Bir Yılbaşının Ardından..

“Bir yılbaşı daha geçti, neş’e ve sevinç ile.”(!)

Her sene yılbaşının ardından bazı malum neşir organlarında, akşamdan kalma tütsülü bir kafa ile yazıldığı intibaını veren ve yukarıdakine benzer bir cümle ile başlayan bol resimli “Yılbaşının Ardından” röportajları gözüme çarpardı.

Allah’a isyan, insanî sorumlulukları idrakten mahrumiyet, Avrupa’nın sefahetinin taklitçiliği ve günah azgınlığı kokan bu “Yılbaşının Ardından” röportajlarından tiksinti ve üzüntü duyardım.

Aynı tiksinti ve üzüntüleri duymamak için artık yılbaşı sonrası malum gazetelere hiç bakmamayı uygun görüyorum. İnsanın hislerini kontrol altında tutması güç olduğundan, bazen ibret alayım derken günah alır! Bu tip neşir organlarını ele almamak ve eve sokmamak, elbetteki çok yerinde olmakla beraber, pasif bir tedbirdir. Bunun yanında, o gazeteleri boykot etmek ve meslekî bir zarureti yoksa almamak gibi aktif tedbirlere de riayet etmek gerekir.

O neşir organları, aslında bir bakıma olan-biteni yazıp neşrediyorlar. Onlara niçin böyle haber-röportajlar neşrettiklerini sorsanız, yaptıklarının sadece gazetecilik olduğunu söylerler. Haberin cereyan etmiş bir hadiseye uygunluğu, onlar için gazetede binlerce kişiye hitap ederken uyulması gereken ahlâk prensibi olarak kâfidir. Halbuki, “Bâtıl şeyleri ziyade tasvir, safî zihinleri idlâldir“( Bediuzzaman).

İnsanlığın ceddi Hz. Âdem Aleyhisselam zamanından şimdiye kadar iyi ve kötü icraat yapan insanlar olmuştur ve olmaktadır. İnsanların yapabilecekleri hayırlı işlerden hiç örnek vermeyerek veya pek az örnek vererek, kötü örneklerden çok bahsetmenin, bâtılı ve kötülükleri tasvirle uğraşmanın fertler ve cemiyet için faydası var mıdır? Varsa nedir?

Bu cins neşriyata ibret nazarıyla bakıp zarar görmeyecek çok az nisbetteki okuyucuların haricindeki büyük okuyucu kitlesinin temyiz kabiliyeti lâyikiyle inkişaf etmemiş olduğundan, farkında olmadan manevî yaralar aldıkları şüphesizdir.

Gazetecilik vasıtasıyla cemiyetteki en kötü örnekleri ilan ve neşir ile uğraşanlar, eğer kasıtlı olarak böyle hareket etmiyorlarsa veya “yüksek tirajlı olmak” yolunda okuyucunun en süflî hislerine hitap edip hergün bir gazete parası dilenmek psikolojisi içinde değillerse, neşriyat tarzlarının fert ve cemiyet için fayda ve zararlarını hakşinaslıkla tekrar düşünmelidirler.

İyi nedir? Kötü nedir? İnsan için faydalı ve zararlı olan nedir?

İyiyi ve faydalıyı verebilmek için önce iyinin ve faydalının ne olduğunun anlaşılması ve bizzat yaşanması icabeder. Bu anlayıştan ve yaşayıştan mahrum olanların sadece para için bile olsa gazetecilik yapmaları; cemiyetteki en kötü davranış örnekleriyle birlikte kendi hatalı düşüncelerini de açıkça ilan etmeleri, kötülük taklitçiliğinin cemiyette yaygın hale gelmesinin ağır manevî vebalini yüklenmelerini netice verir.

Bahis konusu edilen bu meselenin manâsını, ehemmiyetini ve inceliklerini lâyikiyle kavrayabilmek için bazı asgarî müştereklerde birleşilmesi gerekiyor. Aksi takdirde anlatılmak istenenin, muhatap tarafından anlaşılmasının, kabul edilmesinin ve tatbikinin mümkün olmayacağı aşikardır.

Biz her insan için değişen bir ahlâk telakkisini kabul etmiyoruz. Zaten böyle bir şeyi kabul etmek, insanın haddini, hududunu aşmasıdır. Zira insan bu dünyaya kendi isteğiyle gelmemiştir. Gerek bu dünyaya gelmesi, gerek bu dünyada yaşaması, bedeninin inşası, çalışması bütün azaları, hücreleri ve molekülleri ve atomlarının vazifelerini büyük bir nizam ve intizam ile yapmaları gibi mevzularda kendi nefsinin hiçbir rolü olmuyor; bu konularda insan kendi nefsine karşı bir şey borçlu olmuyor. Demek ki, insanın bu dünyada bulunuşundaki ve belli bir ömür müddetinde bu dünyada yaşamasındaki asıl gaye ve maksat da, asla kendi nefsine ait olamaz!

İnsanı en mükemmel canlı varlık olarak yaratan, onu bu dünyaya muvakkat bir ömür müddetinde yaşaması için gönderen, onun vücudunu her türlü azası, hücreleri ve atomları ile çalıştıran kim ise, insanın bu dünyadaki hayatının asıl gayesi ve maksadı da O’na aittir ve ancak “O” tesbit etmek selahiyetindedir.

İnsanın bu dünyada bulunmasını ve yaşamasını netice veren müessir fiilin etken mi, edilgen mi olduğunun anlaşılması çok mühim, fakat basit bir manâ inceliğidir: İnsan bu dünyaya kendi isteği, iktidarı ve ihtiyarı ile “gelmemiş” onu yaratan Allah tarafından bir hikmete ve gayeye binaen “gönderilmiş” tir.

İnsan bu ölümlü dünyaya ancak bir defa gelir. İmkânları nisbetinde ve kendini hiç bir kayda bağlı hissetmeden bu hayatı yaşamasını bilmelidir…” “Benim hayat görüşüm şöyledir…“, “Benim hayat felsefeme göre..” şeklindeki sözlerle konuşanlar, bu dünyada yaşamalarının gayesini, maksadını kendi keyiflerine ve nefislerinin arzusuna göre tesbit etmek selâhiyetlerini nereden alıyorlar? Hakikatte böyle bir selâhiyetlerinin olamayacağını, kâinatı ve kendilerini yaratan kudretin, insanın bu dünyaya gönderilmesindeki hikmeti ve gayeyi de tesbit etmiş ve bunu insanlara tebliğ etmiş olabileceğini düşünemiyorlar mı?

Allah, insanlara hitabı olan Kur’an-ı Kerim’de, insanları ancak kendisine kulluk etsinler diye yaratmış olduğunu açıkça beyan etmektedir. İnsan bu dünyaya Allah’a kulluk imtihanından geçmesi için Allah tarafından “gönderilmiş”tir. İnsanın dünya hayatındaki kulluk imtihanı, aklını kullanıp bu dünyaya maksatsız, başıboş ve manâsız bir hayat sürmek için gelmiş olamayacağını idrâk ederek, kendisini ve bütün kâinatı Yaratanı tanımak, O’nun kâinatı ve insanı yaratmasındaki gayelerini merak edip peygamber ve kitap vasıtasıyla yaptığı tebliğatından öğrenmek, bu tebligata uymak hususunda aklının ve iradesinin işbirliğini tahakkuk ettirmek tarzında cereyan edecektir.

Evet, “insan bu ölümlü dünyaya ancak bir defa gelir.” İşte, bilhassa bu sebepten, ikinci bir defa gelip, ilk gelişindeki hatalarını tamir ve telafi etmek imkânı olmadığı için, “Bu hayatı yaşamasını ve iyi değerlendirmesini bilmelidir.

Hakikaten yaşamak, hakikatle yaşamaktır, dünyada yaşamanın gayesini ve hakikatini öğrenip onu yaşamaktır.

Aksi halde, son pişmanlık fayda vermeyecektir..

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: