Bu canlı kardeşliğe o kadar muhtacız ki!…

Barışa, kardeşliğe, birliğe, dirliğe ve beraberliğe iyice susadığımız ve bu değerlere ciddi bir gayretle kapı araladığımız şu günlerde yaşanmış örneklere o kadar çok ihtiyacımız var ki, ekmeğe, suya ve havaya olan ihtiyacımız kadar…

Bu konuda en güzel örnek; belki de tek örnek Peygamberimizin (a.s.m.) yetiştirdiği altın nesil sahabilerdir.

İslam öncesi cehalette ve zulümde en uçta olan, şefkat ve merhamet gibi duygulardan tamamıyla uzaklaşmış, canavara dönmüş, vahşi ve bağnaz bir toplumdan; imanda, ibadette, infakta, cihatta, ihlasta, îsarda ve kardeşlikte, şefkat ve merhamette eşi benzeri olmayan tablolar oluşturmuşlar, kıyamete kadar gelecek insanlara muhteşem örnek ve şaşmaz misal olmuşlardır.

Sahabe, hayatını Kur’an’a göre belirler, Kur’an’a göre düzenler ve Kur’an’a göre ayarlar.

Kardeşlik” mi dersiniz, muhabbet, fedakârlık ve vefadan, fazilet ve incelikten mi söz edersiniz; bütün bunları anlamak, nasıl yaşandığını görmek için Sahabe hayatına bakmak gerekir.

Sahabe denince hemen akla Ensar ve Muhacir gibi iki zirve gelir.

Birer Kur’an terimi olan Ensar ve Muhacir (Tevbe Suresi, 100) neslinin en öne çıkan özelliği siyer diliyle “muâhat”, yani kardeşliktir.

Kur’an, Haşir Suresi, 9. ayette bu kardeşliği tanımlarken aynı zamanda sahabeyi de vasfeder:

Daha önce Medine’yi yurt edinmiş ve imanı kalplerinde yerleştirmiş olanlara gelince, onlar, kendi yurtlarına hicret eden din kardeşlerini severler, onlara verilen şeyden dolayı gönüllerinde bir kıskançlık duymazlar ve kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ihtiraslarından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir.”

Nasıl bir kardeşlik?

Nasıl bir kardeşliktir bu anlatılan, nasıl başlamıştır, nasıl gerçekleşmiş ve neler yaşanmıştır?

Malını mülkünü, işini gücünü, evini barkını, eşini çocuğunu, akrabasını çevresini, sosyal statüsünü tereddütsüz terk edip Allah Resulü’nün yanında ve yakınında yer almak için, İslam’ı daha rahat yaşamak ve muhtaç gönüllere ulaştırmak maksadıyla yola çıkıp Medine’ye hicret eden Muhacirler; farklı iklimi, ağır hayat şartları ve birçok zorlukları göze alarak yeni bir beldeye yerleşmişlerdi.

Bu insanlar içinde makam mevki sahibi, iş ve ticaret erbabı Müslümanlar olduğu gibi, fakir ve sahipsiz kişilerle birlikte köleler de vardı.

Medine’de ise, daha bir-iki yıl gibi kısa süre içinde İslam’a girmiş, Medineli yerli halk yaşıyordu. Mekke’den göç edip gelen Müslüman kardeşlerine kol kanat geren, çok yakından ilgilenen ve olması gereken her türlü yardımı esirgemeyen Ensar adıyla bilinen “yardımsever” bir ekip bulunuyordu.

Hicretten beş ay sonra bir gün Peygamberimiz (a.s.m.) Medineli Ensar Müslümanlarla Mekke’den gelen Muhacir Müslümanları topladı. 45 kişilik Muhacirle 45 kadar Ensar arasında fiilî ve çok canlı bir kardeşlik tesis etti.

Bu insanlar arasında daha önceden kan bağı ve akrabalık gibi bir yakınlık yoktu. Onları kardeş yapan tek ölçü ve tek bağ imandı; aynı Allah’a iman etmek, aynı Peygambere sahabe/arkadaş olmaktı.

Efendimizin kurduğu bu kardeşlik güzellemesi sıradan ve rastgele, aceleye getirilmiş bir iş değildi. Her iki tarafın da zevk ve mizaçlarını, hissiyat ve durumlarını dikkate alarak birbirlerine en uygun olanları kardeş yapıyordu.

Mesela, Hazret-i Ebu Bekir’i Hârice bin Zeyd ile, Hazret-i Ömer’i Utban bin Mâlik ile, Ebû Ubeyde’yi Sa’d bin Muâz ile, Hazret-i Osman’ı Evs bin Sâbit ile, Hazret-i Bilâl’i Abdullah bin Abdurrahman ile, Hazret-i Selmân’ı Ebu’d-Derdâ ile, Sâlim’i Muâz bin Mâiz ile, Ammar’ı da Huzeyfe ile (radiyallahü anhüm ecmain) kardeş yaptı.

Peygamberimiz (a.s.m.) teker teker her Muhaciri birer Ensar ile kardeş ilan edince geride tek bir Sahabi kalmıştı. Kendisini yalnız hissediyor, hüzünleniyordu. Bu Muhacir sahabi Hazret-i Ali’ydi. Gözyaşları arasında, “Ya Re­su­lal­lah!” dedi. “Siz sahabileri birbirine kar­deş yaptınız; benimle hiç kimse arasında kardeşlik kurmadınız!

Gönüller sultanı Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Hazret-i Ali’yi bağrına basarcasına, onu sevinçten uçururcasına buyurdular ki: “Ya Ali! Sen dünyada ve ahirette benim kardeşim­sin!

Hazret-i Ali’nin hüzün gözyaşları bir anda sürur damlacıklarına döndü.

Kurulan bu kardeşlik sayesinde yeni kardeşler arasında tam bir yardımlaşma ve dayanışma yaşanıyordu. Medineli her Müslüman, kardeş olduğu Mekkeli Müs­lümana malının yarısını veriyordu. Muhacir kardeşlerine karşı misafirperverliğin, cömertliğin, kadirşinaslığın, in­sanlığın en yüce derecesini göstermekten zevk alıyorlardı. Bununla da kalmayıp hurmalıklarını da Muhacir kardeşleriyle paylaşmak için Peygamberimize (a.s.m.) bir teklif götürdüler. Muhacirler Mekkeli oldukları için o ana kadar tarımla meşgul olmamışlardı. Bu tekliflerini Peygamberimiz (a.s.m.) geri çevirdi. Fakat Ensar buna da bir çare buldu. Tarımdan anlamayan Muhacirler, sadece hurma ağaçlarının bakımı ve sulamasıyla ilgilenecekler, Ensar da ekip biçecekti. Hasat mevsimi gelince toplanan hurmalar yarı yarıya paylaşılacaktı. Peygamberimiz (a.s.m.) sunulan bu teklifi kabul etti.

Ama Muhacirler, “Ensar kardeşlerimiz bize mal mülk verdi, ihtiyaçlarımızı giderdi, barınacak ev verdi” diyerek boş durmadılar. Herkes elinden gelen gayreti göstererek, kardeşlerine yük olmamaya çalıştı.

Bunun en canlı örneğini aralarında kardeşlik bağı kurulan Sa’d bin Rebi ile Abdurrahman bin Avf arasında yaşandı.

Hz. Sa’d, Hz. Abdurrahman’a, “Ben Medineli Müslümanların en zenginiyim, malımın yarısını sana ayırdım” dedi. Dünyada iken cennetle müjdelenen on sahabiden biri olan Abdurrahman bin Avf’ın verdiği cevap, kardeşinin getirdiği teklif kadar düşündürücüydü:

Kardeşim, malının ve mülkünün hayrını göresin, benim onlara ihtiyacım yok. Bana yapacağın en büyük iyilik, içinde alışveriş yaptığınız çarşının yolunu göstermendir.”

Çarşının yolunu öğrenen Abdurahman bin Avf, Peygamberimizden (a.s.m.) de bereket duası alınca çok geçmeden Medine’nin sayılı tüccarları arasında yer aldı. Bir defasında 700 deveyi yükleriyle birlikte Allah yoluna verdi. Hz. Abdurrahman gibi birçok Muhacir de kendilerine göre birer iş buldular, el emekleriyle geçinmeye başladılar.

Efendimizin kurduğu Ensar-Muhacir kardeşliği, hiçbir milletin tarihinde rast­lanmayan eşsiz bir şeref tablosuydu.

Kan davasına son

Bir kere İslam’dan önce Medine’de yaşayan iki büyük kabile Evs ve Hazrec arasında yıllardır bitip tükenmek bilmeyen kan davaları ortadan kalktı, nesebî kardeşlikten daha güçlü bir kardeşlik kurulmuş oldu. Öyle ki bu yeni kardeşler, birbirlerini görebilmek için sabahı iple çekiyorlardı. Her karşılaşmalarında candan muhabbet içinde, “Görmeyeli nasılsın?” diyerek hal hatır soruyorlardı.

Bu kardeşlik sonucu gelişen dayanışma, yardımlaşma, hayırseverlik ise İslam’ın gelişme dönemine denk geldiği için kısa sürede Hak dinin yayılmasına vesile oldu.

Arap Yarımadası’nın her tarafına İslam’ın ulaşması, İran’ın bütünüyle fethedilmesi, Bizans İmparatorluğu’nun dize gelmesi gibi önemli fetihler bu kardeşliğin önemli meyveleriydi.

Demek ki, kalpler, gönüller, idealler ve niyetler bir olunca Cenab-ı Hak nice harikalar yaratıyor; mü’minlerin önlerini ve ufuklarını açıyor, aralarına nifak tohumu ekmek isteyenlere fırsat vermiyor.

Sahabi arasında yaşanan bu kardeşlik bağından bahseden ayet-i kerimeyi (Haşir Suresi,  9) Bediüzzaman Hazretleri ihlasın bir sırrı olan îsar (Mü’min kardeşini kendisine tercih etmek) hasleti olarak anlatıyor, mü’minler/kardeşler arasında yaşanması gereken bir fazilet şeklinde dile getiriyor ve diyor ki:

Sahabelerin sena-i Kur’aniyeye (Kur’an’ın övgüsüne) mazhar olan îsar hasletini kendine rehber etmek, yani hediye ve sadakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek ve hizmet-i diniyenin mukabilinde (dinî hizmetin bir karşılığında) gelen menfaat-i maddiyeyi istemeden ve kalben talep etmeden, sırf bir ihsan-ı ilahî bilerek, nastan (insanlardan) minnet almayarak ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de almamaktır.

Çünkü, hizmet-i diniyenin mukabilinde dünyada birşey istenilmemeli ki, ihlas kaçmasın. Çendan (gerçi) hakları var ki, ümmet onların maişetlerini (geçimlerini) temin etsin. Hem zekâta da müstehaktırlar.

Fakat bu istenilmez, belki verilir. Verildiği vakit de ’Hizmetimin ücretidir‘ denilmez. Mümkün olduğu kadar kanaatkârane, başka ehil ve daha müstehak olanların nefsini kendi nefsine tercih etmek, (Kendileri ihtiyaç halinde olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler.) [Haşir Suresi, 9] sırrına mazhariyetle, bu müthiş tehlikeden kurtulup ihlası kazanabilir.” (Lem’alar, Yirminci Lem’a)

Mehmed Paksu