BİR MAHKÛMUN SORULARINA CEVAPLAR-3

Soru 7: Mektubat kitabından 9. Mektubun Sâlisen diye başlayan kısmını açabilir misin?

Cevap 7: Üstad bu bölümde şöyle diyor:

“SALİSEN: Görüyorum ki, şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki, dünyayı bir misafirhane-i askerî telâkki etsin ve öyle de iz’an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telâkki ile, en büyük mertebe olan mertebe-i rızâyı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına daimî bir elmasın fiyatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir.

Evet, dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir.

Bâki umur-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir.

İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep ve hâkezâ şedit hissiyatlar, umur-u uhreviyeyi (Ahirete ait şeyleri) kazanmak için verilmiştir.

O hissiyatı şiddetli bir surette fâni umur-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere bâki elmas fiyatlarını vermek demektir.

Şu münasebetle bir nokta hatıra gelmiş; söyleyeceğim. Şöyle ki:

Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara müteveccih olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır. Veyahut o mecazî mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılâp eder.

İşte, insanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin, aşk gibi, iki mertebesi var: biri mecazî, biri hakikî. Meselâ, endişe-i istikbal hissi herkeste var. Şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde senet yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüt altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakikî ve uzun ve gafiller hakkında taahhüt altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder.

Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir. Bakar ki, muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyâya medar olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakikî câh olan merâtib-i mâneviyeye ve derecât-ı kurbiyeye (Allah’a yakınlık derecelerine) ve zâd-ı âhirete (Ahiret azığına) ve hakikî mal olan a’mâl-i salihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise, âli bir haslet olan hırs-ı hakikîye inkılâp eder.

Hem meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni umurlara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen birşeye bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli birşeye inat namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his böyle şeyler için verilmemiş; onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münâfidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umur-u zâileye vermeyip, âli ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve hidemât-ı uhreviyeye sarf eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âli bir haslet olan hakikî inada, yani hakta şiddetli sebata inkılâp eder.

İşte, şu üç misal gibi, insanlar, insana verilen cihazat-ı mâneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilâne davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini vezâif-i uhreviyeye ve mâneviyeye sarf etse, ahlâk-ı hamîdeye menşe, hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.”

Mektubat kitabı, kalb terbiyesini işliyor. Kalb ise, duygularımızın merkezidir. Fakat ruhun da kendine has duyguları bulunuyor. Zihnimiz düşüncelerimizin merkezidir. Kalb, ruh ve sır gibi latifelerimiz ise duygularımızın merkezidir. Kalb, insanın fakrını ve ihtiyaçlarını hissettiği yerdir. Ruh ise, insanın aczini ve korkularını hissettiği boyuttur. İhtiyaçlardan hırs, tutku, sevgi, aşk, ünsiyet etme gibi duygular uyandığı gibi aczden de, korku, endişe, telaş, dehşet, teselli, sükunet, emniyet ve benzeri duygular uyanırlar.

Üstad burada insan fıtratına konulan duyguları sınıflandırıyor. Hayatî önemde olan işlere tahsis edilenler ve hayatî olmayan işlere ayrılanlar. İlk grubu da 2’ye ayırıyor: Fâni dünya hayatı için çalıştırılacak olanlar, bâki Ahiret hayatı için verilmiş çok güçlü duygular.

Bu kısımdaki temel ders: “Duygular, fıtrat dağından kaynayan nehirlerdir. Bunları yok edemezsin. Durduramazsın. Sadece çok ciddi bir iç terbiye ile önüne belki baraj kurabilirsin. Fakat çok güçlü duygulara baraj da kuramazsın. Sadece akacağı yönü belirleyip ona akış kanalları açabilirsin. Bunu da aklının ilmi ve marifetiyle yaparsın.”

Duygu seline kapılan kişilerin akıbeti çorak arazide kaybolup gitmek, enerjisini zayi etmek, meyve vermemiş bir hayatı yaşamak ve hüzünlere garkolmaktır. Hayatın meyvesi, manalardır. Manaları ise duyguları kontrol altına almak veya hayırlı işlere sevk etmekle elde edebiliriz. Bu noktada güçlü duygular, güçlü ve büyük manalar demektir. Üstad fıtrattaki bazı güçlü duyguları alıp işliyor: Aşk, hubb-u cah (makam sevdası), endişe-i istikbal ve inad gibi…

Hisler için kader 2 durumdur: Câhilce akış hali, şuurluca akış hali… Cahilce akış haline, “mecaz” (uğranıp geçilecek yer) deniliyor. Şuurluca akış haline “hakiki” deniliyor. Bu noktada mesela insanı 2 tane gelecek zaman bekliyor:

  1. Ölümüne kadarki sınırlı gelecek zaman…
  2. Ölümünden sonraki sınırsız gelecek zaman…

Bu zamanlara karşı bizde endişe-i istikbal (gelecek zaman endişesi) şeklinde bir duygu var. Üstad inceliyor: Ölümüne kadarki gelecek zamanın ister farkında ol, ister olma “yaşatacak kadar rızık konusunda kefalet ve himaye altında” dır. Fakat ölümünden sonraki gelecek zaman ise, gâfiller için kefalet altında değildir; ne rızık ne de himaye açısından. İnsan ruhunun asıl endişe edeceği, korkacağı gelecek zaman hakiki ve sonsuz gelecek zaman olan Ahiret hayatıdır. Garanti ve taahhüd altında olanı lüzumsuz yere düşünerek keyfini sürme derdiyle endişe etmek, buna mukabil asla taahhüd altında olmayan, sadece nefsini ve malını bir asker gibi Allah’a adayan kişilere taahhüd altında olan kendi Ahiret hayatını düşünmemek, bir gün mutlaka yüzleşeceği o hayat hakkında endişe etmemek aklın işi değildir. Bu tefekkür endişe-i istikbal hissini hakiki mecrâsına yönlendirir. Bu mecradaki akan bu his, insana ebediyet yolunda koşmayı, çalışmayı ve ebediyete mazhariyetin istediği bedelleri görebilme imkanını kazandırır. Ciddiyet ve sebat ve sabra yardımcı olur.

Aşkta da 2 hal var: Mecazi sevgiliye odaklanma veya Hakiki Sevgili’ye yönelme… Sıradan bir insanın ilk seveceği kişi veya nesne, gözle görülen bir şey olacaktır. Her gözle görülenin bir başlangıcı vardır. Her başlangıcı olanın bir sonu vardır. Her sonu olan fânidir. Kalb ise, batıp gidenleri sevmez; fanilerin faniliğini görerek ona aşk ile teveccüh edemez. Sadece onun o aciz ve fani haline üzülür. Kalbin aradığı aşk, Mutlak Kemal ve Bâki Cemal sahibidir. Bu ise gözle görülmez. İşte kalbin gözü, şehadet âleminden gayb âlemine dönerse, yüzünü oraya çevirirse o zaman Aşk-ı Mutlak’ını bulur. “Allah kuluna kâfi değil mi?” ayetini iliklerine kadar hisseder. Burada da kriter: Kalbin, “beka aşkı” ile dolu olmasıdır. Bu yönü iyi kullanan biri her sevdiği şeye sorar: “Sen bâki misin?” Biraz tefekkürle onun faniliğini gördüğü an yüzünü ondan çevirir. Hz. İbrahim’in (AS) yaptığı gibi… Bu arayış bize Fâtır-ı Bâki-i Mutlak’ı buldurur. Aksi takdirde yalan sevdaların zincirinde köpek gibi mahkum kalır, sonunda da büyük bir hüsran ve hüzünle muhatap oluruz. Hakiki Aşk’ı bulan bir kalb ise, günahlara bulanmış nefis kelplerini zincirlerinden kurtarır, adam eder; dünya hayatında bunalmış kalpleri ise irşad edecek bir kutbiyet makamına erişir. Kayyum isminden feyz alır.

İnad duygusu da güçlü bir duygu, bunun da 2 hali var: Mecazi ve hakiki… Mecaz halinde, insan belirli şeylere takar, inad duygusunu bu lüzumsuz işlerde yıllarca kullanır ve harcar. Bir sınır davasından komşusuyla hatta babasıyla 30 yıl küs duran adam ciddi bir inadı sergiliyor demektir. Fakat bu inat duygusu hakiki halini bulsa, “hakta şiddetli sebat” şekline dönüşür. Böyle birini bütün dünya bir araya gelse hak bildiği yoldan geri döndüremez. İnad duygusu bu haliyle istenen bir kıvamı gösterir. Böyle biri ne olursa olsun, Allah’ın dinine hizmet eder. Hangi şartta olursa olsun dimdik ayakta durur. Peygamberlerin hepsinde bu duyguyu görüyoruz.

Hubb-u cah (makam sevdası) duygusu da öyle… Bu duygu mecaz haliyle dünyevi makamlar, rütbeler ve servet için kullanılır. Fakat makamlar baki olsa da ömür fani ve bir makama çok talip bulunduğu fakat bir kişiye verildiğinden nihayeti hüzün ve hüsrandır. İnsanın fıtratında “halife namzedi” olarak yaratıldığı için bir makam sevdası var. Bu sevdayı manevi makam ve rütbelere yöneltirse meşru ve hayırlı bir hale dönüşür Bu durumda kutbiyet, gavsiyet, ferdiyet, hızıriyet, mehdiyet gibi manevi makamlardan hisse alabilecek şekilde gelişir. Bu makamlarla çeşitli esma-yı hüsnanın cemal ve kemaline ayna haline gelir. Mesela kutbiyet, aşk kutbiyetiyle Kayyumiyete; irfan kutbiyeti Rububiyyete; her ikisini bir edebilmesiyle Samediyete bir aynalıktır. Aşk ve Kayyumiyette, celal vardır. İrfan ve Rububiyette cemal vardır. Hakikatli, marifete dayalı ebedî aşkta ise Samediyet ve kemal vardır. Her cemal ve kemal sahibi cemal (Rububiyet) ve kemalini (Samediyet) görmek ve göstermek ister sırrı kalb açısından bu şekilde tahakkuk eder. Ruh için daha farklı şekilde Esma-yı Hüsna ile tecelli eder. Bu manevi makamlar, gereğini yerine getiren herkeste ebedî olarak kalır. Zaman içinde derecesi artar. 10 kişinin kutbu iken veya cemal kutbu iken, zaman içinde 100.000 kişinin kutbu ve kemal kutbu haline gelebilir.

Fakat insanın iç dünyasında böyle bir mecaz-hakikat ayrımı gerçekleşebilmesi için insanın Sâlisen kısmının başında ifade edildiği üzere dünyayı bir askerî misafirhane şeklinde algılaması, hayatını Allah’a bir asker gibi adaması ve rıza-yı İlahi için çabalaması şarttır. Yoksa duygularının seline kapılıp gider.

İnsanda böyle sayısız duygu var. Onların ıslah ve terbiyesi ile insan, “insan-ı kâmil” seviyesine yükselir. Bu konuya dair Mesnevi-i Nuriye, Badıllı Tercümesinde şöyle bir bölüm var:

“Ey kardeş bil ki! Nefis çok acib bir şeydir ki; sayısız âletlerin ve nihayetsiz mizanların bir mahzenidir. Eğer tezekki ederse, bütün bu âletler, mizanlar, esma-i hüsnanın nihayetsiz hazinelerinin cilvelerini derketmeye vasıta olurlar. Yoksa eğer nefis, isyan ve tuğyan ederse; o kıymettar, âlî âletlerin ve çok nazik ve gâlî mizanların mahzeni olmasına bedel, yılanlar, akrepler ve haşaratın bir mağarası hükmüne geçer. Binaenaleyh, nefsin birinci şekil ki vaziyeti kesbetmesi için, evla ve ekmeli, -Allahu a’lem- onun fenası değil bekasıdır. Evet, sahabelerin sülûk ettikleri tarzda, nefsin tezkiye ile baki kalması; Evliyanın ekserisinin sülûk ettikleri olan, bütün bütün ölümü ile neticelenmesinden daha çok sırr-ı hikmete muvafık geliyor. Evet nefsin cürsûmesinde (embriyosunda) şedid bir açlık, azîm bir ihtiyaç, acib bir zevk vardır. Eğer bu seciyelerinin mecraları hikmet-i hilkatına uygun tarzda tahavvül ederlerse, o zaman meselâ ondaki mezmum hırs, doymak bilmeyen bir iştiyaka inkılab eder.. ve onun meş’um gururu, bütün enva-i şirkten necatına bir vesile olur.. Ve ondaki kendi nefsine ve zatına olan şedid muhabbet; Rabbine karşı zatî ve fıtrî bir muhabbete tahavvül eder. Ve hakeza, tâ bütün seyyiatı hasenatlara inkılab edinceye kadar gider.”

Üstad burada da hırs, gurur ve muhabbet-i zâtiye duygularını ele almış. Bunların 2 halini bildirmiş.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: