Bir kıssadan payıma düşen hisse

Dar-ı dünyadan, âlem-i berzah yolculuğuna giden bir dostumuzun taziyesi için çalıştığım kurumdan bir kaç personelle birlikte Diyarbekir’den El’âziz’e gitmiştik.

1994 ilkbaharın ilk ayları havalar ısınmıştı, bir nevi berzah âleminden dünya hayatına uyanan ve neşv ü nemâ olan çiçeklerin kokusu etrafa misk-i amber gibi yayılmıştı; ağaçlar yeşile bürünmüş, dalları adeta Mevleviler gibi cezbe halinde; bu san’at-ı İlâhiyeyi yol seyrimizde temaşa ve tefekkür ede ede gidiyorduk.

Kaderin cilvesi bir taraftan berzah âleminden dünya hayatıyla uyanan bitkiler; ağaçlar. Bir diğer taraftan da dünyadan berzah âlemine göç eden insanlar!

“Evet, her baharda müşahede ediyoruz ki: Güz mevsimi kıyametinde vefat eden hadsiz nebatat, bahar haşrinde her bir ağaç, her bir kök, her bir çekirdek, her bir tohum (mealen) “amel defteri açıldığında” âyetini okuyup bir manasını, bir ferdini kendi diliyle, geçmiş senelerde gördüğü vazifenin misalleriyle tefsir ederek o azametli hafiziyete şehadet ediyor.” 1 O’ Kudret sahibi yüce Allah, (cc) sonbaharda nebatatın ölümü ve ilkbaharda da tekrar dirilişleriyle haşrin gerçeğini göstermiştir.

Elazığ’a kadar gelmişken akıl nimetinin kıymetini bilmek ve bir ders ve ibret almak üzere 1925 yılından bu yana Elazığ’da faaliyette bulunan “Emraz-ı Akliye ve Asabiye Hastanesi” bugünkü belirgin ismi ile tanınan “Elazığ Akıl Hastanesi’ni de ziyaret ettik.

Hastahanenin girişinde bekleyen birçok asabiye sakinleriyle karşılaştık. Kimi durgun ve sessiz, kimi gergin ve sinirli, kimi sigara için kapıda ziyaretçi bekliyor, ağır hastaların hallerini ise başka vaziyette müşahede ettik.

Bu arada otuz yaşlarında bir hasta, aklı dağınıkta olsa hastanenin bir yetkili elemanı gibi bizimle ilgilenmeye başladı. Hastanenin şartlarından muzdarip idi, yeterince bizi ağırlamayacağını bil mana imaya çalışıyordu.

Bizim mihmandar (!) dem gelişi güzel konuşmaya başladı.

Vakti zamanda babamın Malatya girişinde çiftliği vardı, yedi çadırı kuruluydu, bir sürü koyunları vardı, kazan-kazan et ile pilav pişirirdik, babamın sofrası yerden kalkmaz, gelen- gidenleri gün boyunca ağırlardık…

Ah nerede kaldı o günler!

Geçmiş günleri hatırladıkça öfkeleniyor, öfkelendikçe sinirleri gerginleşiyordu. Bizden sigara istedi, arkadaşlarımızdan biri sigara paketini ona uzattı, sigaranın dumanını keyifle çekmeye başladı…

Benim de ilk yöneticilik ve gençlik dönemim idi, düzgün bir kıyafet, boynumda kırmızı kravat vardı. Gözleri kırmızı kravata takılı kalmıştı…

Onun için kırmızı, huzurun rengi sanmıştım.

Ama hayır! O “kırmızı” renge takılmıştı.

“Benim de bir horozum var, kırmızı kravat boynuna taksam öter mi?” dedi,

“Evet… Evet, öter.” dedim.

O sırada makamın saikasıyla ve nâslardan gördüğüm teveccüh beni aldattığını kalbim dahi ikrâr etti. İbretli bir hatıra bize düşen ise verdiği mesajı almak… Evet, “Nice elbise vardır, içinde insan yoktur; nice insanlar vardır, üzerinde elbise yoktur” Hz. Mevlânâ’nın sözü ne kadar manidardır. Herkese hisse düşebilecek kadar bir gerçek payı var, vesselâm.

13.01.2020

Rüstem Garzanlı

Dipnot: 

1- Asa-yı Musa 1. kısım, 7. mes’ele s. 33.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: