Çağın En İyi Yaklaşımı ve Bediüzzaman

Yirminci yüzyıl Türkiye’sinde en çok yanlış anlaşılan düşünür kimdir?” sorusuna tereddütsüz Bediüzzaman Said Nursi’dir cevabını verebiliriz. Gazete ve dergilerde hakkında yapılan atıflarda kendinden söz edilen ancak niyeti anlaşılmayan, iyi niyetli düzeltmeleri siyasi anlam yüklenen bir kişiydi Bediüzzaman. Gelenekçi miydi, yenilikçi miydi? Değişim konusunda ne düşünüyordu ve ne yapıyordu? İnançlar gibi dogmatik konularda ve günlük yaşam gibi modernizmin etki alanı olan konularda tutum ve yaklaşımları nelerdi? Bütün bu sorulara psikososyal bir bakışla cevap vermeden önce ‘innovatien’ kavramı üzerinde biraz durmakta fayda vardır:

İtici Güç

İnsan hayatında itici güçler; akıl, duygular, sezgiler ve inançlar şeklinde özetlenebilir. Birey bir hedef belirlediğinde bu hedefe ulaşmak için itici gücün itilimi ile harekete geçtiğinde önüne ilk çıkan yaşadığı ortamın ortak kültürüdür. Kişiliğin oluşmasında biyolojimiz; yani DNA’mız bazı sınırlar koymuştur. Bu sınırları genler belirler. Genlerin kodlarına uygun üretilen proteinlerle hormonlarımız çalışır, cinsel kimliğimiz ve kişiliğimizin ara iskeleti çizilir. 12 adet ana kişilik tipi vardır. Kişi, bu kişilik eğilimlerinden birisine baskın şekilde sahiptir. Kişiliğin kalan % 60-70’lik kısmı ailemiz ve yaşadığımız çevre tarafından belirlenir. Köyde doğup yaşayanların daha bedevi, kentte doğup büyüyenlerin daha medeni olduğu bilinir. Türkiye’de 1820’lerde nüfusun % 80’i köyde yaşarken bugün bu rakam tersine dönmüş gibidir. Kentleşme ve zenginleşme, bireyi kaçınılmaz şekilde etkilemektedir. Anneannemizin, dedemizin kullandığı taşıt aracını kullanmıyoruz. Komşumuzun kızı ile evlenip babamızın işini yürütmüyoruz. Uluslararası evlilik daha sık. Yüzyıl önce elektrik yoktu, insanlar erkenden yatıyorlardı. Bugün geceler gündüz oldu. Hızlı yaşantı, ekonomik hareketlilik, zaman baskısı değişimi inanılmaz bir şekilde hızlandırdı. 1990 sonrası doğan çocuklar para, cinsellik gibi kavramlarla çok erken tanıştılar.

İnsan, ahlaki davranışları bilmiş olarak doğmuyor, sorun çözme biçimi, iletişim tarzı, düşünce-duygu kalıpları hep yaşadığı ortamda şekilleniyor. İnsan hangi durumda nasıl davranacağını bilemediği, neyin iyi neyin kötü olduğu konusunda ortak anlayışa sahip olmadığı ortamda kendini güvende hissedemez. Bir toplulukta düzen ve huzur olabilmesi için asgari ortak tutum kalıpları olması gerekir. Kültürel standartların olmadığı zeminde ilişkilerde düzen ve huzur olmaz. Bir toplumun kültürel standartlar kümesinin oluşumu ise yüzyıllık süreçler sonucudur. Kültürel standartlardaki ani değişiklikler kültür şoklarına neden olur. Kültür şokuna ilk tepki de genellikle içe kapanma şeklindedir.

Reform Transform Farkı

Birey için kimliği; özgeçmişi, kişilik yapısı ve idealleri belirler. Özgeçmiş hafızasındadır, kişiliğini ideallerine göre yaşar. Birey bir kaza sonucu veya beynin uzun süre oksijensiz kalması gibi bir durumda hafızasını kaybederse ona konuşma, yazma, oturma, kalkma, renkler, şekiller gibi bütün kavramları yeniden öğretmek gerekir. Başına ıslak deri geçirilip günlerce güneşte tutulup hafızası silinmiş zombi adamlar, canlı robot kullanan Güney Amerika yerlileri bilinmektedir. Kimliğini kaybetmiş bir insan, daha güçlüler tarafından yönlendirilir.

Aynı şekilde bir milletin asırlar süren kültürel birikimini şok bir uygulama ile silerseniz, o millet kimliksizleşir. Başka kimlikler tarafından yönetilir. Yahut içine kapanır, arabesk bir kültür geliştirir. Bernard Lewis‘in şu güzel sözü kültürel kimlik değiştirmenin ne demek olduğunu çok güzel anlatır. “Birey için hafıza neyse millet için tarih odur. Tarihi çarpıtan nörotik kişi, tarihi bilmeyen, hafızasını kaybetmiş kişi gibidir. Geleceği görebilmek için tarih bilmek çok önemlidir.

Bireyin kendisi ile barışık olması, nörotik olmaması demektir. Bir toplumunda kendisi ile barışık olması, geçmişini çarptırmaması demektir. Sağlıklı düşünüp ideallerin peşinde geleceğe yürüyebilmek için kültürel kimliği çarptırmamak gerekir.

Eğer kültürde çağa uymayan özelikler varsa ne yapmak gerekir? Bu sorunun cevabı da piyasa kuralları ile verilecektir. Yeni arabalar çıkmışken eski arabaları üretmek isteyen zaman içinde erir gider. Eski arabaların satışını yasaklamak gerekmez. Ekonomide reform yapmak kaosa neden olur; ama transformasyon ise serbest rekabeti artırdığı için gelişime yol açar. “İnnovation” olarak tanımlama, sürekli gelişim ekonomik yaşamda vazgeçilmezdir.

Sosyokültürel olaylarda reformist yaklaşımlar devrimci niteliğindedir, kültürel başkalaşım getirir ve kültürel asimilasyona neden olur. Ancak sosyokültürel durumlarda reform (başkalaşım) yerine transform (değişim) savunulursa, istikrarlı bir değişme olacağı için kişi çağdaş dünyadan kopmaz; ama entegre olur ve kendi kültürel kimliğini de korur.

Yenilik Geni

İnsanı insan yapan öz geçmişi, kişiliği ve idealleri ise toplumu da millet yapan, ortak kültürel değerleri, tarih bilinci ve milli ülküsüdür dedik. O halde neden sürekli değişim oluyor? Neden hayvanlar bin sene önceki gibi evini yaparken insan hep ilerleme içerisinde? Bu sorunun cevabını biyoloji veriyor. Metakognisyon genleri olarak bilinen zihin üstü genlerinden bir tanesi de “Novelity screening gene” olarak tanımlanan, yeniliği arama davranışını kodlayan bir gendir. Bu gen nedeniyle insan sürekli sıra dışı düşünmeye ve sorgulamaya çalışır. Bu nedenle yeniliğe ayak uydurmayan bireyler ve toplumlar zamanla tarihin çöp sepetine atılmışlardır.

Ret ve Kabul, Ayna Hücreler

İnsan üzerine yapılan araştırmalarda, son yıllarda beyin konusunda büyük bilgi patlaması yaşanıyor. Scientific American dergisinin Kasım 2006 sayısında “niyet” kavramı konusunda önemli bir araştırma yayınlandı. İnsana lezzetli bir yemek yediriliyor, yemek seyrettiriliyor ve yemeye niyet ettiriliyor. Her üç durumda da beynin benzer bölgeleri, benzer biçimde aktif hale geçiyor. Sonuçta, kişi bir işe niyetlendiğinde onu reddetme veya kabul etme davranışına karar verdiğinde beyin o işi yapıyor gibi çalışıyor. Bu sırada bilgiler beyne kaydediliyor. Ret ve kabul ettikleri şeyin toplamı o kişinin kişiliğini oluşturuyor. Aynı durum toplum için de geçerlidir. Bir toplumun yeni şeylere ret ve kabul tepkisini etkileyen söz, eylem ve propagandalar o toplumu şekillendirir.

Ret ve kabulde önemli olan karşılıklılık ilkesi, iletişim teknolojisi sayesinde tek taraflı etkilenmeye açık duruma geldi. Televizyonda tek taraflı telkinlere cevap veremeyen insan, kültürel standartlarını farkına varmadan değiştirilebilir duruma geldi.

Toplumsal Vicdan Kavramı

Vicdan dediğimizde bir insanı yanlış yapmaktan koruyan, hatta hiçbir şey yapmama hatasından koruyan iç bekçi anlaşılır. Bu iç bekçi sayesinde, insan yanlış şeyler yaptığı veya düşündüğü zaman, insanda suçluluk ve pişmanlık duyguları uyanır. Vicdanı belirleyen ahlak bilgileri kişinin yaşadığı ortamın ürünüdür. İnsanın iç dürtüleri ve eğilimleri dış ayartıcıların etkisi ile yükselen bir enerji haline dönüşür. Bu enerjiyi bastırıp kontrol edemeyen insanda saldırganlık eğilimleri kendine yönelir. Suçluluk, pişmanlık duyguları içerisinde iç mücadele verir. Bu iç savaşın sonucu bazı şeyler öğrenilir, sınırlar belirlenir, kişi günlük yaşantısına döner. Eğer iç dürtüler ve eğilimler sonucu yükselen enerji kontrol edilmezse çarpıtılır ve hastalıklı tepkiler, kompleksli davranışlar şeklinde ifade edilir.

Aynı dinamik toplum için de geçerlidir. Toplum yeni durumlara uyum sağlama çabası içerisinde iken baştan çıkarıcı ve ayartıcı dış ve iç etkiler hücum eder. Hücumlar karşısında psikolojik bütünlüğün tehdit altında olması gibi sosyolojik bütünlük de tehdit altına girebilir. Böyle durumlarda toplum, canlı varlık gibi, iç savunmasını oluşturur. Toplumsal vicdan devreye girer, ret ve kabullerin sınırları belirlenmeye çalışılır.

Toplum Vicdanı Olarak Bediüzzaman

Modernizmin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı’ya girmesi hızlandı. Bu hızlı girişte Osmanlı aydınları üç gruba ayrıldılar. Muhafazakârlar, reformistler ve ıslahatçılar. Muhafazakârlar gelenekçiydiler ve saltanattan vazgeçmek istemiyorlardı. Yenilikçilerden reformistler, Türkiye’nin sadece teknolojik olarak değil, kültür olarak da Batılı olmasını istiyorlardı. Islahatçılar, kültürel kimliği koruyarak modernizmi almak istiyorlardı. Sonuçta Cumhuriyet, reformistlerin istediği gibi oldu. Batı’nın teknolojisi ile birlikte kültürel ve dini değerlerinin de genç Cumhuriyet’te kabul edilmesi iradesine karşı Bediüzzaman’ın duruşu ilginçti. Kendisini siyasetten uzak tuttu. Gençliğinden beri savunduğu medreselerin mekteplerle birleştirilmesi ve din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte öğretilmesi tezi için çalışmaya devam etti. Çevresinde toplanan insanlara el yazısı ile yazdırıp çoğaltarak 6000 sayfalık Risale-i Nur eserlerini ortaya çıkardı. Onun toplumun bağımsızlık savaşında cansiperane yer aldığını; ama Cumhuriyet’in üst yönetimine katılmadığını ve içine kapanarak kendi kültürel kimliğini yaşatmaya çalıştığını görüyoruz. Toplumsal vicdan olan iç sesin, bütün yasaklara, sürgün ve cezaevi yaşantısına rağmen Bediüzzaman’ın etrafında toplandığını görüyoruz.

Şeyhi Yoktu

Bediüzzaman’ın özgeçmişini incelediğimizde standart bir medrese eğitimi ve tekke terbiyesinden geçmediğini, arı gibi her şeyden bir şeyler aldığını görüyoruz. Lem’alar isimli eserinin 26. Lem’a bölümünde, kendisine Abdülkadir-i Geylani’nin Fütuh-ul Gayb’iyle üstad, tabip ve mürşid olduğunu, İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ıyla şefkatli bir hoca olduğunu söyler. (Onuncu Rica) Aynı bölümde, felsefe ilimlerini pek yanlış olarak gelişmenin ve aydınlanmanın kaynağı olduğunu zannettiğini belirtir. Talebelerine tasavvuf dersi vermedi. Bediüzzaman, kendisine bağlanmak isteyenlere “Beni ziyarete gelmek isteyenler Risale-i Nur eserlerini okusunlar, ziyaret etmiş gibi olurlar” diyerek şahıs merkezli değil, kitap merkezli bir hareketiyle İslam tarihinde bir yenilik olarak ortaya çıkıyordu. Vefat ederken yerine vekil bırakmaması, kitaplarına işaret göstermesi de yine geleneksel yaklaşıma uymuyordu.

Reformu Değil, Transformu Savunuyordu

Beni ortaçağ bataklığına düşmüş medrese hocası zannediyorlar, dar düşünceler dar görüşler” sözlerini Eşref Edip’e söylediğinde 80’li yaşlarındaydı. Gençlik yıllarındaki dini kimliğini koruyarak değişime ayak uydurma tezinden vazgeçmediğini görüyoruz. Ancak savunduğu model Japon modeli idi, yoksa kültürel emperyalizmin oyununa gelinecekti. Reform; yani başkalaşmak kimliksizleşmekti. Mümin kalarak modernleşmek de mümkündü.

Bediüzzaman, bir sosyopsikolojik manifesto olan Hutbe-i Şamiye isimli eserinde daha 30’lu yaşlarında değişimden söz ediyordu. Burada “Avrupalıların terakkide istikbale uçmasıyla bizi maddi cihette ortaçağda durduran altı tane hastalık”tan söz ediyordu. Bu manifestoya başlarken “Benim gönderilmemin ehemmiyetli hikmeti güzel ahlakı tamamlamaktır” Hadis-i Şerif’ini vurguluyordu. Hutbe-i Şamiye’de, ana fikir olarak “ahlaken Peygamber gibi olalım, ama ilim ve fende ve maddi cihette Avrupa’yı geçelim” diyordu. Bu tez, Bediüzzaman’ın yenilikçilik ve muhafazakârlık sınırlarını çizen bir görüş olarak değerlendirilebilir. İlginçtir. 30 yaşlarında Şam’da irad ettiği hutbesinde ve 80’li yaşlarında yazdığı eserlerinde hep değişimden söz ediyordu.

Tutucu kişiliklerin hayat stratejileri kazanmak ve gelişmeye yönelmez. Yaşam enerjilerini kaybı azaltmaya ve mevcudu korumaya ayırırlar. İleri yaşlarda bu durum daha belirginleşir. Eski şeyleri atmak istemezler, hep geçmişi konuşurlar. Riski sevmezler, sürprizlerden hoşlanmazlar. Bediüzzaman’a baktığımızda hayatının son yıllarında bile riski göze almış, 70’li yaşlarında Afyon cezaevinden ilkeleri için yatmış; ama vazgeçmemiş. Geçmişten çok geleceği düşünmüş. Hayat stratejisini gelişmeye yöneltmiş bilim ve teknolojiye karşı olumsuz bir tutumu olmadığı gibi teşvik edici yaklaşımlarda bulunmuş. Bir din alimi için çizginin üzerinde bir değişimciliği Bediüzzaman’ın şahsında görüyoruz.

Altı Hastalık

Bediüzzaman, Osmanlı’yı ortaçağda durduran altı hastalığı ve hastalıklara altı ilacı özetle şöyle sunuyor.

Hastalıklar: Ümitsizlik, doğruluğun ölmesi, kin ve düşmanlıktan hoşlanılması, imani sosyal bağların bilinmemesi, bulaşıcı hastalık gibi yayılan baskıcılık ve şahsi menfaati birinci önceliğe almak.

Bu altı hastalığa karşı da ümidi ayakta tutmak için mü’minlerin idealleri, hedefleri ve emellerinin olması gerektiğini birinci şart olarak belirtiyor. Bilindiği gibi motivasyon çalışmalarında, ilk basamakta kişilerin projelerinin olmasını sağlamak hedeflenir. Gelecek projeleri soyut hedefleri olan insanlar zorlukları aşarlar, yeni fikirler ve çözüm seçenekleri geliştirerek gizli yeteneklerini ortaya çıkarırlar.

Ümitsizliği, milletlerin veba gibi kemalata ve gelişmeye mani olan dehşetli bir hastalığı olarak tanımlar. Ümitsizliğin kişilerin toplum için riske girmesine engel olduğunu ve şahsi menfaati öncelikleştirdiği tespitini yapar. Nemelazımcılığın terakkinin önündeki en önemli engel olduğu vurgusu, önemlidir.

Gelişmeye engel olan yalancılığın pirim yapmasına ve ikiyüzlülüğe karşı doğruluğu abartılı bir şekilde savunmuştur. “Yol ikidir, üç değildir” diyerek yalana karşı susmayı ve tepkisiz kalmayı onaylamıyor. Gerekçe olarak da yeryüzünde yalancılığın bu derece yoğun yaşandığı İslam coğrafyasında güvenin azalacağı, asayişin zir-ü zeber olacağı kaygısını belirtiyor. Doğruluğu, İslam dininin sosyal hayatında “ukde-i hayatiye“; yani can alıcı nokta olarak tanımlaması ve vurgusu önemli bir tespittir.

Düşmanlık duygusunun toplum hayatında hızla artmasından son derece rahatsız olduğunu ve sevmek ve kardeşlik duygularını İslamiyet’in mizacı ve rabıtası olduğunu üstüne basarak belirtmiştir. İyi zanda bulunmak, uhuvvet, gıybet etmemek gibi Peygamber ahlakı özelliklerinin yaşanmasını reçete etmiştir. Uhuvvet Risalesi isimli eserinde, “önce insanız, sonra Müslüman’ız” dedirten bir bakış açısı getirmesi Ortodoks İslam âlimi bakışının üstündedir.

Baskıcılığa ve Doğu despotizmine karşı verdiği mücadele de klasik İslam uleması bakışına hiç uymamaktadır. Siyasi istibdadın ilmi baskıcılığa neden olduğunu, Cebriye, Rafizilik, Mutezile gibi karışık fırkaları doğurduğunu Münazarat isimli eserinde vurgulamaktadır. Hürriyet kavramını din alimi olarak bu derece öne çıkarması yenilikçi bir yaklaşımdır. İstibdadı öldürücü bir zehir olarak doğu aşiretlerini tek tek dolaşarak onlara anlatması 1900’lü yıllarda çok manidardır.

Şura vurgusunu yaparken “Ve işlerde onlarla istişare et, onların işleri istişare iledir” gibi ayetleri referans alarak Meşrutiyet sisteminin İslam’a daha uygun olduğunu belirtmesi, özgürlük ve şura paradigmalarını yeniden tanımlaması ve İslam dininin “nas” hükmündeki kaynakları ile bağlantı kurması çok anlamlıdır.

Özgürlüğün, istişarenin olduğu toplumlarda, insanların her şeyi koruyabilmesinin haksızlığı ve zulmü önleyeceğini ısrarla belirtiyor. Bilimdeki baskıcılığın taklidi sonuç vereceğini ve yenileşmenin önünü kapatacağını söylemesi, günümüz Türkiye üniversitelerinin politikalarının bile çok ilerisinde olan yenilikçiliktir.

Tembelliğin ve gayretin şahsi menfaate yönlendirilmesini de geri kalmaya sebep olan bir hastalık olarak tanımlaması, buna önerdiği çözümler ilginçtir. “Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir” diyerek bencillikle mücadeleyi sosyal yaralarımıza bir ilaç olarak sunmaktadır. Hayvan gibi tek bir postla yaşamayan insanın medeni olduğunu, diğer insanlara manevi bir fiyat vermeye mecbur olduğunu belirtmektedir. Yardımseverliği ve infak kavramını sosyal reçete olarak öne sürmesi, bunu yüksek ahlak şeklinde tanımlaması ve sosyal yaralara reçete etmesi farklı bir bakıştır.

Sonuç

Bediüzzaman’ın subjektif paradigmaları incelendiğinde Ortodoks din âlimlerinden çok farklı bir portre ile karşılaşıyoruz. 20. yüzyıldaki sosyal yaralara, Mısır kaynaklı veya Pakistan kaynaklı reçetelere baktığımızda, hep kapitalizmden ve sosyalizmden etkilenmiş sistem önerileri şeklinde reçeteleri görüyoruz. Ancak Bediüzzaman farklı bir yöntem izliyor. Postmodernizmin kabul ettiği sosyal sorunları çözmek için bireyden başlamak gerektiği şeklindeki toplumu değil, insanı merkez alan çözümleri Bediüzzaman 1900’lü yıllarda önermişti.

Subjektif paradigmalarından tanımladığı bir diğer yeni kavram olarak peygamber ahlakından başka; sadece akla hitabeden felsefe, sadece kalbe hitap eden tekke, ilim ve fenne sırtını dönmüş medrese, dine kayıtsız mektep karşısında da çağdaş bir yöntem geliştirmeye çalışmıştır. Özde peygamber ahlakının, yöntemde akıl ve kalp birlikteliğinin kullanıldığı eğitim bakışını kitaplarla yapması ve ev okullarında hayata geçirmesi İslam öğretisinde bir yeniliktir.

Ümidi ayakta tutmak, doğruluğu yüceltmek, insanları sevmek, özgürlükçülük, çoğulculuk, istişare, diğergamlık gibi insan odaklı çözümler önermesini, bireysel huzura ve toplumsal barışa katkı sağlamak hususunda çağın en iyisi Bediüzzaman’ın diğer sübjektif paradigması olduğunu söylemeliyiz.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan / Köprü Dergisi