Bir Estetik Kategori; Yüce ve Bediüzzaman

Bediüzzaman’ın görme biçimleri

      üzerine bir çalışmadır yaptığımız.

                                             Hüsün Temaşa ve Güzel Kelimeleri

Hüsün, temaşa ve güzel kelimeleri onun kâinata, insanlara, insani olaylara, dini hakikatlere, kozmik olaylara bakışının bir kısmını yansıtır.

Onun görme biçimleri maddi nesnelere dışa bakış türündedir. Dini hakikatlere de bakışları hakikat olduğu için içe bakış tarzındadır.

Onun bakış açısını, görme biçimlerinin teorisini oluşturmak çok zor bir şey, sadece yorum yapamayan bir seyir değil, baktığı şeyin güzellik değerini tartan bir gözü var, güzellik değerini tartarken çirkinlik içinde de olsa o güzellik değerini yine görme biçimi ile güzele bağlayan bir dış ve iç gözü var.

                                            Bediüzzamanın görüş Tarzları

Tek bir görme biçimi yok,

 onun kalbinin,

ruhunun,

dilinin,

 gözünün,

 imanının,

inancının,

 basiretinin

her birinin birer görüş tarzı var.

 Bütün eserlerinde görüş tarzları bunlara bölünebilir.

 Bazen tek bir nesneye bakar, bir arıya, bir ağaca, bir çiçeğe, bir meyveye.

 Bazen birçok şeye birden bakar; güneş sistemine, bitkilere, hayvanlara, insanlara topyekün bakar ve genel görme ve basiret yorumları yapar.

Biz sadece bazı fiillerini takib ettik. Onun bu üç görme tarzının görme örneklerinde bu fiiller kullanılmaz ama verilen örnekler güzel görmelerin örnekleridir.

Mesela umumi faaliyetlerden hareketle intizamı okuma bir toplu bakıştır.

Bu intizamı okuma aynı zamanda intizamın üyeleri arasındaki birlikteliği okuma olduğu için tenasüb yani bir güzellik okumasıdır.

 Bir çiçekteki güzelliği okumak nerede, bu genel fiilleri okumak nerede?

“Madem bu kâinatın heyet-i mecmuasından arzın yevmi ve senevî deveranından ta insanın simasına ve başının duygular manzumesine ve kandaki beyaz ve kırmızı küreyvatın deveranına ve cereyanına kadar külli olsun, cüzi olsun her bir şeyde hikmetli ve dikkatli bir intizam var.” (Şualar)

 Bu bir görme biçimidir ama birçok şey arasındaki ortak değeri görmek tarzında bir okuma biçimidir.

O değer nedir i n t i z a m, intizam güzelliğin en önemli şartıdır.

                                   Yer Küresinde Cereyan Eden Olaylar

Mesela Münacaat isimli eserinde gördükleri büyük oranda nesneler, fiziki olaylardır. Kozmik ve yeryüzü varlıklarıdır. Bunlara tek tek bakıp yorumlar yaptığı gibi onları birlikte de yorumlar, aralarındaki birliği ve vahdeti, düzeni anlatır.

Burada kürede cereyan eden olayları ve büyük nesneleri, hayatımız üzerinde tesirleri büyük olan nesneleri söz konusu eder. Onların intizamlı hareketlerini ve tek tek ve birlikte intizamlarını anlatır, fayda ve hikmetlerini gözler önüne serer.

 Bu yönü ile Münacaat canlı bir estetik dersidir, her gün baktığımız olay ve nesneleri baktığımızdan çok farklı bir şekilde ortaya koyar.

                                İntizam Vahdet ve İnsicamın Yansımaları

Münacattaki güzellikler çiçek, böcek, ağaç, gibi varlıkların hüsün ciheti temaşa yönü değil azametli güzellikler, haşmetli görüntülerin güzellikleridir.

Çünkü bu görüntüler ancak intizam, vahdet, insicamın külli anlamda yansımaları ile mümkündür.

“Semavatta hiçbir deveran ve hareket yoktur ki böyle intizamıyla senin mevcudiyetine işaret ve delalet etmesin.” (Şualar)

Bu semavi bir estetik görüntü ve temaşadır.

“Hiçbir ecram-ı semaviye yoktur ki, semavi varlıklar, sükûtiyle gürültüsüz vazife görerek direksiz durmalarıyla senin rububiyetine ve vahdetine şehadeti ve işareti olmasın.” (Şualar)

Beşeri sanat bu vadilerde yürümemiş, yürüyemez.

Bir tablodaki renkler arasındaki intizam, uyum ve denge nerede, semadaki gezegenler arasındaki intizamın meydana getirdiği haşmetli güzellik nerede?

                                        İlim  Adamlarına Göre : Yüce

Bu eserde

 “Hem bu safi, temiz, güzel gökler, fevkalade büyük ve fevkalade süratli ecramiyle muntazam bir ordu ve elektrik lambalarıyla süslenmiş bir saltanat donanması vaziyetini göstermek cihetiyle Allah’ın haşmet ve azamet ve hâkimiyet gibi yüce güzelliklerini anlatırlar.

 Yüce estetiğin önemli bir kategorisidir:

 Olağan olanı aşan, sıradan olmayan, yüksek durumda olan, ulaşılamayacak kadar yüksekte bulunan, yüksekliğiyle bize korku ve heyecan veren.

Burke Yüceyle ve Güzelle İlgili Fikirlerimizin Kökeni Üzerine Felsefi Bir Araştırma adlı incelemesinde y ü c e y i “ruhun duyabileceği en yüksek heyecan” diye tanımlar. “Herhangi bir biçimde acı ve tehlike fikri yaratabilen yani şu ya da bu biçimde korku duyurabilir ya da korkunç nesnelerle ilgili olan ya da şiddete benzer bir biçimde davranan her şey yücenin kaynağıdır yani ruhun duyabileceği en yüksek heyecanı yaratandır.”

 Yüce, her zaman bizi aşan şeydir, bizim için erişilmez ya da uzakta olan değerdir. O çok zaman doğayla ilgili bir izlenimde kendini gösterir. “Yüceyi biz doğanın bir düşüncesi gibi sezeriz” der Jean Prevot.

 Yüce çok zaman gülünç olanla karşılaştırılır, yüce olan kendisine gülemediğimiz şeydir. “Yüce ile gülünç arasında ve gülünç ile yüce arasında bir adımlık yol vardır” diyerek Th Payne bu iki kavramı birbirine yaklaştırır.

Güzelle yüce arasında her zaman bir yakınlık sezeriz, güzel olanda yüceyi duyuran, yüce olanda güzeli andıran bir şeyler vardır. Yüce gibi güzel de gülünç ile karşıtlaşır. “Güzel tanrısaldır, yüce insanidir” der Theodore Jouffroy.

Amiel’e göre “Güzel yüceden üstündür, çünkü süreklidir ve doymak bilmez; yüce görelidir, geçicidir ve katıdır.”

Theodore Juffroy yücenin temeline kavga kavramını koyar, yüceyi gelişime engelleyenlerle yıkışmakta olan güç diye anlar.

 Voltere göre “İnsan duyarlı değilse her zaman yücedir, kötülük gibi yüce de bulaşıcıdır”.

 Yüce üzerine en geniş ve köklü çalışma Kant’ın 1790’da yayımlanan ünlü Kritik der Urteilskraft (Yargı Gücünün Eleştirisi) adlı yapıtının bir bölümüdür.

 Kant bu yapıtında güzelden sonra yüceyi tartışır, onu da güzel gibi beğeni yargısına bağlar.

Yüce bize hiçbir aracı kavramı gerektirmeksizin doğrudan doğruya haz verir ve bu yanıyla güzele benzer.

 Güzelde sınırlılık belirginken yüce insan kavrayışını aşacak biçimde sonsuza açılır. Bu yüzden sonsuz ve sınırsız yüce anlık ile değil us ile ilgilidir. Her zaman imgelemi zorlayan yüce öznelliğin bir ürünüdür, yani nesneden değil ruhtan gelir. “Tüm duyu ölçülerini aşan ruhun bir yetisinin göstergesi” der, Kant onun için.

 Yüce bazen matematik büyüklük ile bazen da güçlülük ile ilgilidir.

 “Yüksek dağlar karşısında duyduğumuz yücelik duygusu matematiksel, gök gürültüsü karşısında duyduğumuz yücelik duygusu güçseldir.” (Afşar Timuçin, 522-23)

                                    Bediüzzaman ve Kant’ın ‘Yüce’ Görüşleri

Bediüzzaman’ın yüce ile ilgili fikirleri Kant’ın fikirleri ile birleşir. Diğer yüce telakkileri yüzeysel görünürler.

Yüce güzelin çok farklı bir güzellik türüdür.

Sonsuzluğun insanın duyabileceği şekilde ifade edilmesidir.

 Azametli dağların, coşmuş denizlerin, fırtınaların, okyanusların tasviri yücedir. Bediüzzaman tabiat unsurlarını yüce tasarımlarla tanrısal tefekkürlere dönüştürür.

Bediüzzaman dağları iki şekilde anlatır, bunlardan biri Kur’an’daki dağlardan bahseden konular ve ikincisi kendinin dağlardan bahsetmeleridir.

Bediüzzaman’ın Kur’an ile ilgili anlatımları hem estetiğin yüce kategorisi, hem de yüce üslubun tezahürleridir.

Mesela Amme suresinin anlatımı her iki yönlü de -üslup ve estetik- yüce noktasından önemlidir.

 “Sure-i Amme’ye dikkat edilse öyle bir bedi üslup ile ahireti, haşri, cennet ve cehennemin ahvalini öyle bir tarzda gösteriyor ki, şu dünyadaki Allah’ın fiillerini, Rabbani eserleri o uhrevi ahvale birer birer bakar, isbat eder gibi kalbi ikna eder.

Bir iki noktasına işaret ederiz.

Şu surenin başında kıyamet gününü isbat için der:

 “Size zemini güzel serilmiş bir beşik, dağları hanenize ve hayatınıza defineli direk, hazineli kazık, sizi birbirini sever, ünsiyet eder çift, geceyi hab-ı rahatınıza örtü, gündüzü maişet meydanı, güneşi ışık verici ısındırıcı bir lamba, bulutları ab-ı hayat çeşmesi gibi ondan suyu akıttım.

Basit bir sudan bütün erzakınızı taşıyan bütün çiçekli meyveli bütün muhtelif eşyayı kolay ve az bir zamanda icad ederiz.

 Öyle ise yevm-i fasl olan kıyamet sizi bekliyor, o günü getirmek bize ağır gelemez.” (Sözler)

 Allah azametini, icraatının büyüklüğünü ve yüceliğini bu üslup içinde anlatır. Bediüzzaman hem matematik yüceleri, hem de dinamik yüceleri anlatır.

Matematik yüceler insanın denetleyebileceği güzelliklerin güzelliği ve bazen yüceliğidir.

 Bediüzzaman skolâstik bir düşünceyle, mantıkla çelişen dayatmayı, dini hiçbir zaman söz konusu etmez, o analitik bir düşüncedir, o her düşünceyi analiz eder, kolay anlaşılır hale getirir.

 Hatta Bediüzzaman asırlardır çözülememiş sadece söylendiği için inanılmış yüce itikadi bahisleri anlaşılır hale getirmiştir.

Çünkü Bediüzzaman demek, analitik düşünce demektir.

 Kader,

Miraç ve

Haşir konuları yüce konulardır.

İnsanlar bu tür bahisleri anlamakta zorluk çektiklerinden yüce şeyler karşısında kendini küçük gören insan bu bahisleri de olduğu gibi kabul etmiştir.

Çok büyük dehalar ve âlimler bile bu meselelerin yüceliği ve azameti karşısında çaresiz kalmışlardır.

Estetiğin üç değişik kategorisi

Bediüzzaman’da celal, cemal ve kemal olarak yer alır.

 Din insan gözüne çarpan görüntüleri ilahi eylemlere dönüştürür.

Estetik, felsefe ve sanat ise suri bir hayrete ve hazza dönüştürür.

Edebiyat yücelikler ve azamet karşısında yüce üsluplu şiirler söyler, ama din yücelikleri insanı dini eylemlere dönüştürür.

Mükemmel din, insanın şuuru yerine geldikten sonra gördüğü âlemden kendinde meydana gelen değişmeler üzerine kurulmuştur.

Namaz bu üç görüntü ve görüntünün arkasındaki mücerred büyüklük üzerine kurulmuştur, namazda insan bu görüntülere ve arkasına giderek en yüce duruşu sergiler.

Kant, bir yaz, bir dağ evinde ağaçların azametini gördükten sonra yüce denilen estetik kategoriyi hissetmiştir.

Allah insanın sürekli azameti karşısında küçüklüğünü hissetmesi için

 Kur’an’da “Rabbu’s-semavati ve’l-ard” imajını kullanır.

 Bu imaj ile her an gökyüzü ile irtibatlı ve görsel ilişki içinde bulunan insan bu azamet ve yüce ifade karşısında kendi küçüklüğünü hisseder, bu sürekli tekrar ile ona bir azamet karşısında dini bir tavır almayı öğütler.

Güzel, yüce ve yetkinlik karşısında alınan tavır,

Sanatta bir ürperti olabilir ama din sadece ürperti ile yetinmez, çünkü koca semayı ve arzı yaratan ve o azametli küreleri bizim hizmetimize veren, sonra o büyük kütleleri bir fabrikaya dönüştürüp mahsullerini önümüze gıda olarak getiren ve her yaptığını insanın yaşamına endeksli bir mükemmellikle bir kemal ve yetkinlikle yapan ilah sadece bir ürperti ile sanatsal düşünce ile kulunu bırakmaz.

 Ona bu üç görüntü karşısında bir görev biçmiştir.

Sembolik derinlikleri olan, sembolik derinlikleri ezelden ebede kadar uzanan, yaratılışın bütün safhasını, insan hayatının bütün demlerini, Allah ile mantıklı ilişkilerin, duruşların tamamını içine alan, Habibi ile buluşmayı içeren, âlemin ve insanın özeti olan kavram ve tasarımları ihtiva eden bir duruş, öyle bir duruş ki, yok öyle bir duruş dünyada.

 İki duruş var karşımızda yaratılışın binbir endamı ile duruş,

 Bizim onun karşısında bütün ilgilerimizi içine alan duruş.

N a m a z  ve bu iki duruş karşısında yaratılışın iki büyük üyesine insan ve kâinatı kendine has nazarı ile seyret âlemlerin namütenahi azameti olan ilahı, Allah-ı Zülcelâl’ı.

 “Celaline karşı kavlen ve fiilen ‘Subhanallah’  deyip takdis etmek.

Hem kemaline karşı lafzen ve amelen ‘Allahuekber’ deyip tazim etmek.

 Hem cemaline karşı kalben ve lisanen ve bedenen ‘Elhamdülillah’ deyip şükretmektir.” (Sözler)

Üç büyük görüntü var: Celal, Cemal, Kemal.

İşte celal! Yüce insan bu celalin karşısındadır, bu yüzden k a r ş ı kelimesini kullanır Bediüzzaman.

Bir tarafta celal görüntüsü ve görüntünün arka planı metafizik, maverai kısmı, varlığı celaliyle yaratan ama bize celalinin görüntülerini yarattığı azametli varlıklarla gösteren ama azameti arka planda.

Onu ne bilelim ama farklı olduğu denetlenemez olduğu kesin.

 Namazda ayakta durduğumuzda bu celalin, yücenin karşısında saygı ve kabul için dururuz, evet senin azametin ve benim küçüklüğüm, evet senin yüceliğin benim cüceliğim işte ispatı benim duruşum, o azameti gören ve hisseden yürek patlasın, çatlasın, dağılsın, devrilsin.

 Bediüzzaman o duruş esnasında nasıl bir zelzeleye tutulmuş zemin gibi duruyorsa, işte karşı duruş bu, karşı duruş bu. İşte tanrısal ürperti bu, en büyük sanatsal duruş bu!

Allahu ekber bu azamet karşısında ürpertinin zarfı, eğilmek secdeye kapanmak azametin ağırlığına tahammül edemeyen başın istirahat için başını yere koyması, çünkü namaz azamet ve yücelikten küçülmeye doğru giden bir biçimsel tasarım ile kurgulanmış, kurgusu bile mucize, çünkü tasarlayan Allah. Ayakta, eğilmek ve secdede yok olmak, ama asıl var olmak o secde hali.

                                      Allahın Azamet ve Hâkimiyetine Secde

İnsan sadece celal veya yüce görüntüler karşısında Allah’ın azamet ve hâkimiyetini görebilse ama onun dünyasının devamı için gerekli nimetlerden uzak veya onlar onun alanında olmasaydı insan melek olurdu, çünkü meleklerin bizim türümüzden gıdaları yok.

 Onlar celal ve azamet karşısında ayakta, oturarak, secdede karşı tavırlarını meydana koyarlar.

 Ama insan celal karşısında azamet ve heybet karşısında, kâinattaki hayret-nüma faaliyet ve rububiyet karşısında Allah’ın azametini görüp ve düşünüp titreyip, kusurlarından tiksinip ona secde eder, bunun yanında onunla bağlarını nimetler vasıtasıyla devam ettirir, melek değil, yarı melek, yarı insan olur, meleki yanı olduğu gibi insani yanı da vardır.

Demek insan Allah’ın eşyaya yansıyan üç temel görüntüsünü algılayan mekanizmalara sahip, ama diğer canlıların bu mazhariyetleri yok.

Yücenin özelliği sınırsızlıktır, denetlenemezliktir.

 Görüntüsü insanı baskı altında tutan, hatta ezen bir durumdur, onunla insan arasında nispetsizlik vardır.

Güzel bizim idrak ölçülerimizin içine girebilir, ama yüce girmez bizi aşar hayrette, tahayyürde, ibrette, ürpertide bırakır.

Şaşırtıcı ve ürperticidir. Küçüklüğümüzü hissederiz.

Din bu azamet ve haşmeti, ürpertiyi insanı düzene almakta kullanır, çünkü insan şu koca âlemde yerini ancak yüce şeyler karşısındaki düşüncesi ve dalıncı ile hissedebilir.

Hayatın küçük ayrıntısı güzel de olsa insana kendini aşma özelliği vermez. Hayatımıza dönük gözler bizi basit işlerle meşgul eder, basit şeylerle mutlu olmayı hayatını yaşama olarak algılarız.

                                     Allahuekber Tekrarı Günde Kaç Defa

Allah kulunu kurtarmak için, kitabında sürekli yüce şeyleri nazara verir, günde beş defa yüceyi kulaklarımıza üfler, büyük büyük minarelerden, Allahuekber, yani: “Küçük hayatın ayrıntısından başını kaldır şu koca âlemin sahibi en büyük, en büyük ile empati kur, küçülmekten kurtul, bedeninde kaybolma, arzın ve semanın haşmetine bak, o haşmetin arkasında ihata edilmez haşmet sahibini düşün, yücel, yücelere çık!”

Bunu dört defa tekrar eder, günde beş defa dört başta, iki sonda altı eder, beş vakitte otuz kere Allah büyüklüğünü hatırlatır, demek onu hatırlamak hayatımızın vazgeçilmez bir teması.

Bir de kamet verilirken tekrar edilenler altmışı bulur, eğer namazın manası kendisine ülfet edilmeseydi mağrur ve mütekebbir girdiğimiz camiden incelmiş, kaybolmuş, ezilmiş olarak çıkardık.

Samimiyet midir, başka bir şey mi?

 Bu yüzden azametli adam Bediüzzaman, kendine dönük hayatı olmayan adam, bulutlardan, mana bulutlarından, yıldızlarından aşağı inmemiş,

“Dünyada bir hanem yok ki nerede tekkem olacak?” demiş.

 Eserlerini tashih ederken etrafındaki sanat galerisi olan kâinatı seyreder, tashihi unutur, seyirden, azametin karşısındaki seyirden kendini unutur.

Ya sen neyi unutuyorsun?

 Hatırladığın var mı ki?

Din samimi olmaktır,

 Allah’ın huzurunda “samimiyetsiz” hitabına muhatap olan adam, sınavı kaybeden öğrenciye kapıyı gösteren hoca, arabada yer yoksa unutulan adam, “sana yer yok” denilen adam.

  Ayetü’l-Kübra, İkinci Şua, Münacaat, Pencereler, Yirminci Mektup, daha neler?… Hepsi yücenin, hem üslup, hem de estetik yücenin tahtına oturmuş eserler.

 Yüce manalar ve derinlikler içinde yücelere çıkıp cüceliktin kurtulmak işte büyük estetik ders.

On Dokuzuncu Mektup, Yahya Kemal şiirlerinde hep büyük insanları anlatır, büyük hükümdarları anlatır, Yavuz Sultan Selim, Fatih ve başkaları.

Namık Kemal hep büyük adamlara müpteladır, yüce adamların yanından inmez. Selahattin Eyyübi, Fatih, Yavuz, Emir Nevruz, Hugo.

Bediüzzaman büyük adamların yanına karargah kurmuş, eserlerinde empati kurduğu büyük adamlar saymakla bitmez, en büyük insan Hz. Peygamber, o da Mevlana gibi “hak-i pay-ı Muhammed muhtarem” der.

“Eserimi güzel yapan evsaf-ı Muhammedidir” der.

Mucizat-ı Kur’aniye onun en büyük yücenin kitabını anlattığı bir eser, üslubu yüce, anlatımı yüce, estetiği yücenin estetiği.

 Eğer bu yüce konuları ve adamları yıllardır okuyup hala cüce olarak değişmemiş olarak yerinde sayıyorsan, ne kabiliyetinde, ne aklında, ne dünya ile ilişkilerinde bir değişme yoksa sen kendine ne dersen de. “Ne diyeceğini bilirsin tabi” demek de ustalıktır.

Kimse alınmasın; benim, buna muhatab olan.

Alınma alınma adın olsun kalın.

Aç karın yüksek nalın salın ha salın.

Ne olacak senin halin?

Cemil Sena yüceyi anlatır:

“Alain’e göre yüce, dışsal hiçbir varlığa dayanmayan bir umuttur. Ya da herkesin kendi nefsinde bulduğu bir egemenlik ve dayanma gücüne imandır.

 İşte bize bu umut ve imanı veren yücedir.

 Her yüce güzel olduğu halde her güzel yüce değildir.

 Yücede derinlik, bilinmezlik ve büyüklük gibi bazı karakterler vardır.

Güzel ise daima derin, karanlık ve ulu değildir.

Yücede kararlarımızı ve irademizi parçalayan, bu yüzden de acizliğimizi küçüklüğümüzü, hatta faniliğimizi ihtar eden bir yükseklik vardır.

Bunun içindir ki her yüceden bir sonsuzluk izlenimi alırız.

Pascal bu duyguyu iki sonsuzluk karşısında bir baş dönmesiyle açıklar.

 Zira yücede değerler üstü bir şey vardır ki zihin için o esrarlı, bilmeceli, dinsel ve metafizik bir kavram gibi belirir.” (C. Sena, 218)

 Bediüzzaman’ın anlattığı bütün yüce kategoriler bu özelliklere sahiptir.

 Onun temaları, şahısları ve nesneleri büyük oranda yücedir ve yüce bir estetik anlatımla anlatılırlar, üslupları da yücedir.

Bediüzzaman nesneleri yeniden inşa eder.

Nesneler varlık içinde kendi halinde, birbirine yabancı telakki edilir. Bediüzzaman o birbirine yabancı olan varlıkları bir düzen ve yorum içinde ilahileştirir, bir fabrikanın çarkları haline getirir.

 Nesne fiziksel canlı ve cansız varlıkları anlatır.

 Bediüzzaman sadece nesneleri değil nesnelleşmiş, şahsiyet kazanmış vakaları ve hareketleri de yeniden gözden geçirir, onları da varlık içinde yerli yerine yerleştirir. Bütün eserlerinde onun yorum dünyasında bir hakikatı anlatmada veya hakikat penceresinden görünen nesnelerin sayısı çok fazladır.

 Nesneler yüce anlamlara göndermelerde bulunarak büyürler.

“Bu yönüyle estetik bir nesne, estetik yüklemlerin kullanıldığı  cümlelerde, öznenin  gönderme yapabildiği ya da estetik terimlerle tasvir ettiğimiz tecrübelerimize kaynak olabilen şeydir.” (Dabney Tovsent, Estetik Nedir, 103)

Birgün Barla’da gezerken yerdeki iki taşı alır ve;

 “Bak kardeşim hiç biri aynı değil, herkes sanat olarak bağımsız, sahibi de muhtar” der. İşte sıradan telakki edilen taşlara bakış açısında onu bir mana dünyasına, anlamlı ilişkiler, vahdani ilişkiler dünyasına katar.

Nesneler onunla uğraşan kişinin elinde subjektif bir yapı kazanır. Onun verdiği anlama razı olur nesne.

Picasso bir bisiklet oturağını üstüne iki demir ekleyip bir öküze benzettiği şey bir sanat eserine dönüşür, onun subjektif inşa edici kişiliği ona yeni bir yapı kazandırır. Ama Bediüzzaman

nesneleri subjektif değil, objektif ve birbirine bağımlı anlamlar dünyasına katar. O her varlığın bu büyük anlamlar dünyasındaki yerini görür ve yerli yerine koyar ve tasarımın sahibi ile bağını tesis eder.

                                     Yüce Tabirini İlk Kullanan

 Milattan Sonra 213-273 Longinus yüce kavramını ilk defa kullanan olarak kabul edilir. La Bruyere, E. Burke, H. Hume yüceden bahsederler. Mandellsohn ve Sulzer sublime sözcüğünü Erhaben sözcüğü ile Almanca’ya sokarlar. Sonunda Kant gelerek yüceyi güzelin yanında Yargı Gücünün Eleştirisinde bir temel estetik kategori olarak ele alarak onu temellendirir.

Kant’tan günümüze felsefe onun gözüyle bakar yüceye.

Bediüzzaman da İslam tarihinde, İslam felsefesi tarihinde güzelin çok yönlü kategorilerinin hâkim olduğu metinler ortaya koyar. Yüceyi, güzel çirkin ilişkilerini, en çok anlatan şahıstır.

 Ondan önce yüceden bahsedenler varsa da

Bediüzzaman

cemal,

kemal ve

celal gibi

estetiğin üç temel kategorisini eserlerinin çekirdeği yapmıştır.

 Onun eserleri bu üç tezahüre göre düzenlenebilir.

Kant, yüce ile güzeli karşılaştırarak ikisini de izah eder.

 Kant, “Yüce ile güzel ikisi de hoşa gider” der. Bunlar bilgi objeleri değil, haz objeleridir.

Hâlbuki Bediüzzaman güzel ve yüceyi sadece haz objesi olarak kabul etmez, ona göre güzel de yüce de bağlayıcıdır.

 Celaline karşı “subhanallah” demek, yani sen noksanlardan ârisin, biz ise kusur ile mali.

Cemali yani güzelliği hem varlıkların hem de hizmetindeki nesneler ve hizmetçilerin güzelliği elhamdulillahı gerektirir.

Bana bu güzellikler yansımakta ben de onlara karşı farkında olduğumu belli ediyorum.

                                    Bizi Allaha Kulluğa Çağıran Nesneler

 Bütün güzellikler Allah’ın isimlerinin perdelerden geçmiş görüntüleridir, Allah’a çağırırlar, gelip geçici bir haz değildirler.

Bütün varlık azametli bir ilahın emri ile insana koşuyorsa, insan bu azamet ve güzellik karşısında Allah’a koşmalıdır.

 Bediüzzaman sokakta kalmış çocuklar gibi ortada kalmış güzel ve yüceyi Allah’a koşturan zihinsel ve fikri yorumlar icad etmiştir.

“Celaline karşı kavlen ve fiilen

 Subhanallah deyip takdis etmek,

 kemaline karşı lafzen ve amelen Allahuekber deyip tazim etmek,

hem cemaline karşı kalben, lisanen ve bedenen Elhamdülillah deyip şükretmektir.” (Sözler)

 İlahi kudretin nazarının azametine karşı istihsan ve hayretle Allahuekber (Sözler) demektir.

Kant’a göre sadece hazdır.

Güzel ile yüce arasındaki ayrılıkları anlatır Kant:

 Doğada güzel belli bir sınırlamadan ibaret olan obje biçimiyle ilgilidir, yüce ise bu sınırsızlığın objede tasavvur edilmesi bakımından biçimden yoksun bir obje ile ilgilidir.

Öyle ki güzel belirsiz bir zihin kavramının tasviri, yüce ise belirsiz bir akıl kavramının tasviri içindir.

Bizim güzel dediğimiz şeylerde sınırlı bir obje ile karşı karşıya kalırız.

Yüce dediğimiz objelerde biçim yönünden belirsizlik ile karşılaşırız.

 Yaldızlı bir gökyüzü biçimsel yönden sınırsızdır.

 Ufuksuz bir deniz aynı şekilde sınırsızdır.

 Kant’a göre bizi aşan büyüklüklere ve sınırsızlıklara sahip objelere ancak yüce diyebiliriz. (Tunalı, Estetik, 228)

Güneş yüce bir nesnedir, onunla ilgili metinler bir haylidir.

Mucizat-ı Kur’aniye Risalesinde, asırlarca anlaşılmamış, kendisine tapılmış, daha sonra bilim dünyasınca da anlaşılmamış, sistem içindeki yeri karıştırılmış bu büyük ve yüce nesne hakkında yorumlarında onun görevleri ile beraber azamet ve haşmetini anlatır, Allah’ın azamet ve haşmetine, yüceliğine delil yapar.

“Veşşemsü tecri limüstekarrin leha” deki “tecri” kelimesi şöyle bir uslüb-u âliye pencere açar.

Şöyle ki “tecri” lâfzîyle yani “Güneş döner”  tabiriyle kış ve yaz, gece ve gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufat-ı ilahiyeyi ihtar ile Saniin azametini ifham eder ve o mevsimlerin sahifelerinde kudret kaleminin yazdığı Samedani Mektuplara nazarı çevirir.

Halık-ı Zülcelal’in hikmetini ilam eder.

 “Veceale şemse siracen” Lamba tabiriyle şöyle bir üsluba pencere açar ki;

 Şu âlem bir saray ve içinde olan eşya ise, insana ve zihayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve matumat ve levazımat olduğunu ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile

 Saniin haşmetini ve Halik’ın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki, müşriklerin en mühim, en parlak mabud zannettikleri güneş, musahhar bir lamba, camit bir mahlûktur.

 Demek “Sirac” tabirinde Halik’ın azamet-i Rububiyetindeki rahmetini ihtar eder. Rahmetin vüsatındaki ihsanını ifham eder ve o ifhamda saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder ve bu ihsasta vahdaniyeti ilam eder ve manen der:

“Camid bir sirac-ı musahhar  hiçbir cihetle ibadete layık olamaz.”

Hem cereyan-ı “tecri” tabirinde gece gündüzün,  kış ve yazın dönmelerindeki acib muntazam tasarrufatı ihtar eder ve o ihtarda Rububiyetinde münferit bir Saniin kudretinin azametini ifham eder.

                                          Kış ve Yaz Sahifesinde Yazılan Satırlar

 Demek şems ve kamer noktalarından beşerin zihnini gece gündüz, kış ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazılan hadisatın satırlarına nazar-ı dikkati celbeder.

Evet, Kur’an güneşten güneş için bahsetmiyor. Belki onu ışıklandıran Zat için bahsediyor.

Hem güneşin insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor.

Belki güneşin vazifesinden bahsediyor ki

Rabbani sanatın intizamına bir zemberek ve

Rabbani hilkatin nizamına bir merkez hem

Nakkaş-ı Ezeli’nin gece gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki Rabbani sanatın insicamına bir mekik vazifesini yapıyor.” (Sözler)

Hergün baktığımız güneşin büyük görevlerini ve koca güneşi bize hizmetkâr eden zatın azametini zihinlerimizde takarrür ettirmek için bahseder.

 Dinamik yüce bir varlık nesnesi dağdır.

 Bediüzzaman eserlerinde dağlardan bir coğrafyacıdan daha ayrıntılı olarak bahseder. Onun faydalarını anlatırken Allah’ın hikmet ve azametine delil olmasını da gözden kaçırmaz.

“Ey dağları zemin sefinesine hazineli direkler yapan Kadir-i Zülcelâl.

 Resul-i Ekrem Aleyhissalatu vesselamın talimiyle ve

 Kur’an’ı Hakim’in dersiyle anladım ki:

 Nasıl denizler acaipleriyle seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar.

 Öyle de dağlar dahi zelzele tesiratından zeminin sükûnetine

ve içindeki dahili inkılap fırtınalarından sükutuna

ve denizlerin istilasından kurtulmasına

ve havanın zararlı gazlardan tasfiyesine

ve suyun muhafaza ve iddiharlarına

ve zihayatlara lazım olan madenlerin hazinedarlığına ettiği hizmetleriyle ve hikmetleriyle seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar.

Evet, dağlardaki taşların envaından

 ve muhtelif hastalıklara ilaç olan maddelerin aksamından

ve zihayata hususan insanlara çok lazım ve çok mütenevvi olan madeniyatın ecnasından

ve dağları, sahraları çiçekleriyle süslendiren ve meyveleriyle şenlendiren nebatatın esnafından

hiçbirisi yoktur ki tesadüfe havalesi mümkün olmayan hikmetleriyle, intizamıyla, güzel yaratılışıyla faideleriyle,

 hususan madeniyatın

tuz,

limon tuzu,

sulfato ve

şap gibi sureten birbirine benzememekle beraber, tatlarının şiddet-i muhalefetiyle

ve bilhassa nebatatın

basit bir topraktan çeşit çeşit envalarıyla

ayrı ayrı çiçek ve meyveleriyle,

nihayetsiz kadir,

nihayetsiz hâkim

nihayetsiz rahim ve

 kerim bir saniin vücub-ı vücuduna bedahetle şehadet ettikleri gibi,

 heyet-i mecmuasındaki

vahdet-i idare ve

vahdet-i tedbir ve

 menşe ve

mesken ve

 hilkat ve

sanatça beraberlik ve

 birlik ve

ucuzluk ve

 kolaylık ve

çokluk

ve yapılmakta çabukluk noktalarından

 Saniin Vahdetine ve Ehadiyetine şehadet ederler.” (Şualar)

Münacaat yüce nesneleri yüce bir üslupla ‘yüce’ bir estetik kaygıyla anlatır.

 Bütün eser boyunca bu nesneler sıralanır. Semavat, yıldızlar, güneş, sema boşluğu ve olayları, bulut, şimşek, ra’d, gök gürültüsü, rüzgar, yağmur, feza, arz, hayvanlar, insan, bahir, nehir, çeşme ve ırmaklar, ziynetli cevherler, balıklar, ağaç, nebatat, çiçek ve meyveler, sonra yüce şahıslar enbiya, asfiya ve evliyalar ve peygamberimiz ve Kur’an-ı Hakim.

Felsefe tarihinde ‘yüce’ sanatçıları ve filozofları meşgul etmiştir.

“Lalo yüceyi, trajik ve dramatikle karşılaştırır.

Ona göre trajik edimin, dramatik ise duygunun yücesidir ve yüce de zihnin trajedisidir.

Yüce benliğin kutsal bir bilinmedik önünde emilip yükseldiğini hissettiren şeydir.

Bu bir küçük âlemin, bir büyük âlem içinde erimesidir, latiflik ve güzel bizi yavaş yavaş kendine çekerken yüce duyularımızda olduğu kadar da, bilincimiz, hayal gücümüz ve düşüncemizde sonsuzluğu algılamaktır.

Bu itibarla yüce güzelden nicel dereceler bakımından farklı ve bir bakıma karmaşık ve üstün bir duygudur.

Güzel ne kadar sempatik ise, yüce de o kadar düşündürücü, hatta korkutucu ve küçültücü bir büyüklüktür.

Baş döndürücü bir derinliktir.

Wagner’in dramatik ve sembolik eserleriyle Beethoven’in tanınmış senfonileri, Mimar Sinan’ın Süleymaniyesi büyük ülküler uğrunda yapılmış kahramanlıkları sahneye koyan trajediler ve epik eserler bu türdendirler.” (Cemil Sena, 219)

Estetik tarihinde:

‘Yüce’ mimari yapıların, dini yapıların, tarihe yön veren şahısların ve insanın içinde kaybolduğu büyük tabiat unsurlarının anlatımında kullanılmış.

Bediüzzaman estetiğinde ise yüce kategorisinin en önemli anlatımları ve mana çözümlemeleri analitik bahisler âlemlerin Rabbi olan Allah için sarfedilmiştir.

En büyük O olduğuna göre anlatımların en büyük emek verilenleri de O’na olmuştur.

Yirminci Mektubun ikinci makamı özellikle

Allah’ın eylemlerini birbiri ardınca anlatır, bu eylemlerin hepsi kâinata ve evrene hâkim olan eylemlerdir, birbirinin ardınca sıralanan fiiller âlemleri terbiye faaliyetiyle yöneten bir ilahın özel şuunatı ve işleridir.

 Bediüzzaman anlatımlarını görsel anlatımlarla gözler önüne serer.

 “Şu kâinat yüzünde, hususan zeminin sahifesinde, gayet muntazam bir faaliyet görünüyor.

Ve gayet hikmetli bir hallakiyet müşahade ediyoruz.

Gayet intizamlı bir fettahiyat, yani her şeye layık bir şekil açmak ve suret vermek aynelyakin görüyoruz.

 Hem gayet şefkatli, keremli, rahmetli bir vehhabiyet ve ihsanat görüyoruz.

 Öyle ise bizzarure şu hal ve şu keyfiyet Faal, Hallak, Fettah, Vehhab bir Zat-ı Zülcelal’in vücub-ı vücudunu ve vahdetini isbat eder, belki ihsas eder.” (Mektubat)

Bediüzzaman dört büyük eylem seçmiş

Muntazam faaliyet

Hikmetli bir hallakiyet

İntizamlı bir fettahiyet

Şefkatli, keremli bir rahmet, bir vehhabiyet

Birbiri ardından açılan sinema levhaları gibi bir anlatır.

 Önce uzaktan büyük bir faaliyet görülüyor, ama karışık değil intizamlı,

 biraz daha yaklaşınca faaliyet içinde devamlı yaratma faaliyeti görünüyor,

 kamerayı biraz daha yaklaştırınca yaratılanlara işlerine uygun bir suret açmak, elbise giydirmek görünüyor,

biraz daha yaklaşınca biçimsel ve fizyolojik yapısını kazanmış canlıların hayatlarını devam ettirmek için ihsana ihtiyacı var, karşılıksız nimetlere ihtiyaçları var o zaman bir Vehhab onların imdadına koşuyor.

 Bu fiilleri yapan ile fiiller arasındaki manayı dokuyor.

Faaliyeti yöneten Faal,

Hallakiyeti yöneten Hallak,

Fettahiyeti yöneten Fettah,

Vehhabiyeti yöneten Vehhab, dört fiil tamamen görsel ve bir laboratuar deneyi gibi veya gözlemi gibi Allah’ı gösteriyor.

Bu gözlemi yapan Bediüzzaman hayatın bir yerinde durmuş, özel olarak eylemleri seçmiş düşündüğü sonucu ortaya çıkarmak için.

İkinci kelimede kâinat yüzüne nazarını saldırtan

Bediüzzaman sonsuz varlıkların nasıl bir gaye ve hedef etrafında bir birlikle âlemi meydana getirdiğinin felsefesini yapıyor.

 Vahdehu o bir ama birlik bu kaos gibi görünen varlık tabakalarını bir maksad için bir araya getirmesidir.

Birlik nizamla, mizanla sağlanır, şeyler arasında düzen olmasa onlardan bir şey elde edilmez, arkasından düzenli şeylerin dengeli yapılarının olması gerekir, sarkmayan, bozulmayan bir düzen gerekir bu mizan ile elde edilir, kâinat bir büyük terazi gibi her an dengede, denge olmadan birlik olmaz.

Nizam düzgün sabit değil bir heykel, bir bina gibi,

devamlı değişen bir düzen

ve değişirken bozulmayan bir düzen,

 insan bedeni her gün içine giren çıkanların hesabı yok bu giren ve çıkanlar bu harika havuzun dengesini bozmuyor,

düzen hem kendi için gerekeni sağlıyor

 hem de düzenini koruyor.

Sürekli tartılıyor, ağırlığı sürekli denetleniyor, bozulmuyor.

Her şeyi modele benzetiyor modele düzenli ve dengeli suretler elbiseler giydiriliyor. İnsan bedeni her gün denetlenen bir elbise giyiyor.

Düzenin amacı olmalı, düzenin gayesi:

Dini ve dünyevi,

bedensel fayda,

değişimle fayda arasındaki dengeyi koruma,

adalet,

 hikmet,

 maslahat,

faideler korunuyor.

Bütün bunları bir kudret bir ilim yönetiyor, bu kadar iç içe eylemleri kudret ve ilim ile ölçü içinde yöneten kim, kim olacak Allah!

İşte biz bu eylemlerin sahibine secde ediyoruz, ama ya bunun anlatımı nasıl bir göz ve nasıl bir tedriç yasası ile eylemlerin ard ardına sıralanması bu Bediüzzaman işte. Dede Korkut’un;

                               “Yücelerden yücesin, kimse bilmez nicesin”

dediği Allah’ı anlatıyor.

İşte yüce kategorisi bu.

Yücelerin yücesini anlatmak, bu sıralama mantık ve fizyolojik ve hilkat düzenine uygun.

                                              Güzelin Tarihi

Yücelik ulu bir ruhun yansımasıdır, yücelik deyimi antik şiirlerde ve klasik trajedilerde dile getirilen hem yaratıcının hem de sanat eserini algılayanın duygusal katılımını tetikleyen ulu ve soylu tutkuları ifade eder,

Sanatçı sanat eserini meydana getirme süreci söz konusu olduğunda en büyük önem heyecan anına verilir, yücelik şiirsel söylemi içten harekete geçiren, böylelikle dinleyiciyi ya da okuru coşkuya sürükleyen bir şeydir.

 Yücelik bir sanat etkisidir, gerçekleşmesi için bazı kuralların bir araya gelmesi gerekir, soylu duyguları harekete geçiren bir söylem, kahramanlık konularına uygun bir gözlem ve anlatımdır yüce (Eco, Güzelin Tarihi, 270)

Batılılar yüceyi bağımsız bir irtifa gördüklerinden büyüklüklerle Allah arasındaki bağlantıyı sanata aykırı telakki ederler, ne hikmetse.

Bediüzzaman övgüye layık her şeyi Allah ile bağlantı kurar anlatır.

Ne Allah adına inkâr eden sofiler gibi, ne de bilim sanat adına.

Bediüzzaman’ın Allah’ın kelamında dağları anlattığı metninde soylu bakışları, ruhundaki ulu telakkileri vermekle birlikte Kur’an’ın farklı perspektiflere açık yüce bir kelam olduğunu ortaya koyar.

Azametli varlıklar olan dağlardan bahseder. “Meselâ,  Ve’l-cibali evtada yani Dağları zemininize kazık ve direk yaptım” bir kelâmdır.

Bir âmînin şu kelâmdan hissesi:

Zâhiren yere çakılmış kazıklar gibi görünen dağları görür, onlardaki menâfiini ve ni’metlerini düşünür, Halikına şükreder.

Bir şâirin bu kelâmdan hissesi:

 Zemin bir taban ve sema kubbesi, üstünde konulmuş yeşil ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir muhteşem çadır; ufkî bir daire sûretinde ve semanın etekleri başında görünen dağları o çadırın kazıkları misâlinde tahayyül eder, Sâni-i Zülcelâline hayretkârâne perestiş eder.

Haymenişin, çadırda oturan bir edibin bu kelâmdan nasibi:

Zeminin yüzünü bir çöl ve sahrâ, dağların silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevî çadırları gibi, güyâ tabaka-i turâbiye yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o toprak perdesini yukarıya kaldırmış, birbirine bakar pekçok muhtelif mahlûkatın meskeni olarak tasavvur eder. O büyük, a z a m e t l i mahlûkları böyle yeryüzünde çadırlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtır-ı Zülcelâline karşı hayret secdesi eder.

Coğrafyacı bir edibin o kelâmdan kısmeti:

Yeryüzü havanın muhit denizinde veya esîrîde yüzen bir sefine ve dağları o sefinenin üstünde tespit ve muvâzene için çakılmış kazıklar ve direkler şeklinde tefekkür eder. O koca küre-i zemini muntazam bir gemi gibi yapıp, bizleri içine koyup aktâr-ı âlemde gezdiren Kadîr-i Zülkemâle karşı “Subhane ma âzame şaneke” (şanını eksiklerden ari görürüm) der.

Medeniyet ve heyet-i içtimâiyenin mütehassıs bir hakîminin bu kelâmdan hissesi: Zemini bir hâne; ve o hâne hayatının direği, hayat-ı hayvaniye; ve hayat-ı hayvaniye direği, şerâit-i hayat olan su, hava ve topraktır. Su ve hava ve toprağın direği ve kazığı dağlardır. Zîrâ, dağlar suyun mahzeni, havanın tarağı (gàzât-ı muzırrayı tersîb edip, havayı tasfiye eder) ve toprağın hâmîsi (bataklıktan ve denizin istilâsından muhâfaza eder) ve sâir levâzımât-ı hayat-ı insaniyenin hazînesi olarak fehmeder. Şu koca dağları şu sûretle hâne-i hayatımız olan zemine direk yapan ve maîşetimize hazînedar tâyin eden Sâni-i Zülcelâli ve’l-İkrama, kemâl-i tâzim ile hamd ü senâ eder.

Hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun şu kelâmdan nasîbi şudur ki:

 Küre-i zeminin karnında bâzı inkılâbât ve imtizâcâtın neticesi olarak hâsıl olan zelzele ve ihtizâzâtı dağların zuhuruyla sükûnet bulduğu ve medâr ve mihverindeki istikrarına ve zelzelenin irticâciyle medâr-ı senevîsinden çıkmamasına sebep, dağların hurûcu olduğunu; ve zeminin hiddeti ve gadabı, dağların menâfiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettiğini fehmeder; tamamen imâna gelir, El-hikmetu lillâh-(Allah’ın hikmeti)” der.

Bediüzzaman’ın anlatım ustalığı gösteren metinlerinden biri.

 İnsanda yüce duyguları uyandıran ve onu bedensel hazlarından kurtaran ve ulviyata çeken, bütün bir âlemi yüce bir yorum ile insanın etrafında dostane birleştiren bir metin.

Anlatıcı ve iki dünya görüşü, dünya görüşleri birbirleri ile mukayese edilir, işin enteresan yanı bütün önemli varlıkların insan ile anlam kazanan bir diyalog tarzı içinde olmasıdır.

Bir tiyatro, hatta bir sinema metni gibi kaleme alınmış, konuşmalar son derece canlı. Metinde geçen varlıklar yüce bir gruplandırma ile hayatın etrafında yer alırlar. Bediüzzaman bu yüce tasnifi ve görevlendirmeyi yüce bir üslupla ve estetik ‘yüce’nin bakış açısı ile verir.

“İnsanın yeryüzündeki hayatını hidayet ışığında yorumlar, yüce bir estetik tasarım ile ve yüce bir üslupla anlatır”.

Arkadaşı ve anlatıcı doğru yoldadırlar ve iman yolundadırlar, onlara rehberlik eden, delil olan inayet ve Kur’an’dır.

 Allah’ın kudret ve inayeti insanı kudreti ile varlık sahrasına çıkardı ve yaşaması için dinin ve âlemin kanunlarını ona uyulması gereken kanunlar yaptı.

Yeryüzüne getirip insana şefkat ile giydirmiştir bu vücut elbisesini.

İnsanlık denen korunması gereken emaneti ona verdi, emanete sadakat namaz ve niyaz ile görünür.

Bizim zaman içinde devirler içinde nazımızla oynanır.

Arzu ettiğimiz her şey bize verilmiştir.

Yolda bize kolaylık gösterilir, nereye gitsek iyi karşılanıyoruz, bütün mahlûkat bize iyi muamele ediyor, bütün canlılar bize kardeşçe tavırlar sergiliyor.

 Biz onlara malımızdan veririz onlar da bize verir.

 Ticaret muhabbeti onlar bizi beslerler, hediyelerle süslerler.

Bir bayram hediyesi özel kâğıtlara sarılır, hediyedir, verilen şahıs mutlu olur.

 Bir meyve, bir elma bir kavun ne kadar harika muhafazalara sahiptirler, onlar da hediyedirler.

Hem bize hizmet ederler, hem de bizi iyi uğurlarlar.

 Şimdi şu gördüğümüz âlem, Rahmanın bayramı, insanın gürültü yeri.

Delilimiz Allah’ın nasıl davranmamız konusundaki bilgileri bize verir, onlara uyarız. Düşmanlara direniriz, dayandığımız Allah düşmanları defeder.

 Ruhumuzun ışığı Allah’a imandır, hayatımızın da nurudur, ruhumuzun da ruhudur. Kalbimiz rahat, düşmanlara aldırmaz, dünyada bir dayanak noktası bulduk, o kabiliyetlere hayat verir, emelleri gerçekleştirir.

Ebedi abad olunacak yere hazırlar. Onlara yol gösterir,  o dayanılan nokta, hayat suyu verir, insanı yetkinliğe kemale koşturur.

İnanmamız gereken ikinci kutup inanç haşirdir,

 Ebedi saadet haşre imanın cevheri, Kur’an delili. Şimdi başını kaldır kâinata bir bak onunla konuş, bize mütebessim her tarafta gülüyor, nazlıca niyaz edip ses veriyoruz.

 Görmez misin; gözümüz arı misal olmuştur!

 Her tarafa uçuyor. Kâinat bostanıdır, her tarafta çiçekler. Her çiçek veriyor ona leziz bir su. Gözün arı gibi hikmet dersleri almasını ifade ediyor,

Altıncı Sözde buna benzer bir ifade var:

“Hem ünsiyet, teselli, tahabbübü veriyor, o da alır getirir, şehadet balı yapar. Balda bir bal akıtır o esrarengiz şehbaz.

Gezeğenlerin hareketine ya yıldızlar, ya güneşe nazarımız kondukça ellerine verirler Halik’ın hikmetini hem ibret mayasını.

 Güya şu güneş bizlerle konuşuyor. Der:

“Ey kardeşlerimiz dehşet alarak sıkılmayınız. Ehlen sehlen, merhaba hoş teşrif ettiniz, menzil sizin ben ise bir mumdarım.

Ben de sizin gibiyim, fakat safi isyansız, muti bir hizmetkârım.

O Samed ve Ehad olan Zat ki tam rahmetiyle hizmetinize beni nurlu bir hizmetkâr etmiştir.

Benden hararet ve ziya sizden namaz ve niyaz”

Yahu bakın kamere yıldızlarla denizler, her biri de kendine mahsus bir lisanla , “ehlen sehlen merhaba “ derler.

 Hoş geldiniz bizi tanımaz mısınız? “Yardımlaşma sırrı ile bak, nizamın sembolleri ile bak.

Her biri söylüyor; Biz de birer hizmetkâr Celal sahibinin rahmetinin birer ayinesiyiz. Hiç de üzülmeyiniz, bizden sıkılmayınız.

Zelzele naraları, hadisat sayhaları sizi hiç korkutmasın, vesvese de vermesin.

Zira onlar içinde bir zikir zemzemeleri, tesbih demdemeleri naz ve niyaz velveleleri. Sizi bize gönderen Celal sahibi zat tutmuştur bunların dizginlerini.

İman gözü okuyor yüzlerinde rahmet ayetlerini her biri birer avaz.

Ey kalbi uyanık olan mümin şimdi gözlerimiz bir parça dinlensinler.

Onların bedeline hassas kulağımızı imanın mübarek eline teslim ederiz, dünyaya göndeririz.

Dinlesin leziz bir ses, evvelki yolumuzda umumi matem ve ölüm vaveylası zannolunan şeyler o sesler şimdi yolumuzda niyaz ve namaz oldu, birer tesbih.

 Dinle havadaki demdeme,

kuşlardaki civcive,

 yağmurdaki zemzeme,

 denizdeki gamgama,

radlardaki rakraka,

taşlardaki tıktıka

birer manidar nevaz.

 Havanın terennümleri, gök gürültüsünün narası, dalgaların nağmeleri, bir azamet zikridir.

Yağmurun şarkıları, kuşların vezinli sözleri rahmet tesbihi, hakikate bir mecaz, başka anlamları var muhakkak bu mecaz içinde.

Eşyada olan sesler birer vücut sesidir. “ Ben de varım derler” O suskun kâinat birden söze başlıyor. Bizi camid zannetme, ey boşboğaz insan!

Kuşları söylettirir ya bir nimet lezzeti, ya bir rahmetin inmesi.

 Ayrı ayrı seslerle küçük ağazlarıyla rahmeti alkışlarlar, nimet üstünde iner şükür ile eder pervaz.

                                Davası Yüce Kişilikler ve Karakter Yetiştirme Mektebi

Yüce bir güzellik şubesidir, batı felsefesi yüce ile ilk filozoflardan itibaren uğraşmış ama sonraki yüzyıllarda yakın zamanlarda sistematize edilmiştir.

 Bediüzzaman ve yüce çok büyük araştırma konusu olacak bir konudur.

O sıradan, alelade, bayağı, toplumsallaşmış, günlük hayatın kirlerini bulaşmadan yaşamış ve kendini sürekli yüce ve âli tutmuş, mekân olarak hep yüksek ve yüce yerlere merak salmış, şahıs olarak dinin ilmin, tasavvufun,  ilimlerin büyük konularını dinle bağlantılı yüce yanlarını incelemiş, hep yücelere gözünü dikmiş ve yüce bir şekilde ölmüş ve yüce ve aziz bir şekilde dünyayı terk etmiştir.

 Bediüzzaman’ın davası yüce kişilikler yetiştirmektir, karakter yetiştirme mektebidir onun düşünceleri.

 Onun eserlerinde hitap ettiği bir karakter vardır, bakması, görmesi, düşünmesi, ibadeti, Allah ve Peygamberi anlayışı, tarih anlayışı, insan anlayışı, varlıklara bakışı bu sıralamalar elliye kadar çıkar.

Hep yüce konular ile uğraşmış Kur’an’dan beşeri ilişkiler konusuna değil ulûhiyet rububiyet, ubudiyet, haşir, melekler, tevhid, saltanat, gibi Allah’ın zatı ve fiilleri ve şuunatı etrafındaki özellikleri ile uğraşmıştır.

Bediüzzaman’da çok şey var ama onun konuları insanın yeryüzüne ayak bastığından beri kaldırılmış indirilmiş, onun getirdiği yenilikler ancak o konularda düşünenler ile mukayese edilirse anlaşılır. Çalışmam bir küçük bakış açısıdır.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer