Bir yılbaşının ardından

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

“Bir yılbaşı daha geçti, neş’e ve sevinç ile.”(!)

Her sene yılbaşının ardından bazı malum neşir organlarında, “akşamdan kalma” bir kafa ile yazıldığı intibaını veren ve yukarıdakine benzer bir cümle ile başlayan bol resimli “Yılbaşının ardından” haber ve röportajları ile ilgili başlıklar olurdu.

Allah’a isyan, insanî sorumlulukları yerine getirmemek, bazı gayrimüslim ülkelerin sefâhetinin taklitçiliği ve günah azgınlığı kokan o “Yılbaşının ardından” haber ve röportajlarından tiksinti duyardım.

Her yılbaşı sonrasında aynı tiksinti ve üzüntüleri duymamak için, o malum gazetelere hiç bakmamayı daha uygun görüyordum. Çünkü insan bazen “ibret alayım” derken günah da alır..

O gazeteler, aslında yılbaşı gecelerinde bazı yerlerde olanlardan bahsediyorlardı. Onlara niçin böyle haberler ve röportajlar neşrettikleri sorulsa belki de, “yaptıklarının sadece gazetecilik olduğunu” söylerlerdi. Bir haberin veya röportajın vukua gelmiş olana uygunluğu, sanki onlar için bir gazetede on binlerce kişiye hitap ederken uyulması gereken ahlâk prensibi olarak kâfiymiş gibi yanlış bir hâli savunmaya çalışabilirlerdi.

İnsanlığın ceddi ve ilk peygamber Hz. Âdem Aleyhisselam zamanından şimdiye kadar, inançları bakımından iyi veya kötü yaşamış insanlar olmuştur. İnsanların yapabilecekleri iyi işlerden az, kötü işlerden ise çok bahsetmenin; daha ziyade bâtılı ve kötülükleri tasvirle uğraşmanın fertler ve cemiyet için faydası yoktur. O cins neşriyata ibret nazarıyla bakıp zarar görmeyecek az nispetteki okuyucuların haricindeki büyük okuyucu kitlesinin temyiz kabiliyeti inkişaf etmemiş olduğundan, farkında olmadan manevî yaralar alırlar.

* * *

İnsanı en mükemmel canlı varlık olarak yaratan, onu bu dünyaya muvakkat bir ömür müddetinde yaşaması için gönderen, onun vücudunu her türlü azaları, hücreleri, molekülleri ve atomları ile çalıştıran kim ise, insanın bu dünyadaki hayatının asıl gayesi ve maksadı da O’na aittir ve ancak “O” tesbit etmek salahiyetindedir!.

İnsanın bu dünyada bulunmasını ve yaşamasını netice veren müessir fiilin etken mi, edilgen mi olduğu çok mühim bir manâ inceliğidir: İnsan bu dünyaya kendi isteği, iradesi ve iktidarı ile “gelmemiş”; onu yaratan Allah tarafından “gönderilmiş”tir.
Allah,
Kur’an-ı Kerîm’de Zâriyat Sûresi, 56. âyette bunu açıkça bildirmektedir:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ 

﴿٥٦﴾

Mealen: “Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım.”

Risale-i Nur Külliyâtı’nda Şualar adlı eserde Yedinci Şua bu âyet ile başlamakta ve bu “âyet-i uzmâ (manâca çok büyük âyet) hakkında ilk cümleler olarak şöyle denilmektedir

“…insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve O’na iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, mârifetullah ve iman-ı billâhtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.”

Bu ve benzeri Kur’an âyetlerinin ve hadislerin bildirdiklerine aykırı olarak, hadlerini aşmak suretiyle bilhassa yılbaşı gecelerinde hadlerini daha da aşarak:

“İnsan bu ölümlü dünyaya ancak bir defa gelir. İmkânları nispetinde ve kendini hiç bir kayda bağlı hissetmeden bu hayatı yaşamasını bilmelidir…” “Benim hayat görüşüm şöyledir…”, “Benim hayat felsefeme göre..” şeklindeki yanlış sözleri de sarfederek yılbaşı gecelerinde çeşitli günahları işleyenler bu dünyada yaşamalarının gayesini, maksadını kendilerinin tesbit etmesi selâhiyetlerini nereden alıyorlardı; hakikatte böyle bir selahiyetlerinin hiç olamayacağını, bilmiyorlar mıydı?

İnsanlar bu dünyaya Allah’a kulluk imtihanından geçmeleri için Allah tarafından “gönderilmektedirler”. İnsanların bu dünya hayatlarındaki “Allah’a kulluk imtihanlarındaki başarılarının” akıllarını iyi kullanarak, bu dünyaya başıboş ve manâsız bir hayat sürmek için gelmiş olamayacaklarına inanmaları, kendilerini ve bütün kâinatı yaratanı isim ve sıfatları vasıtası ile tanımaları, O’nun kâinatı ve insanları niçin yaratıp dünyada geçici olarak yaşattığını, göndermiş olduğu tahrif edilmemiş kitaplar, peygamberler ve peygamberlerin ilmî vârisleri vasıtasıyla öğrenmeleri, o bildirilenlere uymak hususunda akıllarının ve iradelerinin işbirliğini sağlamaları suretiyle olacağı söylenebilir.

* * *

Evet, ehl-i gafletin de dediği gibi, “insan bu ölümlü dünyaya ancak bir defa gelir.” Fakat bu sebepten de -ikinci bir defa daha gelip, ilk gelişindeki hatalarını tamir ve telafi etmek imkânı olmadığı için- bu hayatı yaşamasını ve iyi değerlendirmesini bilmelidir!. “Hakikaten yaşamak” ise, “hakikatle yaşamaktır”; bu dünyada insan olarak yaşamanın gayesini ve hakikatini öğrenip onu yaşamaktır. Aksi halde, son pişmanlık fayda vermeyecektir!.

Şimdiye kadar bu ve emsali hakikatleri kabul ile ona göre yaşamamış âkil-baliğ insanların büyük ekseriyetine acaba normal bir mikroskopla görülebilmesi mümkün olmayan ve “koronavirüs” adı verilen çok küçük bir canlının musibet olarak gönderilmesi ile Allah tarafından ikazda mı bulunulmaktadır ve bu musibet dünya imtihanının icabı olduğu için mi masumları ayırt etmeden, umumî olarak gelmektedir?

Kur’an’da ve onun imanla ilgili âyetlerinin tefsir edildiği Risale-i Nur’da “musibetin umumî olarak gelebileceğinden” bahsedilmektedir:

“Âyette vardır: “Öyle musibetten kaçınız ki, geldiği vakit zalimlere mahsus kalmaz, masumlar ve mazlumlar da içinde yanar.” Çünkü, musibet-i âmmeden masumlar harika bir tarzda, yangın içinde selamette kalsalar, hikmet-i diniye bozulur. Çünkü din bir imtihan, bir tecrübedir. O vakit, Ebu Cehil gibi fenalar, aynen Ebû Bekir-i Sıddık Radıyallahu Anh gibi tasdik ederler. Onun için, musibet-i âmmede mâsumlar da belâ çekerler.”(Emirdağ Lâhikası)

“Sual: Bazı eşhâsın hatasından gelen bu musibet, bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?

Elcevap: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhasın harekâtına fiilen veya iltizâmen veya iltihaken taraftar olmasıyla, manen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.”(Sözler)

“Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel bir azaptır. Buna karşı, ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazinane yalvarmakla ve pek ciddî nedamet ve tevbe ve istiğfar ile karşılamak ve Sünnet-i Seniyye dairesinde, bid’alar karışmadan, şeriatin tayin ettiği tarzda dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir.

Hem böyle umumî musibetler, ekser nâsın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekseri (kısm-ı azamı) tevbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def olur.”(Emirdağ Lâhikası)

“Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasından terettüp eder. Musibet, cinayetin neticesi, mükafatın mukaddimesidir.”(Mektubat)

Allah bizi “koronavirüs” umumî musibeti ile imtihanımızda da muvaffak eylesin. Âmin.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: