojilere karşı mücadele etmelidirler. Aksi hâlde suçlularla beraber masumlar da perişan olur. Nitekim bir ayette şöyle ifade buyrulur:

“Ve öyle bir fitneden sakının ki, içinizden yalnızca zulüm yapanlara dokunmakla kalmaz. (masumları da yakar) ”23

Bir geminin herhangi bir yerinden delik açan bir kişinin yapacağı tahribat hem ona göz yumanların hem de bundan haberi olmayanların denizde boğulmalarına sebep olacaktır. Onun için böyle bir musibete baştan meydan vermemek, çok dikkatli olmak ve bu fiili yapan kişi veya kişileri men etmek herkesin vazifesidir. İçlerinden bazılarının bile buna engel olmaları diğer insanları bu felaketten kurtaracaktır. Aksi halde herkes “bana ne der” ve bir şey yapmazsa hepsi felakete sürüklenir.

Bu bakımdan her Müslüman iktidar ve kabiliyetine göre ölünceye kadar iyiliği emredip kötülükten sakındırmakla vazifelidir. Cenab-ı Hak bu vazifeyi yerine getiren Müslümanları şöyle methetmektedir:

“Ey Ümmet-i Muhammed! Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz…”24

Başka bir ayette ise şöyle buyrulur:

“Senin Rabbin, halkları salih ve ısla edici iken, o memleketleri haksız yere helak edecek değildir.”25

Bu ayetlere göre her Müslüman, Kur’an’ın bu emrini yerine getirmekle manen mükelleftir. Müslümanlar birbirlerinde gördükleri hata ve yanlışlıkları yumuşak bir dille düzeltmeye çalıştıkları gibi, küfür, şirk ve dalalet içerinde yaşayan insanlara da tebliğ ile doğru yolu göstermekle vazifelidirler. Nitekim Salih (a.s)’ın kavminin başına gelen o elim hadiseden dolayı Cebrail (a.s): “Yarabbi! Binlerce mümin gece teheccüd namazında iken neden böyle bir bela onların başına geldi.” diye sorunca Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: “Onlar sadece kendilerini düşünüyorlardı.”

Geçmiş peygamberlerin ümmetlerinin başlarına gelen o elim hadiselerden, bela ve musibetlerden ders alınması bir ayette şöyle ifade buyrulur:

“De ki, yeryüzünde gezin dolaşın da daha öncekilerin âkibetleri nice oldu görün.”26

İnsanın gaflet uykusundan uyanmasını gerektiren bir çok ayet, hadis ve tarihi hadiseler varken yine de o uyanmaz, kendini tehlikeye sürükleyecek amellerden sakınmaz.

Bela ve musibetlerden söz etmişken, Ortadoğu’da yaşanan ve âlem-i İslâm’ı ağlatan bu son elim hadiseden bahsetmeden geçemeyeceğim. Şunu hemen ifade edelim ki, bugün Irak, Lübnan ve hususen Filistin’de yaşanan zulümler ve çoluk çocuk demeden yapılan katliamlar karşısında dünyanın, İslam ülkelerinin ve özellikle Arap aleminin sessiz kalmaları çok düşündürücüdür. Ne hikmetse Arap aleminin bir kısmı ve özellikle onları idare edenler hâlâ uyanmadılar. Bugün birçok Arap ülkesinin milyarlarca doları Amerikan bankalarındadır ve bu bankaların yüzde ellisinin Musevilerin elinde olduğu bilinmektedir. Yahudiler Arapların parası ile silahlanıp, onları vuruyorlar.

İsrail’in her fırsatta komşularına saldırması şu soruyu sıkça hatıra getiriyor:

Yanı başlarındaki Yahudiler yıllarca durmadan silahlanırken, Araplar neyi beklediler? Allah’ın kendilerine vermiş olduğu bu zenginliği nerelerde harcadılar? Neden düşünmediler ki, Yahudiler bu silahları, Amerika, İngiltere, veya Almanya’ya karşı kullanacak değillerdi? Bu silahlar komşu Arap ülkelerini vurmak için hazırlanıyordu.

Yahudiler yıllardan beri Filistinlilere zulmediyorlar. Kadın, çoluk çocuk ve yaşlı demeden katledip, durmadan başlarına bomba yağdırıyorlar. Buna karşılık Filistinliler ancak taş ve sopalarla onlara karşılık verme durumunda kalıyorlar.

Cenab-ı Hak, bir ayet-i kerimesinde mealen şöyle buyurmaktadır:

“Karşıtlarınızı caydırmak için olanca gücünüzle kuvvet hazırlayın!”27

Bu ayet bütün ehl-i imana hitap etmektedir. Düşmana karşı zamanın icabına göre kuvvet hazırlamak gerekir. Evet, onların şerrini def etmek ve saldırılarını önlemek için yeteri kadar kuvvet toplamak bütün Müslümanlar üzerine vaciptir. Zamanın icabına göre silah icat etmek İslam’ın mühim bir emridir. Bu hal sadece belli bir zamana mahsus olmayıp, kıyamete kadar geçerlidir. Aksi halde namus ve izzetimizi, vatan ve milletimizi koruyup muhafaza edemez, perişan oluruz. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) minberde bu ayetin tefsirini yaparken şöyle buyurmuştur:

“Ey Ashabım! Dikkat edin! Kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır.”

Atmak, sadece ok atmak anlamında değil, zamanın gerektirdiği silahı atmak ve kullanmak demektir. Başka bir hadis-i şeriflerinde de şöyle buyurmaktadır: “Bir ok sebebiyle elbette üç kimse cennete girer. Kâfirleri mağlup etmek niyetiyle ok yapan, onu düşmana atan ve o okların atılmasına yardımcı olan kimse.”

Bugün Filistinliler davalarında haklıdırlar ancak, güçleri olmadığından söz sahibi olamıyor ve haklarını da koruyamıyorlar. Bu zilletten kurtulmanın çaresi, iman ve aklın gereği olan birlik ve beraberliği esas alıp, Cenab-ı Hakk’ın kuvvet hazırlayın emrini yerine getirmektir. Kur’an’ın bu emrine uymayan Müslümanlar, şefkat ve merhametten yoksun, canavarlaşmış bir avuç Yahudiye mağlup olmaktadırlar. Başka bir ifadeyle kâfirin attığı bomba, Müslümanın attığı taşa galip gelmektedir. Eğer bu durum böyle devam ederse, söz hep kuvvetlinin olmaya devam edecek ve Müslümanlar da buna boyun eğmeye mecbur kalacaklardır. Haklı oldukları halde, kuvvet hazırlamadıklarından söz sahibi olmayacaklar, hakları hep ellerinden alınacak ve mazlum durumuna düşüp feryat etmeye devam edeceklerdir.

Bediüzzaman Hazretleri: “Madem el hakku ya’lu haktır. Neden kafir Müslime, kuvvet hakka galiptir.” sorusuna verdiği müstesna cevabın bir bölümünde şöyle buyurur: “Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var.” Buna göre, düşmana galip gelmemiz için, kuvveti elimizde bulundurmamız lazımdır. Biz zayıf düşersek ve kuvvet düşmanın elinde olursa, düşmanın bu kuvvet ile bize galip gelmesi kaçınılmazdır.

Artık uyanmanın vakti geldi ve geçiyor. Müslümanların ve petrol ağalarının, zevk ve sefayı bir tarafa bırakıp, İslam alemiyle birlik ve beraberlik içinde hareket etmeleri gerekir. Aksi halde, bu yangın Filistin, Lübnan ve Irak gibi Müslüman devletlere münhasır kalmaz, bütün İslâm alemini tehdit edecek boyutlara ulaşabilir.

“Ey Âlem-i İslâm! Uyan, Kur’an’a sarıl;
İslâmiyet’e maddî ve manevî bütün varlığınla müteveccih ol!”

Ve Ey Kur’an’a bin yıllık tarihinin şehadetiyle hâdim olan ve İslâmiyet nurunun zemin yüzünde nâşiri bulunan yüksek ecdadın evlâdı! Kur’an’a yönel ve onu anlamaya, okumaya ve onu anlatacak, onun bu zamanda bir mu’cize-i manevîsi olan Nur Risalelerini mütalâa etmeye çalış. Lisanın, Kur’an’ın Âyetlerini âleme duyururken, hal ve etvar ve ahlâkın da onun mânasını neşretsin; lisan-ı hâlin ile de Kur’anı oku. O zaman sen, dünyanın efendisi, âlemin reisi ve insaniyetin vasıta-i saadeti olursun!

Ey asırlardan beri Kur’an’ın bayraktarlığı vazifesiyle cihanda en mukaddes ve muhterem bir mevki-i muallâyı ihraz etmiş olan ecdadın evlâd ve torunları! Uyanınız! Âlem-i İslâm’ın fecr-i sâdıkında gaflette bulunmak, kat’iyyen akıl kârı değil! Yine Âlem-i İslâm’ın intibahında rehber olmak, arkadaş, kardeş olmak için Kur’an’ın ve imanın nuriyle münevver olarak İslâmiyet’in terbiyesiyle tekemmül edip hakikî medeniyet-i insaniye ve terakki olan medeniyet-i İslâmiyeye sarılmak ve onu, hal ve harekâtında kendine rehber eylemek lâzımdır.

Avrupa ve Amerika’dan getirilen ve hakikatta yine İslâm’ın malı olan fen ve san’atı, nur-u tevhid içinde yoğurarak, Kur’an’ın bahsettiği tefekkür ve mâna-yı harfî nazariyle, yâni onun san’atkârı ve ustası namiyle onlara bakmalı ve “Saadet-i ebediye ve sermediyeyi gösteren hakaik-ı imaniye ve Kur’aniye mecmuası olan Nurlara doğru ileri, arş!” demeli ve dedirmeliyiz!..

“Ey eski çağların cihangir Asya Ordularının kahraman askerlerinin torunları olan muhterem din kardeşlerim!”

“Beş yüz senedir yattığınız yeter! Artık Kur’ân’ın sabahında uyanınız. Yoksa Kur’ân-ı Kerim’in güneşinden gözlerinizi kapatarak gaflet sahrasında yatmakla vahşet ve gaflet sizi yağma edip perişan edecektir.”

“Kur’ân’ın mecrasından ayrılarak birleşmeyen su damlaları gibi toprağa düşmeyiniz. Yoksa toprak gibi sefahet ve şehvet-i medeniye sizi emerek yutacaktır. Birleşen su damlaları gibi, Kur’an-ı Kerim’in saadet ve selâmet mecrasında ittihad ederek, sefahet ve rezalet-i medeniyeyi süpürüp, bu vatana âb-ı hayat olan, Hakikat-ı İslâmiye sularını akıtınız.”

“O Hakikat-ı İslâmiye suları ile bu topraklarda îman ziyası altında hakikî medeniyetin fen ve san’at çiçekleri açacak, bu vatan maddî ve mânevî saadetler içinde gül ve gülistana dönecektir. İnşâallah..”28

Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir.” hükmünce, inşallah Filistin’de yaşanan bu son elim hadiseler, İslâm aleminin intibahına, birlik ve beraberliğine, ikitisadi yönden kalkınmalarına ve özellikle Filistin’deki grupların uhuvvetine vesile olacaktır. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“… Olabilir ki siz, bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için daha hayırlıdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir kötülüktür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”29

Her güzel şey, kahharane bir fırtınanın peşinden geliyor. Gök gürültüsü ve şimşeğin ardından yağmurun gelmesi gibi, annenin çektiği azîm sancı da evlâdı meyve veriyor. Aynı şekilde, toprak altında parçalanıp dağılan bir çekirdeğin kalbinden de muhteşem bir ağaç vücuda geliyor.

Dünyaya yeni gelen bir çocuk, diş sahibi olmak için damaklarının yarılmasına rıza gösteriyor ve çektiği o acının sonunda inci gibi dişlere sahip oluyor. Ve nihayet insan da bu dünyada çeşitli eza ve cefalara, bela ve musibetlere düçâr oluyor, neticede vefat edip, toprağın altına giriyor ve orada cesedi çürüyüp dağılıyor. İşte ebedî saadet de, iman ve sabır kaydıyla bu fırtınaların semeresi olarak tezahür ediyor.

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“…. nuranî âlemlere giden yol kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir. Meselâ: Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil olmuştur. Ve keza, rahm-ı maderden dünyaya gelen çocuk, mahud tünelde çektiği sıkıcı, ezici zahmet neticesinde dünya saadetine nâil oluyor.”30

Mehmed Kırkıncı, 07-7-2010

Dipnotlar:

23 Enfal Suresi, 8/25.
24 Âl-i İmran Suresi, 3/110.
25 Hûd Suresi, 11/117
26 Rum Suresi, 30/42.
27 Enfâl Suresi, 8/60.
28 Tarihçe-i Hayat.
29 Bakara Suresi, 2/216.
30 Şualar.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: